• ali 34 yaşında. çekmeköy’de, kendisine ait olan 5+1 villa’da oturuyor. bu evi 2009 yılında 3,5 milyon tl karşılığında satın aldı. oturduğu bu konut dışında 3 adet daha evi var. onlar ataşehir, sarıyer ve halkalı’da. ataşehir ve halkalı’da bulunan konutlar 2011 tarihinde teslim edilmiş, yeni yapılar. bu evlerin tanesini ortalama 400 bin tl gibi bir rakama satın aldı. bu 2 mülkten aylık 2500 tl kira geliri elde ediyor. sarıyer’deki ev ise boş duruyor. değerinin çok net olmasa da 350 bin tl civarında olduğu tahmin ediliyor. bu ev babasından kalma. zaman zaman eşiyle hengameden kaçmak istediğinde bu evde konaklıyor ya da şehir dışından misafirleri geldiğinde onlara jest olsun diye misafirlerine bu evi tahsis ediyor.
    ali’nin gebze organize sanayii’nde otomotiv yedek parçaları üreten bir fabrikası var. fabrikanın bulunduğu arsa ali’ye daha doğrusu ali’nin mesubu olduğu aileye ait. arsanın değeri yaklaşık 7,5 milyon tl. fabrikanın değeri bilinmiyor ancak fabrikanın yıllık cirosu 150 milyon tl. fabrika mercedes, gm, volvo gibi birçok otomobil üreticisin tedarikçisi. ortalama %6 net karla dönen fabrika tüm kesintiler ve maliyetler düştükten sonra yılda 9 milyon tl kar ediyor. 9 milyon tl günde 27 bin tl’lik bir maaşa tekabül eder.

    burada 1200 kişi çalışıyor. 20-30 kişilik usta başı / şef kadrosu hariç geriye kalan yaklaşık 1000 kişi asgari ücretle çalışıyor. (701,14 tl) ali 1000 kişiya ayda 1.000 tl vermek yerine asgari ücret verip yılda yaklaşık 3,6 milyon tl daha fazla kazanıyor.

    1 kişi 1 yılda 3,6 milyon lira daha fazla kazanıp yaşam standartını bu rakam doğrultusunda yükseltirken geride kalan sermayesiz 1000 kişi 3,6 milyon tl’den feragat ediyor.

    ali her yıl ortalama kazandığı 3,6 milyon tl’nin bir kısmı ile eşiyle yurtdışı tatilene çıkıyor. yaklaşık 3 hafta kaldıkları amerika’da, günlüğü iki kişi için 1.200 tl olan, newyork’un en güzel caddelerin’den 5th avenue’ye bakan bir suit’te kalıyor. ali sermaye sahibi. ve sadece güzel vakit geçirmek için bir gecelik konaklamaya 1.200 tl veriyor.

    daha net bir ifadeyle ali 30 günlük ayın 1 günü için 1.200 tl bedel ödüyor. ali bir işçisinin yaşam standartını arttırcak günlük 33 tl harcamada bulunmaktan kaçınıyor ama bu 33 tl’ nin yaklaşık 40 katı bir parayı sadece bir gece için verebiliyor. ali bu otelde kalabiliyor, çünkü çalışan işçiler yılın 365 günü 10 tl ((1000-700)/30) daha az alım gücü karşılığında saatlerini, fiziklerini, ruhlarını ve zaman zaman onurlarını, ali’nin zenginleşmesi için pazarlıyorlar.

    işçiler her 1 saatlerini yaklaşık 3,8 tl’ye ali’ye satıyorlar. ali işçilerin saatlerine 1,5 tl daha vererek 5,3 tl olmasını kabul etmiyor ve bunun karşılığında yılda 3,6 milyon daha fazla kazanıyor. ali newyork’u çok seviyor ve amerika’ye ne zaman gitse newyork knicks maçlarını kaçırmıyor. ali sermaye sahibi. işçiler ise değil.

    3 haftalık amerika tatili yaklaşık 45 bin tl’ye mal oluyor. ali’nin eşiyle geçirdiği 3 haftalık (21 gün) keyifli tatil, fabrikasında sabah 9 akşam 5 çalışan, günün 2 saatini yolda geçiren, 8 saati uyuyan ve sevdiği adamı / kadını toplamda 4-6 saat arası görebilen 5 adet işçinin yıllık (365 gün) maaşından daha fazla tutuyor.

    5 işçinin 365 gün’lük maaşları toplamı 42,060 tl. ali’nin 3 haftalık tatili ise 45 bin tl. 5 kişi bütün bir sene çalışarak bu parayı kazanıyorlar. bu parayla her gün işe geliyor ve işten eve dönüyorlar. bakkal’dan ekmek, süt, yumurta alıyorlar. ayda 1 gün kasap’tan et alıyorlar. çocuklarını okula gönderiyor, hastalandıklarında hastane’ye götürüyorlar. elektrik, su, doğalgaz faturası ödüyorlar. daha az yakıt maliyeti karşılığında soğuk bir evde oturuyorlar. kıyafet alıyor, çocuklarına harçlık veriyorlar. ortalama 4 kişilik bir aile reisinin evine bu asgari ücret karşılığında günlük 23 tl giriyor. her bir birey için günde ortalama 8 tl harcayabilirler yani.

    ali zamanında atalarının yapmış olduğu akıllı hamleler sebebiyle son derece güçlü, oturaklı, onurlu ve mutlu. ali yılda 9 milyon tl, günde 24 bin tl kazanıyor ve çok mutlu. ali’nin fabrikasında çalışan hasan abi ise 45 yaşında. ruhunu, bedenini, zaman zaman ise onurunu saati 3,8 tl’den ali’ye satıyor. akşam eve geldiğinde kendini ali kadar güçlü, başarılı ve onurlu hissetmiyor. eşini günde sadece 4-6 saat arası görüyor.

    ali atalarının yapmış olduğu akıllı hamleler sebebiyle bundan tam 34 yıl önce dünyaya bir sermaye sahibi olarak geldi. anaokulundan liseye kadar 4-5 kişilik sınıflardan oluşan butik özel okullarda, liseyi robert kolejinde, üniversiteyi amerika’da okudu. yüksek lisans’ını ingiletere’de yaptı ve türkiye’ye dönerek kurulu olan işin başına geçti ve mutlu bir evlilik yaptı. bütün bu eğitimi almadan da işin başına geçebilir ve mutlu bir evlilik yapabilirdi.

    sermaye bütün seçenekleri aynı yola çıkartır.

    bu yıl kazandığı 9 milyonun bir kısmını işine yatırarak kapasiteyi arttırmayı ve yaklaşık 300 yeni köle daha çalıştırmayı planlıyor. ali sermaye sahibi.

    bundan 45 yıl önce dünyaya gelen hasan abi ise sermaye sahibi değil. hiçbir zaman da ol-a-madı. çünkü bile bile lades olmak istemedi. sermaye sahibi olabilmek adına atabileceği tek bir kurşunu yoktu. eğer olsaydı da o kurşunun kafasının arkasından çıkacağını iyi bilecek kadar akıllıydı.

    hasan abi’nin 24 yaşında bir oğlu var. bu sene boğaziçi’nden mezun oldu. mercedes firmasıyla satış pozisyonu için görüşmeler yapıyor. yaklaşık 4000 tl net maaşla işe başlayacağını öngörüyor. hasan abinin oğlu erdem saati 21 tl’den ruhunu, bedenini ve zaman zaman onurunu mercedes firmasına satacak. günün 10 saatini işte, 8 saatini uykuyla, 2 saatini trafikte geçirecek. eşini günde 2 ila 4 saat arasında görebilecek. eşi mercedes satış müdürüne ünvanı ve apoletinden ötürü gurur dolu gözlerle bakacak erdem’e. mortgage ile ev alacak her ay 2500 tl ödeyecekler. kalan 1500 tl ile erdem maaş zammı ya da pozisyon alana kadar kıt kanaat geçinecekler.

    erdem sistemin ona verdiği apolet sebebiyle mutlu ve susacak.
    hasan abi susmak zordundaydı ve sustu.
    ali ise daha ucuz iş gücü için kendine bangladeşte yer bakıyor ve haftaya newyork knicks maçını izlemek üzere newyork’a uçacak.

    3 yil sonra gelen 2015 edit: emekcilere selam olsun!

    bu da bonus: #50595767
  • epey yıl önce, koyu türkçü militaristim o zamanlar. en sevdiğim facebook sayfası militarizm ve onun uzantısı olan anti komünizm. neyse anlayacağınız bol bol kapitalizmi savunan, sosyalizmi ve komünizmi gömen yazılar okuyacak fırsatım da oldu. tabi o zamanlar daha yaşamak için çalışmak zorunda olduğum gerçeği ile yüzleşmemiştim.

    neyse ergenlik falan bitti istediğim yeri kazanamayınca mezuna kalmakla birlikte bir de başarısızlığımdan dolayı aklımca kendimi cezalandırmak için bir işe girdim mavi yakalı olarak. yapılı vücuduma güvendiğim için de epey ağır bir is seçmiştim; un fabrikasında çalışıyor, maskesiz tozun dumanın içinde nefes alıyor, kulaklıksız makine gürültüsünün içinde çuvallara un veya kepek givi ıvır zıvırları dolduruyor, daha sonra da 50 kiloluk çuvalları güneşin altında kamyona yüklüyordum. haftada 6 gün, günde 10 saat iş. bir gün tatil var, o tatilde de belinin ağrısı bile geçmiyor zaten.

    60lı yaşlarda bir dayı vardı arada onla sohbet ediyoruz. aramızda geçen diyalog şöyle bir şeydi.

    d:dayı b: ben
    d: çok yerde çalıştım bu zamana kadar salça fabrikası, turşu fabrikası...
    b: en zoru hangisiydi?
    d: en zoru burası.
    b: şimdi yaz olduğu için çok is varmış. kışın bu kadar iş olmuyor dediler bana.
    d: ulen burda iş biter mi be, burda hiç iş olmasa sana şu bahçedeki otları tek tek yoldururlar.

    sonra öğreniyorum ki bu dayı bir de bu işten çıkınca anlaştığı bir komşunun ineklerini beslemeye mi ne gidiyormuş. neden bu kadar çalışıyon dayı diye sordum, kızım için dedi.

    başka bir gün fabrika sahibinin yeni aldığı bmv'yi işçilerden birine yıkattığını gördüm. sanki "bakın sizin bütün emekleriniz sadece benim kişisel ve lüks zevklerimi tatmin etmek için" demek istiyormuş gibi fabrikada tutuyordu arabayı.

    yine bir gün, patronun çocukları yeni yapılan depoyu her gün keyif olsun diye hortumla yıkaya yıkaya bodrum katını suyla doldurmuşlar, baya içinde kurbağ yavruları falan var bir sürü. verdiler bize iki tane bakır ufakcana da bir aygıt, böyle suyu yavaşça boşaltan, dediler ki bu depodaki suyu boşaltın. normalde hayatta yapmayacağım iş, ama patrona hayır denmez tabii işi bırakacak halimiz yok, hem ailemi bir kez hayal kırıklığına uğrattım ikincisi olmaz. birkaç milyon kez eğilme ve 3 gün sonra o iş de bitti.

    bütün bunları ve daha fazlasını yaparken hep bunun geçici olduğuna inanarak avuttum kendimi, sonra bir an kendimi o insanların yerine koydum, kalıcı olarak bu işi yapan insanların. sabah güneş doğarken gidiyorsun, akşam güneş batarken geliyorsun; önünde hiç umut yok, haftalar aynı şekilde geçiyor. hani insan öğrenci olur der ki kendi kendine bir gün bitecek bu çile; bu sınavlar bitecek, bu sene bitecek, bu okul bitecek. bu adamlarda o da yok. günler hiçbir şeyi değiştirmiyor. sıfır umutla yaşıyorlar.

    ama belki de en kötüsü budur, bir süre sonra tüm bu çileye alışıyor olmaları. düşün sen zorluklar içinde kimsenin bilmediği bir yerde ömrünü harcarken birileri dünyanın bütün nimetlerinden faydalanıyor ve sen bunu kabulleniyor, zamanla buna alışıyorsun.

    bundan sonra çok farklı işlerde de çalıştım sırf deneyim olsun diye; inşaatta, tostçuda, elekrikçide... dayı haklıymış böylesi zor iş yoktu ama gördüğüm hiçbir işçinin hali de öyle kabul edilir gibi değildi.

    şimdi burada kapitalizmi sanki vatanını savunur gibi savunan, kendisi gibi düşünmeyen herkesin hatalı olduğunu düşünen, kendinden oldukça emin arkadaşları görünce aklıma geldi bu anılar tekrardan.

    valla arkadaş ben ne komünistim ne de sosyalist. artık evrensel temel gelir mi getireceksiniz, sosyalizm mi getireceksiniz napacaksınız bilmem; yalnız şunu diyorum ben, içinde bulunduğumuz sistem kabul edilemeyecek kadar insanlık dışı, eğer ısrarla her şeyin süper olduğunu söylüyorsanız muhtemelen kandırılmışsınız. geçmiş olsun.

    edit: imla
  • önce hikaye:

    almanya'da yaşıyorum. kısa bir süre önce kendi şirketimizi kurduk ve duvar dekorasyonu satıyoruz. online satış tecrübemiz var, hiçbir zaman bir mağaza deneyimimiz olmadı. yasadigimiz sehirin tek diyebileceğimiz bir alisveris caddesi var. orada güzel, gösterişli bir mağaza bulunuyor ve belediyeye ait. belediye 2018´den bu yana her yil 2 ayligina 15 şirkete kiralıyor bu mağazayı. pop-up-store olarak kullanıyor bu 15 şirket mağazayı ve başvuru yapıldıktan sonra belediyenin ekonomi destek kolu tarafından şanslı şirketler seciliyor. ödenilen kira da baya düşük öyle bir mağaza icin.
    aslında kesim ve aralık´ta 15 şirkete kiralanan bu mağaza bu yil pandemi nedeniyle eylül & ekim / kasım & aralık aylarında 8 şirkete kiralandı.
    bize eylül ve ekim ayi cikti. tabi noel öncesi alisveris furyasından nasibimizi alamayacağız bu durumda ama acikcasi kendimi almanların noel alisveris maratonuna hazır hissetmiyorum. hem is tecrübesi hem de iki küçük cocukla aile yasantisi acısından.

    1 eylül´de açtık mağazayı. konsept sahana, kendimizi boyadık duvarları, kendimiz temizledik tuvaletinden mutfağına kadar. ortak bütçe oluşturup ortak alisveris yapıyoruz vs. bi´nevi komün hayati da yasıyoruz diyebiliriz.

    anlatmak istedigimin daha iyi anlasilmasi icin konsepti yakından tanıtmak istiyorum. katılan şirketlerle devam edersek:

    1. kahveci. pahalı bir kahvesi var, ancak fair trade ve direkt kahve cifcisinden satın alıyor tabi. cok lezzetli. iki ortağı var. ortaklardan biri ölünce o zamanlar 19, simdi 25 yaşında olan oğlu devralıyor babasının isini ve büyütüyor. simdi kendi whiskey ve gin üretim tesisleri ve markalari var. ancak pop-up-store´da sadece kahveleri yer alıyor ve insanlar cok uzaklardan bu kahveyi almak icin geliyor. basında pek duran olmuyor, biz satıyoruz kahvelerini, zaten kahve kendi kendini satıyor. 1,5 haftanın sonununda en cok ikinci kazancın kahvede oldugunu söyleyebilirim.

    2. yeşil cay, yeşil cay kapsülü, safran ve ucucu yağlar saten bir şirket. iki ortağı var. alman olan ortak big boss edasında standının basında durmuyor, macar ortak biraz amele gibi kullanılıyor. basında duran olursa fena satmıyor, boş kalınca biz yeterli bilgilendiremediğimiz icin müşterileri satisi olmuyor. ama adamların satma gibi bir kaygısı yok, reklam amaçlı oradalar.

    3. el emegi bir is. ahşap skulpturlar, belli bi ağaçtan yapılıyor, adam babasından devralmış, noel pazarlarında standı oluyor. kendisinin oyup şekillendirdiği ahşapların icine çeşitli yağlar damlatılıyor, onları da satıyor. ahşabın agzini büyük bir misketle kapatıyor, koku salinimi olmuyor. acicinca tekrar koku yayılıyor vs. özellikle yaşlı ve zengin almanlar bayılıyor, gayet iyi satış yapıyor adam.

    4. gluten içermeyen ekmek karisimi. bu ürün de kendi kendini satıyor kahve gibi. adam yillar önce kendisi icin hazirladigi karisimlari marka haline getirmiş online satıyor. beyaz yakalı bir adam. maaşlı bir isi olduğu icin tuzu kuru, satış kaygısı yok.

    5. elbise satan bir gazeteci kadın. elbiseler cok özel, en ucuzu 250 eurodan başlıyor. simdi ne oldugunu anlatıp kadının fikrinin calinmasina vesile olmak istemem. en cok satan modeli 395 euro ve haftada rahat 5 elbise satıyor. kadın gazeteci olduğu icin satış kaygisi yok, elbiselerden elde ettigi kazanc cok büyük. iki elbise sattigi günlerde şampanya patlatıyoruz kutluyoruz mağazada.

    6. ari evleri. bunlar da el emegi. üstelik satan kadın kendi atölyesinde yapıyor. atölyesinde birçok makinesi var ve günlük, aylık gibi abonelikler mevcut. ustaların yardımıyla herkes kendi dolabını, masasını kendisi yapabiliyor orada. sahana bir konsept. cevreci insanların ilgisini cok çekiyor. üstelik asalak gibi her seyi satın almak, her seyi parayla yaptırmak istemeyen insanlari atölyesine çekebiliyor.

    7. esasında eski klise canları restore eden bir aile şirketi. 150 yıllık geleneği olan bir şirket. pop-up-store´da 25 yaşındaki 6. nesil duruyor. genc adamın mesleği gümüscülük ve kendisinin ve ekibinin el emegi gümüş kaseleri vs. satıyor mağazada. avuç ici kadar kaseleri 400-500 euro´dan başlıyor. satışta olan bir şamdanın fiyatı 6500 euro.

    8. sirket biziz. benim. ben duruyorum mağazada. duvar dekorasyon ürünlerimle. cok kaliteli kartpostal bastırdık flyer yerine. insanlar kullanabilsin istedik. üzerine de grafik olarak sattigimiz ürünleri yerleştirdik, sahane görünüyor. magazasinin ilk günleri kartpostal vermek istediğim insanlar zaten çöpe gidecek almayayım teşekkürler deyip geciyordu. boyamalari icin küçük cocuklara veriyordum. sonra genc bir kadın geldi ve inanamıyorum ücretsiz oldugunu, üc adet alayım 5 euro vereyim dedi. ısrar etti ama almadım parasını. baska bir kadın geldi, reklamınız bile yok üzerinde, nasıl ücretsiz olur, cercevelecegim o kadar güzel dedi. qr code kullanıyoruz kartın arkasında. elimde patladı diye düsünürken her biri ayrı tecrübeli olan diger şirketlerden calışma arkadaslarimin da ısrarı üzerine kartpostalları paralı yapmaya karar verdim. 1 euro bir kart. günde 10 tane kartpostal satıyorum simdi. bedava dagitirken 10 tane gitmiyordu.
    insanlar bedava olduklarını gördükleri an degersiz olduklarını düsünüyorlar. çöpe ait oldugunu düşünüyorlar. ancak parayla olduğu an bir deger biçebiliyorlar o ürüne. hem bu yüzden satılıyor kartlar hem de artik en ucuz ürün kahve veya ekmek karisimi degil, benim kartpostallarım. bu da aslında para harcamak istemeyen, ancak sadece iki ay orada oldugunu bildigi bir markadan da bir şey almak isteyen insanların benim kartımı alıp boş cikmamasindan kaynaklı.

    sanirim kapitalizm pratikte böyle bir sey. teoride ne oldugunun bir önemi yok.

    ahsap skulptur yapan arkadas sadece orta boy satış yaparken hic ürün satamiyormus, sonra daha küçük ve büyük boylarını da üretmiş ki, orta boy dikkat ceksin. insanlar küçüğü alarak en ucuzunu ve büyük boy ile de en pahalisini almak istemediği icin orta boylarda satış patlaması yaşıyor.
  • kapitalist üretim ilişkileri denen şey, bildiğin efendi köle ilişkisi. ve bu ideo-politik, ajitatif bir metafor falan değil. çok basit, yalın bir hakikat yalnızca. bunu okuyan sen, dünyadaki birkaç yüz binlik bir azınlıktan değilsen, her günün belli bir bölümü için, bildiğin kölesin sevgili kardeşim.

    ortalama bir işçi, günde 9 saat çalışıyorsa örneğin, bunun 4 saati kendisi, 5 saati patronu için çalışıyor. hadi beşe dört olsun. olmadı altıya üç olsun, velev ki norveçte yaşayan bir beyazsın. saçın sarı, gözün mavi, coğrafyandan sağlam petrol çıkıyor, devletin keyfi yerinde, sana da payını veriyor, hava soğuk ama ortam güzel. akşamları irish pubına da gidersin, sınırsız kesintisiz sansürsüz internetine de girersin, hiçkimse karışmaz. altıya üç.

    hah. arkadaş, biri dese sana, benim için "şunu şuradan şuraya götüreceksin, günde üç saat. haftada beş gün. karşılığında bişey yok. hadi bakiim. yarın öğleden sonra bekliyorum." naparsın? naparsınız? yapar mısınız? aslında yapıyoruz, sadece bunu bu çıplaklığıyla farketmiyoruz. bunun afrikadan gemilerle getirilen siyahilerin kırbaç zoruyla çalıştırılmasından farkı, sömürü mekanizmasının biraz daha karmaşık bir biçime bürünmesi o kadar. anahtar şurada: kapitalist, işçiye emeğinin karşılığını vermiyor. emek gücünün karşılığını veriyor. onu da elbette yeniden üretimi için gerekecek minimum miktar üzerinden veriyor.

    bu ne demek? karmaşıklıktan, sürecin evrenselliğinden falan kurtulmak için basite indirgeyeyim, özünü ortaya koymaya çalışayım. diyelim ki sen, ertesi sabah 7de kalkıp işe gidebilmek, günde 10 saat asgari bir verimde çalışabilmek, patrona atar gider yapmamak için günde bir kap yemek yemesi yeten bir canlısın. kapitalist sana bu durumda günde bir kap yemek veriyor. ama sen, gün boyunca ona 3 kap yemek yapıyorsun. o da bunu satıyor, parasını alıyor. aradaki iki kaplık fark nereye mi gidiyor? kapitalistin cebine! çünkü doğa, yemek için para istemiyor! hani şu "ama maliyet?" falan muhabbeti var ya. arkadaş, meyvesini kopardığında para isteyen bir ağaç, çelik madenine inerken "ablacım sen bana çekiçle vurup duruyosun ama beleşe olmaz, kilosu 2 lira" diyen bir dağ gördün mü? maliyet yok, para yalan! hani "ürünü 5 liraya 'mal edip' 9 liraya sattığından" falan kazanıyor denilir ya kapitalist, o aslında senin emek gücünü 5 liraya mal edip, senden 9 liralık ürün çıkardığı için kazanıyor parasını. kapitalist üretim ilişkisini bir sömürü ilişkisi yapan da bu zaten. ortada emek sömürüsünden başka bir kazanç yok, olamaz. sadece bu kazancın çeşitli yollardan paylaşımları, karmaşık dağılımları söz konusu (finans kapital, ticaret vs.)

    hah. sana verilen 900 lira, işte tam olarak o 1 kap yemeğin parası. yani kapitalist diyor ki, "arkadaş, buna günde şu kadar watt elektrik, şu kadar metreküp doğalgaz, şu kadar litre su, şu kadar domates, şu kadar biber, şu kadar megabayt internet versem, çocuğuna iki yılda bi çift ayakkabı, kendisine yılda bir gömlek versem -yani bizim 1 kap yemekle basitleştirdiğimiz şeyler-, bu yarın sabah yine işe gelir, 9 saat verimli çalışır." işte senin maaşın bu güzel arkadaşım. ama senin o 1 kabını üretmek için, bir işçinin 3 saatlik emeği yetiyor. oysa sen, ertesi gün, 9 saat çalışıyorsun. artı değer, tam olarak senin o 6 saatlik emeğindir.

    --- spoiler ---

    eğer tüm bunlar size "masal" gibi geliyorsa, "arkadaş, patron niye illa emek gücümü satın alıyo olsun ki? belki emeğimin karşılığını veriyo, nerden belli?" diye soruyorsanız, bir kapitalist, yani üretim aracının sahibi, nasıl oluyor da kar ediyor, bunu açıklamaya çalışın. tutarlı bir biçimde açıklamayı başardığınızda, kendinizi burada özetlediğim, marx'ın kapital'deki açıklayıcı eleştirisinde bulacaksınız. mesela, bu insanlar acaba, bana hem emeğimin karşılığını verip, hem 15 liralık malı 20 liraya satıyor olabilir mi? olamaz. çünkü metaların piyasadaki değişim değerini belirleyen, içlerinde birikmiş emek miktarıdır. bunu başka bir şekilde formüle etmeye çalıştığınızda, yapamayacağınızı göreceksiniz. başka bir yolla bu fenomeni, görüngüyü, olguyu (üretim araçlarının sahibinin, kar etmesini, işçilerden daha çok para kazanmasını) açıklamaya çalışın. mesela daha mı çok çalışıyorlar? yoo? gerçekten deneyin, fikirlerinizi, önerilerinizi buraya getirin, tartışalım. vakit buldukça cevap vermeye çalışacağım, söz.

    --- spoiler ---

    kısacası, hepimiz, şayet üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip değilsek, günümüzün önemli bi miktarını yalnızca, kelimenin gerçek anlamıyla, metaforsuz, doğrudan doğruya belli birkaç insan için harcıyoruz (genel olarak "toplum" falan için değil. a, b ve c kişileri için). onlar için terliyor, onlar için yoruluyor, onlar için geriliyor, onlar için çalışıyoruz. kaslarımız onlar için yıpranıyor, beynimizde onlar için elektrik dalgaları oluşuyor. senin mesain, öğlen bir buçukta bitiyor. saat bir buçuğu geçtikten sonra, bir köleye dönüşüyorsun. ben çalışmayacam dediğinde, aç kalıyor, sokakta donarak ölüyorsun. "peki madem, ben çalışacam, ama günde 3 saat kendime 6 saat sana çalışacağıma, bari senin için 3, kendim için 4 saat çalışayım yav insaf" diyosan, polisten gaz yiyorsun, hakkında soruşturma ve dava açılıyor, işten de çıkarılıyorsun. sırada zaten milyonlarca işsiz var. çaresizler. ve varlık sebeplerinden biri de bu. çaresiz olmak, yedek kulübesi önünde ısınma hareketleri yapmak.

    ne kadar çok çaresiz işsiz varsa, kapitalistin işçiler karşısında o kadar "seni kapı önüne koyarım" kozu var demektir. ama kapitalist, diğer yandan metalarını satın alabilecek güce sahip bir kitleye de ihtiyaç duyar. sorun da burada ya! diğer kapitalist şirketlerle rekabet edebilmek için 10 işçiyle yapılacak şeyi, 5 işçi + 2 makineyle yapma seçeneği olduğunda, bunu seçmek zorundadır. çünkü eğer büyümez, tekelleşmezse, kendi şirketi bir başka şirket tarafından yutulacak, pazardan silinecektir. bunun için, yutan kişinin kendisi olması gerekir. ve büyümenin, yani karını arttırmanın, "maliyeti" düşürmenin yolu,

    1) ya işçiyi daha fazla sömürmektir (çalışma saatini arttırarak veya aynı süre için 1 kap yerine yarım kap vererek) ki bunun için ya kendi ülkesinin işçi sınıfıyla tekrar kavgaya girişecek, kazanılan hakları geri almaya çalışacak (bkz: kemer sıkma politikaları), (bkz: yunanistan) ya da ülke falan işgal edecektir -zahmetli iş-;

    2) ya da üretim sürecini makineleştirmek, otomasyona geçmektir: gelişen teknolojinin sayesinde aynı metayı daha az "maliyetle" üretebilir, üretim süreci ucuzlar. aksi takdirde buzdolabını diğer markalar 600 liraya satarken o 750 liraya satmaya çalışıp batacaktır. ya aslında bu çok iyi değil mi? teknolojiyi, bilimi kullandı, savaşa, işgale gerek kalmadı işte? malesef öyle olmadı. çünkü bu durumda hem artı-değer çekeceği işçilerden beşi çıkmış olur, hem de bunu tüm kapitalist şirketlerin yapmaya zorunlu olarak eğilim gösterdiği (5 işçi çıkarıp yerlerine iki makine almak) düşünüldüğünde, metasını satın alacak yeterli sayıda insan kalmaz (işsizleşen nüfusun alım gücü düşer ve onların yerini alan makineler, bilgisayarlar vs. coca-cola satın alamaz) ve kölelerinin ürettiklerini paraya çeviremez. aha kriz. "üretici güçlerin gelişiminin (teknoloji, bilim vs. sayesinde) bir noktasında üretim ilişkileri ile çelişkiye girmesi" şeklinde tarif edilen işleyişin vechelerinden biri budur. elektronik biletin kullanıma konması, gişe memurlarının parasız kalması, artık ayda 3 yerine 2 coca cola satın alınması demektir. o 1 coca cola işte çok pis elde patlar. televizyonlarda gördüğümüz prof ünvanlı kişilerin etrafında dolanıp durduğu sorunun hiç değinmediği kaynağı budur. kapitalizm bununla başa çıkmak zorundadır. nasıl peki? herkes yunanistan gibi olmayı göze alabiliyor mu? ya özgürleşme mücadelesi kitleselleşir, elimizdekinden de olursak? ya da işten çıkardığı gişe memuruna zorla 1 coca cola daha satamayacak ya?

    yunanistan gibi olmak, kendi köleleriyle mücadeleyi alevlendirme riskine girmek istemiyorsa, olanını, o yarım kaba razı olan işçiyi bulacak, ya da o fazladan 1 coca colayı satın alacak yeni birilerini bulacak. kapitalizm, bu yüzden hep yeni pazarlar, yeni iş gücü kaynakları, yeni doğal kaynaklar bulmak zorundadır. emperyalizm, kabaca kapitalist üretim tarzının yukarıdaki içsel ve yapısal çelişkilerinin doğurduğu bu zorunlu yayılma mücadelesine denir ve gerekirse bu sorunu savaşla halleder. her emperyalist yayılma savaşla olmak zorunda değildir. ama şartlar gerektirdiğinde, kimse kimsenin gözünün yaşına bakmaz. son birkaç on yıl içinden örnek için tam olarak bakınız afrika (sadece libya değil, haberlerini yalnızca bbc çevirilerinden aldığımız, kanına ekmek doğranan onlarca ülke), bakınız ırak, bakınız suriye. uluslararası bir şirket, norveçli ablaya kabul ettiremediğini, tayvanlı çocuk işçiye kabul ettirir. senin teptiğin nike topu pakistanlı garibanların, yediğin çikolata fil dişi sahillerindeki çocuk tarım işçilerinin, evindeki kalorifer tesisatı bir gün bir "iş kazasıyla" patlayıp gitmesine iddaa'nın 1.4 oran verdiği bir türkiyeli gencin elinden çıkıyor. savaş sanayisinin kendi iç dinamikleri ve eğilimleri, yani zorunlulukları da manzaraya eklendiğinde, afrika ya da ortadoğu'nun herhangi bir ülkesindeki bir gerginlik, aniden silahlı çatışmalara dönüşebilir. tabi bu da kendi olanaklarını yaratır, "istikrar sağlamak" üzere "uluslararası barış güçleri" devreye girer. savaş sanayisinin görece dar gerekleriyle küresel kapitalizmin görece geniş çaplı gerekleri böyle bir iş birliği de yapar. böylece hem yarım kapla çalıştırılabilecek yeni köleler elde edilir, hem de o artan 1 coca-cola'yı satın alacak yeni bir pazara ulaşılır.

    peki tüm bu süreci nizama sokan, yoluna koyan, arkasını toplayan nedir? hepimizin o çok bayıldığı devletler. kapitalizmin yürümesinin koşullarından biri olan mülkiyet ilişkilerinin bekası devletten sorulur. üretim ilişkilerinin yalnızca yasal alandaki çıktısı olan bu mülkiyet ilişkileri zorunludur çünkü üretim araçlarının özel mülkiyeti canla başla korunmazsa, kölelik de söz konusu olamaz, o zaman da sömürü ve sermayenin yegane kaynağı ortadan kalkar. vehbi koç'un kenan evren'e 12 eylül mektubu, komünistler işçilerimizi nasıl aldatıyorlar gibi metinler ağır ibretliktir, gerçekten bu memlekette neler döndüğünü öğrenmek isteyen herkesin okuması lazım. devlete biçilen görev, işte tam olarak kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimi, yani devamlılığın sağlanması, bu nizama sokma, yoluna koyma, arkasını toplama işidir ve bunu tüm düzenleyici kurumlarıyla, şiddet aygıtı olan kolluk gücüyle, hukuku, medyası, okulları ve siyasetçilerinin söylemsel çerçevelerini de içeren ideolojisiyle birlikte yapar. ideoloji yalnızca thy işçilerinin grevini ülke çıkarlarına ters bulan bir muktedirin televizyondaki açıklaması değildir. ideoloji, fetih 1453'te salonları dolduran efendilerin ve kölelerin hep beraber, güçlü bir birlik ve dayanışma ruhuna bürünmesini -kimse bu ruhun sahte olduğunu da iddia edemez!- perdede insanlar katledikdikçe tüylerinin coşkuyla diken diken olmasını sağlayan, türkiye'nin en büyük kapitalistlerinin cenazelerinde *kendi kölelerinin* bir araya gelip samimi bir biçimde gözyaşı dökmesini, ona yürekten -gerçekten yürekten- şiirler yazmasını sağlayan şeydir. kadın bedeni pazarlayan manukyan öldüğünde halkı televizyon başında ağlatan, vah çektirendir. ah, ne çok vergi veriyordu o güzel kadın! ideoloji, devletin çocuğunuza okuttuğu hayat bilgisi kitabıdır, yök denetimli üniversitesindeki "kriz uzmanı" ekonomi profesörüdür -sık sık tv'de uzman görüşürüne başvurulur,- rtük denetimli dizisinde "çalışıp alnının hakkıyla ekmeğini kazanan namuslu, gayretkeş, şükretmesini bilen genç"tir.

    devlet ve ideoloji, kendisine efsaneler, fantastik kahraman/liderler yaratır (bkz: türk tarih tezi), (bkz: kemalizm), "birlik ve beraberliğe bu en çok ihtiyaç duyduğumuz günlerde" der, hepimiz aynı gemideyiz der, "biz kocaman bir aileyiz" der (bkz: milliyetçilik), (bkz: ulus devlet) ve yukarıda yapısını ve mekanizmasını açıklamaya çalıştığım sömürü ilişkisinin, işçi ile işveren arasındaki özgür bir "alışveriş" biçiminde düşünülmesine yol açar. haritası kimi zaman soykırımlarla, bastırılan kimliklerle ve masabaşında çizilmiş bir ulus devlet içinde herkesin aynı koşullarda, ortak çıkarlar uğruna yaşadığını öne sürer. ne de olsa hukuk önünde herkes eşittir, yargıya güvenimiz sonsuzdur. örneğin yeni yapılacak bir anayasa efendilerin anayasası değil, efendisiyle, kölesiyle yetmiş beş milyonun ortak ve demokratik iradesinin temsili olacaktır. işte herkesin eşit şartlarda doğup büyüdüğü bu ortamda, kapitalist, kötülükler kraliçesiyle savaşmış, ejderhalarla boğuşmuş, büyük risklerin, büyük "maliyetlerin" altına girmiştir (dağın tepesindeki dere ondan suyun litresi elli kuruş diye haraç kesiyo çünkü). o da bir zamanlar odun taşımış, fırında ustalık yapmış, ama çok çalışmış, kazanmıştır. bugün işçilere ekmek vermektedir, uluslararası bir marka olup ülkemizi temsil etmekte, göğsümüzü kabartmaktadır (nato uçaklarının yerle bir ettiği libya'da altyapı ihalesine girmiştir). kapitalist devletler, ve hatta emperyalistleşmeye çalışan devletler o kadar ahlaksızlaşabilir ki, bu ulus devlet ideolojisini kimi zaman anti-emperyalizm söylemi üzerinden kurgular. biz de "amerikan emperyalizminin kölesi olmamak" için mc donalds'tan alışveriş yapmaz, lahmacuncuya gider, günde 9 saat ayakta duran, fırın sahibinden duymadığı küfür kalmamış 17 yaşındaki bulaşıkçının temizlediği tabaklardan yemeğimizi yeriz. yüzde yüz yerli sermayedir, o çocuğa bişey olmaz.

    ve tüm bu ahval ve şeraitte, hani 1 mayısta meydanlara doluşan, polisten dayak yiyen, operasyon dalgalarıyla patır patır toplanıp cezaevinde insanlık dışı koşullarda hayatta kalmaya çalışan, cahil liberallerin alay ettiği, sağcıların saldırdığı insanlar var ya? işte bugün senin emek gücünün yeniden üretiminin minimum maliyeti çeyrek kap değil de 1 kap olarak veriliyorsa, o insanların kapitalist üretim tarzının ortaya çıkışından beri verdiği tarihsel ve uluslararası özgürlük mücadelesinden dolayı, o çeyrek kapla çalışmayı reddettiği, çok ağır bedeller ödeyerek girdiği hegemonya mücadelesinde aldığı haklar, kazandığı mevzilerden dolayı bu. emin olun, hiçbir kapitalist, haftalık çalışma süresini 77 saatten 60lara, ellilere, bazı ülkelerde kırka "bizim çocuklar çok yoruluyor" diye indirmedi. kapitalizmin özgürleşme mücadelelerinin yeterince kuvvetlenemediği koşullarda neler yapabileceğini görmek istiyorsanız, (bkz: vahşi kapitalizm). vahşi kapitalizm yeryüzü tarihine not edilmiş talihsiz bir anı değil, kapitalizmin kendi habitatı, doğal ortamıdır. o yıllardaki zulme benzer efendi köle ilişkileri, bugün afrika'da, hindistan'da, çin'de, türkiye'de, örneğin o fetişleştirdiğimiz elektronik ürünlerin fabrikalarında, meşhur dönercilerin hayvan işkencehanelerinde, hamburgercilerin çağrı merkezlerinde yaşanan bir gerçekliktir. bugün hepimize son derece "doğal" gelen ve hep geri çekilme eğiliminde olan haklar, bu şartlarda verilen zorlu mücadelelerle kazanılmıştır. tarih, bu mücadelelerin tarihidir.

    tekrar söylemek istiyorum. yarın öğlen bir buçuğa kadar kendiniz için çalışacaksınız. ondan sonra siz de diğer tüm işçiler gibi birer köleye dönüşeceksiniz. o yüzden, bir daha düşünün. yarın öğlen bir buçuk olduğunda bunları düşünün. o mücadeleler olmasaydı, bugün günün *yalnızca* 6 saati değil, 9 saati köle olacaktık, onu düşünün. dünyanın bütün işsizleri emek sürecine katıldığında, hepimize günde 3,5 saatlik çalışma yetebilir, teknolojinin gelişimiyle bu süre giderek düşebilir, onu düşünün. ve günün hiçbir saati köle olmamak da mümkün. en çok, onu düşünün.
  • - "anne üşüyorum.sobayı yakamaz mısın?"
    "kömürümüz yok"
    "neden?"
    "çünkü baban işsiz kaldı"
    "neden?"
    "fazla kömür olduğu için"

    kaynak: cehenneme övgü
  • rezil gibi sicak bir gunde, sizin ustunuz yapi$ yapi$ ter iken sadece ti$ortle, yaninizdan camlari kapali olarak gecen, takim elbise, kol dugmeli bir adamin kullandigi klimali arabadir kapitalizm.
  • kapitalizm bir ekonomik sistem sadece. insanlığın geldiği sosyolojik ve ekonomik aşamaların sonucu olarak ortaya çıkmış. alternatifsiz değil.

    garip bir şekilde üç milyar yıllık evrim tarihi unutulur da güçlünün zayıfı ezmesi kurgusu kapitalizme mal edilir. sanki kapitalist ekenomiden önce güçlüler zayıfları üzümle, şarapla besliyor sırça köşklerde ağırlıyorlardı. "kapitalizm insan doğasının kaçınılmaz bir sonucudur." gibi bir söylem de pek doğru olmaz bana kalırsa zira insan doğasının sonucu olan pratikteki uygulamalardır, kapitalizmin kendisi değil.

    ekonomik bir sistem olarak kapitalizm boktandır zira uzun vadede dengeden ziyade abartılı bir kutuplaşma, kitlesel çıkar çatışmaları yaratma eğilimindedir. pozitif geri beslemelidir; bir birim kapital sahibi, kapitalini kullanarak yeni bir birim daha kazanıp iki birim kapitale sahip olur, sonra bu iki birimini dört birime, dördü sekize, sekizi onaltıya çıkartır lakin elinde kapital bulunmayan yıllar boyu sıfırda sayar.

    alçak frekans amfilerinin çoğunda negatif gerilim geribeslemesi denilen bir yöntem kullanılır. bu yönteme göre çıkış sinyali belirli bir oranda zayıflatılırak ters çevrilir ve giriş sinyaline karıştırılır. bu geribesleme sistemin lineerliğini ve kararlılığını arttırır. kapitalizmin uygulamasında da buna benzer bir uygulama var: gelir vergisi. sosyal devlette teorik olarak çok gelir elde eden oransal olarak da çok vergi verir ve bu vergi az gelir elde edenlerin yararına kullanılır; yol yapılır, kanalizasyon yapılır, içme suyu sağlanır bazen direk gelir yardımı verilir bazen de ördek beslenir. pratikte vergi sistemi kimi gerekçelerle pek iyi işlemiyor olsa da bu sistemin değil uygulayıcıların sorunur. (aslında türkiye'de milliyetçiliğin en büyük çelişkilerinden biri de budur; fakir çoğunluk garip bir şekilde milliyetçidir ülkemizde ve vatanını, milletini çok sever, bir türk dünyaya bedeldir diye övünür. ne yazık ki dünyaya bedel olan türklerin çoğu gelirlerinin bedellerini ödemekte aynı "iyi niyeti" göstermiyorlar, bu da dolaylı vergiler yüzünden yine en çok fakirlerin hayatlarını zora sokuyor. neyse.)

    bana kalırsa kapitalizmin sorunu başka bir yerde; uluslararası bir geribeslemesi olmamasında.
    tüm dünyada üretilen gelirlerin yarısını sekiz büyük ülke paylaşırken en fakir elli ülke toplam gelirim yüzde sekizini dahi alamıyor. amerika birleşik devletleri 1997 verilerine göre silahlanmaya 276 milyar dolar harcamış ki bu kadar para, yatırımı falan boşverin, direkt yiyeceğe harcansa tüm afrika kıtasını 10 sene doyurabilecek kadar çok.
    (bkz: bir orman gibi kardescesine yasamak)
    kendi vatandaşlarından elde ettikleri gelire göre artan oranlarda vergi alan devletler, bu vergileri üzerinden herhangi bir ödeme yapmak durumunda kalmadan yine kendi vatandaşlarının daha çok gelir elde edebilmesi için yatırım yapmakta kullanıyorlar. misal amerikan vatanaşlarının ödediği vergilerle yapılmış uçaklar bağdatı bombalıyor, ırak ve çevresindeki petrol kuyuları amerikanın kontrolüne giriyor, bu da amerikalıları daha zengin yapıyor. oysa bir çeşit "uluslararası vergi sistemi" olsa, mesela geliri giderinden çok oldugu için benzin fiyatlarında sübvansiyon yapan avustralya hükümeti o parayı somali'ye aktarsa, belki gelecekte somalili insanlar da 21. yüzyıla yakışır koşullarda yaşama imkanı bulabilecekler. şu an dünyada bunu sağlayacak bir yaptırım gücü yok. avustralya devleti'nin tek sorumluluğu kendi vatandaşlarına karşı sadece. ilk başta insanın aklına birleşmiş milletler geliyor bu uluslararası yaptırım gücü için - sonra hemen geçiyor.

    kapitalizmin kimi araçlarının değiştirilmesi güç hatta içerisinde bulunduğumuz çağ için çoğunun en optimize durumlarında bulunduklarını bile söyleyebiliriz. ama uluslararası bir geribesleme herkesin birey birey mutluluğu için gerekli görünüyor bana zira eminim hiç birimiz dedelerimiz gibi savaşlarla büyümüş insanlar olmak istemeyiz.

    kaynaklar kısıtlı oldugu sürece onları kimin kullanacağının mücadelesi her zaman olacaktır. insanların kurdugu ekonomik sistemlerden beklenen varolan kaynakların insanlar tarafından mümkün oldugunca adil bir şekilde paylaşılmasını sağlamaktır. yoksa savaşlar asla bitmeyecek.

    bütün bunlar benim şahsi fikirlerim, külliyen yanılıyor olsam sorun değil, mühendisim der sıyrılırım işin içinden.
  • sıradan bir üniversite hayatı yaşayan öğrenciyim. öğrencilik hayatını bilirsiniz işte, çoğunlukla parasız geçer. genelde yumurta, dürüm çeşitleri, tavuk döner, ekmek arası yapılan ucuz marka sucuklar ve buraya ekleyebileceğiniz daha bir çok örnek, ortalama öğrenci hayatının ana besin kaynaklarını oluşturuyor. makarnayı unutmamak lazım tabi, şüphesiz biz makarnaya hakettiği değeri vermeyecek vefasızlardan değiliz.

    tabi bu öğrenci adamın bir de kız arkadaşı varsa arada para biriktilir, aktivite yapılır. internetteki fırsat sitelerinden birinde güzel bir beşyıldızlı otel kampanyası bulmuştum geçenlerde. para biriktirmiş, tek geceliğine o otele kalmaya gitmiştim kız arkadaşımla. gayet lüks bir oteldi. zaten öyle bir yerin kapısından girdiğin andan itibaren kendini özel biri sanman için pek çok sebebin oluyor. odaya yerleşir yerleşmez, havuzlardan birine gitmek için odadan ayrıldık. yalnız bu sırada oda numarasını unutmuştuk. dönüşte oradaki görevlilerden biriyle konuşmamızı aktaracağım:

    ben: merhaba. biz oda numarasını unuttuk da. yani hızla çıktık. bize yardımcı olabilir misiniz?
    görevli teyze: tabiki efendim, hangi kattaydı efendim odanız.
    b: ya sanırım 2. katta olucaktı, biraz kafamız karıştı, sorgulatma şansımız var mı? (biz de düz idiotuz bu arada)
    g: tabi efendim. şimdi resepsiyonu arıyorum, bekleyin efendim.

    daha sonra kadın orada bulunan bir telefondan resepsiyonu arayarak ismimizi sorgulattı.

    g: 2. kat iki yüz bilmem kaç no'lu oda efendim.
    b: sağolun size de zahmet verdik.
    g: lafı mı olur efendim. size iyi günler dilerim.

    yaşı 50lerinde bir teyze bana sayamayacağım kadar çok efendim demişti. ben sıradan öğrenci evinde karnını zor doyuran sefil öğrenci, orada bir efendi oluvermiştim. çünkü o kadının bir ayda kazandığı paranın yaklaşık 3 te birini bir gecede harcamıştım.

    işte böyle boktan bir şey kapitalizm. 3-5 kuruş uğruna sabahını akşamını çalışmakla geçiren, eli öpülecek yaşta bir kadının, 20 yaşlarında bir öğrenciye -sırf parası var diye- efendim demesidir. ben ne ara böylesine efendi olmuştum şaşırmıştım doğrusu. "usta ordan bi yarım tavuk atsana içinde ketçap mayonez olucak yalnız, ha turşusu da bol olsun" adamı bir anda salon adamına evrilmişti. "adaletini sikeyim dünya" diye düşündüm. işte kapitalizm, egolarımızı tatmin ederek paramızı bizden çalarken, sömürdüğü emekçiye de bu aşşağılık seviyeyi uygun gören sistemin ta kendisiydi.

    bugün ev arkadaşlarımdan biri kız arkadaşını lüks bir restorana götürdü. tabi yeni başlayan ilişkilerde böyle şeylerin erkenden yapılması elzemdir. neyse arkadaşım eve geldiğinde sordum "nasıldı mekan" diye. cevap şuydu " yemekler güzeldi abi, hizmet çok iyi, bir de kendini önemli biri gibi hissediyorsun. işte x bey şarabınızı tazelememizi ister misiniz, tabi lütfen" tarzı diyaloglardan fazlasıyla anlattı.

    netice olarak işte ne ben ne ev arkadaşım özel, önemli falan değildik-değiliz. herkes kadar yani. işte ben gecenin bir vakti sözlükte entry yazan, fikirlerini paylaşan öğrenciyim. evde lise yıllarında kalma eşofman altıyla dolaşan, saçma sapan geyik muhabbetleri yapan insanlarız lan işte. ama parayı elimize geçirdiğimiz anda efendiler oluyoruz. yürüyüşümüz, bakışımız, tavırlarımız, davranışlarımız değişiyor. belki sokakta görse yüzüne bakmayacak adam, 3-5 kuruş için sana kendini kral gibi hissettirmek zorunda kalıyor. sen de bu zahiri sınıf farkı algısına kapılıp, kendini unutuyorsun. böyle adaletsiz, böyle ahlaksız birşey nasıl normal karşılanıyor, benim de aklım onu almıyor.

    edit: öğrencilerin temel bezin kaynaklarını anlattığım listede patatesi unutmuş-saymamış olmam beni ziyadesiyle üzdü. patates kızartması candır.
  • bu aslan mevzuu sözlükte önceleri çok yer aldı, ama nerede olduğunu hatırlamadığım için tekrar yazıyorum.

    kapitalizmin normatif doğa analojicileri söyleyiversin, aslanın sermaye birkimi de var mıymış? iki zebra daha fazla öldüreyim de çocuklarım rahat etsin deyip, biriktirdiklerini kuşaktan kuşağa mı aktarıyor?

    ihtiyacı olduğu kadar öldürüp yiyen hayvana ben niye orospu çocuğu diyeyim? elinde güç olduğu için artık değerin nasıl dağıtılacağına karar verip, kendini mi zenginleştiriyor aslan, kaplan? yahu bırakın bu saçmalıkları.
  • siyasi biri degilim. boyle terimlerde tartismalara girecek kadar derin bilgi sahibi degilim. icimdekileri kusmak icin dogru baslik mi bilemiyorum ama 20 gunluk bir calisma hayatimdan ogrendiklerimi anlatmam lazim be sozluk!

    6 ay once turkiye'nin hatri sayilir bir sanayi sehrinin en buyuk holdinginde tum fabrikalara (6 fabrika ve 4 buyuk isletme var) besleme yapan merkez isletmesinde 20 gun kadar muhendistim. is basvurumu yaparken sahit olacaklarimin boyutunu tahmin ediyordum ama "bu kadar da olmaz be abi!" diyecegim aklima gelmezdi. fabrika mudurunun yaninda calisiyordum ve anlatacaklarim bizzat onun agzindan duyduklarimdan ibarettir.

    olay 1:
    kisin tam ortasi. fabrikalarin birinde isciler montla, hirkayla, atki, bere ile calisiyorlar. fabrikada sicak hava ile calisilmasina ragmen icerisi buz gibi. fabrikanin muduru iscilerin bu halini holding'in sahibine iletmeye karar verir. "efendim xxx departmanimizda isciler usuyorlar, bir isitma sistemi kuralim" der. bizim holding babasi, "bana maliyet ve aylik gider hesabi cikar, bakalim" der. bir hafta sonra mudur, maliyeti yaklasik 1000 tl olan ve aylik bir gideri olmayan (fabrikalarda surekli donen sicak hava kullanilacak) bi sistem onerir. gunler gecer, patrondan ses seda yok. dayanamayip mudur tekrar holding babasinin yanina cikar. "gel senle odama gecelim" der ve patronun tum fabrikalari goren manzarali odasina giderler. is basvurularinin yapildigi danisma kulubesini gostererek:

    - goruyor musun mudur bey, kapimda calismak icin yalvaran kopek cok. sanki hepsinin evinde sömine, jakuzi, kalorifer mi var? gecekondudan gelme adamlar hepsi. soguktan sikayet eden varsa yanima gelsin yerine asagidan adam alayim. biri gider, biri gelir. o kadar para baglayamam ben bunlara.

    not: kullandigi "kopek" tabirinden dolayi ozur diliyorum ama aynen boyledir. para baglayamam dedigi miktar bir kereye mahsus 1000 tl'dir.

    ---------------
    olay 2:
    holding ve sahipleri sadece kentte degil turkiye'de nam salmis cok buyuk bir sirkettir. bir donem, holding patronunun torunu icin recep tayyip erdogan'in kizi sumeyye erdogan ile evlenme dedikodulari donmeye baslar (bu torun, su an bir akp milletvekilinin kizi ile evlidir, gecen seneydi sanirim dugunleri oldu). o donem recep tayyip erdogan ile ankara'da bir is gezisinde bulusan bu torunun babasi (holding sahibinin oglu oluyor haliyle) basbakana dert yanmaktadir:

    - basbakanim... sizden sikayetciyim. sut parasi, cocuk parasi, dogum parasi, issizlik parasi, vs... diye bir suru sey cikardin. eskiden fabrikalarimda calistirmak icin suruyle adam olurdu kapimda. ama su an asgari ucret icin calistiracak adam bulamiyorum. '700 tl'ye fabrikanin kahrini cekecegime 300 tl'ye issiz kalirim daha iyi' diyor adam gecen yanima gelmis. 'sana mecbur degilim' diyor yani. mecbursun kardesim. benim yanimda calismaya mecbursun. ac kalirsin yoksa. sayin basbakanim, bunlari bu hale getirme lutfen, simartma bunlari..

    not: oglu ile sumeyye erdogan arasinda evlilik muhabbetleri oldugundan basbakan ile aralarinda samimiyet var ve bu kadar ileri gidebilyor.
    ---------------

    benim calistigim merkez isletme butun fabrikalarin elektrik, dogal gaz, su tuketimini yonettiginden butun fabrikalarin faturalari bizzat bizim departmana gelirdi, ben de dosyalardim. gecmis butun faturalar benim elimdeydi ve ben oradayken bir kere fatura geldi. soz konusu holding'in ne kadar buyuk oldugunu hakkinda fikriniz olsun:

    (tum isletmelerin toplam miktari)
    dogalgaz: 6,500,000 tl
    elektrik: 3,500,000 tl
    su: 400,000 tl

    bu sadece faturalara odenen para. aylik kazanilan parayi, edilen kari siz dusunun...

    ve "o kadar para yatirmam" dedigi 1000 tl'yi...

    tanim: bir para yonetim bicimi.
hesabın var mı? giriş yap