aynı isimde "merak (yıldız)" başlığı da var
  • anlatılmaz, gösterilir..

    *
  • pek meraklı birisi değilimdir ben. "peki bu bilgi benim ne işime yarayacak?" sorusu belki de en sık sorduğum soru. bilhassa benden saklanan sırlar varsa hele, hürmet ederim. didiklemem. kahvenin kıvamı, kurabiyenin şeker miktarı, geçmişten yadigâr bir hatıranın manâsı, o çok güzel kehribar yüzüğün nereden alındığı... neyi neden giymiş mesela, kimi niye sevilmiş? kim kime ne demiş?

    hülâsa öğrenme isteğimi tahrik etmiş bile olsa sırrı sırlamayı severim. herkesle ve her şey ile, her türlü bilgi kırıntısını kuşanarak, oyuncağımmış gibi, biraz oynayıp sıkılarak, bir köşeye atıp unutmanın acısı, merakımdan daha kuvvetli bir his benim için. yaklaşmayı ama dokunmamayı severim. koklamayı koparmaya, seyretmeyi saklamaya tercih ederim. merak denen sürekli aç gezen, obur canavarın içimi kemirmesine müsaade etmem. ne kadar yerse yesin doymak bilmeyen devasa hacminin gönlümü tarumar etmesine dayanamam. büyütmeden terbiye etmeye uğraşırım. o bana saldırmadan ben onu ehlileştirmeye çalışırım.

    yine de sadece bir tek şeyi merak ediyorum. üstelik cevabından da neredeyse eminim. yine de sormadan edemiyorum.

    bir ihtimal daha var mıydı ki?
  • eski doktora danışmanlarımdan birinin söylediği bir söz: "doktora sen bırakmadığın sürece bir şekilde biter" olmuştu. bu adam öyle odtü, boun filan değil, oxfordluydu. satır arasında demeye çalıştığım şey şu: akademik başarı kesinlikle zeka ya da akıl isteyen bir şey değil. genel olarak sebat isteyen bir tür başarıdır. türkiye'de de gereksiz yere çok büyütülür. çünkü türkiye'de bir zamanlar para kazanmanın tek yolu "üniversite okumak" denen konunun özünden tamamen kopmuş bir aksiyondan geçiyordu. "üniversite okumak" nedir ya? üniversite denen şey böyle telaffuz edilecek bir yer değil. daha konuyu hiç anlamadığımız telaffuz edişimizden belli oluyor. bu daha çok bir tür saplantı bu, üniversite okumak. geçenlerde sasa polyester hakkında bir tweet attım, 150 binden fazla etkileşim aldı. orada da kendisini savunan insanların en başta gelen argümanı, hani "ben çok zekiyim, bu zor işi kaç defa yaptım bak hele" diyor, "2 üniversite mezunuyum, 3 üniversite mezunuyum" diyerek. "adam akilli bir tanesini okusaydın, tek bir tanesi de yeterdi" diye cevap verince de engelliyorlar. lisans eğitimi öyle 5 defa yapılınca filan çarpı 5 ya da üssü 5 şeklinde büyüyen bir avantaj sağlamaz. konu bu değil işte. konunun aslı bir işe yaramak, iş üretmek, katkıda bulunmak, yenilik yapmak. yani novelty üretmek. yoksa bugün türkiye'deki müfredatı 30 yıldır güncellenmeyen eğitim programını alsan ne almasan ne? bunun içine türkiye'deki her üniversiteyi katıyorum. birbirimize o hava attığımız, ben şura mezunuyum, bura mezunuyum diye. ya da iyi okullardan mezun olamayınca kendimizi eksik hissetmemiz. bunlar tamamen toplumsal aşağılık duygusunun yaşattığı şeyler. hepimiz üniversite okumak zorunda değiliz. iyi bir tesisatçı olmak da çok değerli bir şey. fakat biz bir şeyi yaparken, nasıl yaptığımıza ve çıktıya değil, nasıl göründüğümüze bakıyoruz. yarın bir gün bu yeni gelen afganlar musluk tamiri yapıp rezidanslarda oturmaya baslayınca ağlamak yok ama.bunları anlatmayacaktım aslında, fakat konu böyle başladı. asıl konu merak üzerineydi.

    türkiye'de bir diğer çok büyütülen ve yükselere çıkarılan şey de merak denen şeydir. bunu da meşhur eden celal şengör oldu. bir gün fatih altaylı ile çıktığı bir programda "önce meraklı olacaksın kardeşim, değil mi?" dedi, (bu arada fatih altaylı'nın yaptığı işe büyük saygım var). bunun üzerine bütün yarım eğitimi tayfa "waow" dedi ve ondan sonra "abi biz meraklı bir millet değiliz, abi bizde merak yok" yaygarası başladı. bu dünya'da merak dedin mi akla bizim millet gelir. "ya biz öyle bir meraktan mı bahsediyoruz, akademik meraktan bahsediyoruz" hayır kardeşim, merak, meraktır. evet çok önemlidir merak, fakat daha çok ikili ilişkilerde önemlidir. birini merak ediyorsan, onun içine düşersin zamanla. fakat o merakını giderdikten sonra ne olacak? ayrılık! demek ki mesele merak değilmiş! evet merak önemlidir fakat asıl mesele merak değildir veyahut ilişkinin kopmaması için durumsal bir çıkar olması lazımdır. bu başka oturumun konusu. peki merak değilse o zaman asıl olan nedir peki? onu anlatacağız!

    meraklı değil, dertli olacaksın! dert edineceksin bir şeyi önce kendine! daha öncesinde bu dert edindiği şeyi "peki bunu nasıl yapabilirim?" zihniyetin de hazır olacak. bakın yöntem değil, yani nasıl yapacağını bilmekten bahsetmiyorum, "nasıl yapabilirim" diyebilme zihniyetinden bahsediyorum, yoksa "bunu yapamayız ki ama" dersin, çıkarsın işin içinden. merak hızlıdır. merak anlıktır. kısa ömürlüdür, kısa vadede iş görür. dert ise uzun vadelidir. dert edindiğin şeyi de çözene kadar bırakmazsın peşini. merak öyle değildir. merak gelir, sonra bir bakarsın gitmiş. dert öyle değildir. dert ancak derman bulununca ortadan kalkar. mesela birisi kalkar, insanların birbirleriyle uzaktan iletişim kurmasını dert eder. gider telefonu icat eder. merak oburluğa müsait bir duygudur. insan durmadan bir şeyi merak edebilir. kontrolsüzdür. dağınıktır. ben de merak ediyorum bir sürü şeyi. merak basit bir duygudur. yarı yolda bırakır. ilişkilerden örnek verelim, eski sevgilinizi merak edersiniz, herkes eder, ne yapıyor, ne ediyor, beni özledi mi vs. sonra geçer, sonra bir daha merak edersiniz, iki bakarsınız, "ha yokmuş bir şey" geçersiniz, gider. fakat eski sevgiliniz "gerçekten nasıl" bunu dert edinseydiniz, ona ulaşırdınız. kapısına giderdiniz. belki kovalanırdınız fakat oraya, yanına giderdiniz yani. o yüzden merak duygusu değildir yeni şeylerin ortaya çıkmasını sağlayan şey. kafaya takmaktır, dert edinmektir. merak filan gibi hikayeleri batı tarzı storytelling public relations teknikleridir. bunlar discovery channel filan ile ortaya çıktı. bugün işte görüyoruz, hepsi tekstil markasına dönüştü filan. carl sagan kendine uzayı dert edinmişti, ne var ne yok diye, öteki hikaye anlatıcısı tip neil degrasse tyson bu işi ticarete dökmüş bir nevi bilim ile kandıran bir dolandırıcı. nasıl bugün türkiye'de allah, din, kitap, peygamber vs. ile kandıran siyasetçi varsa bu adam da bunun bilimci versiyonu. uzay, zaman, fizil, karadelik, nötron yıldızı vs. ile kandırıyor. son 5 yılda filan byle bir takım platformlar da çıktı bunlar da aynı şekilde. bunların amacı bilim filan değil, bilim ile para kazanmak. çünkü dertleri bilim değil. dertleri para. merak ile başladılar ise ve asıl dertleri olan paraya yöneldiler. hikaye hep aynıdır. derdini takip edersin. tek gerçek odur çünkü.

    mesela steve jobs örneği verelim. adam, aesthetics, estetik takıntılı biri. bilgisayar ekranında yazılar çok çirkin görünüyor diye buna takıyor kafayı ve tek derdi estetik olarak güzel bir bilgisayar yapmak. ekran derken frame, çerçeve bundan bahsetmiyorum, dos ekranında yazan siyah o çirkin yazıların çıktığı ekranı diyorum. koskoca apple denen şirket bu amaç uğruna kuruluyor. başlangıç ama bu. daha sonra da gelişiyor. gelişmeyebilirdi de, girişimcilik dünyasında milyarlarca batık teşebbüs söz konusu. bugün neden bütün dünya'nın geri kalanı, şu an novel bir şey değil de ilk defa apple'ın ürettiği bir aleti üretmeye devam ediyor. neden her ciddi değişiklik apple şirketinden geliyor ve diğerleri takip ediyor? çünkü bir şeyi ilk onlar yaptı ve bu bir gelenektir. gelenek sadece evlenmeden önce hayvan kesmek değildir. burada konu "samsung'un kamerası daha iyi apple alan hava atmak için alıyor" konusu değil. apple bugün bir tür prestij ürününe de dönüşmüş bir markadır. prestij ürünü olmasının sebebi de novel olabilmesinden geçer. apple novel bir markadır ve onun kullanıcısı da bu noveltyden anlar, "ben anlarım, anlıyorum" imajı verir. çünkü novelty güzelliğinden gelir. sadece işleve değil güzelliğe de önem vermiştir. bunu bugün yapmak mesele değildi ama 50 sene önce yapmak önemliydi. bu markayı kuran adamın derdi de buydu zaten. güzellik ve estetik. hiçbir zaman en iyi fiyat performans ürününü yapacağız demedi bu adamlar ya da en hızlı işlemci, en responsive yazılım yapacağız demediler. gerçi dememelerine rağmen bunları da sundular fakat asıl konularie estetik oldu her zaman. çünkü, yukarıda dediğimiz gibi, kurucusunun dert edindiği şey estetik idi. bunu da yaptı. bunu yapsanıza "merak" ile. en estetik telefon nasıl olurdu diye merak mı etti şimdi bu adam, ortaya bu telefon çıktı. merak, 21. yüzyıl postmodern hikaye anlatıcılarının, herkes kolay yutuyor diye pek de anlamadan kullandıkları bir dolandırıcılık aletidir. merak bizi hiçbir kontrollü bir yere götürmez. çünkü bir şeyi merak ediyorsak, kaderimizi ona bırakırız. o şey olduğu haliyle ne işe bize o şekliyle hükmedecektir. zaten temel bilimciler de bunu böyle savunurlar "biz hakikatin peşine düşüyoruz" derler. hakikatin peşine meraktan düşülmez, hakikatin peşine ona kafayı takarak düşülür. o yüzden tarihteki bütün isim yapmış insanlar biraz delidirler. merak ile olacak değil bu, hepimizde var merak. merak ile ancak, burslu doktora öğrencisi olunur. noodle yersiniz 4 sene boyunca. laboratuarda çalışırsınız, cuma akşamları da fakir ülkelerden gelmiş bütün alt-kültür insanlarıyla oturur çay içersiniz. merak sizi buraya götürür. fakat dert, takıntı başka yere.

    mesela, izlemişsindir, the prestige isimli film. orada robert angier adam kendisini kopyalıyor, sonra gidiyor her defasında kendi kopyasını öldürmek zorunda kalıyor. metodu tam bulamamış. ruh hastalığına bakar mısınız? fakat adam yapmış işte bir şekilde. dert edinmek budur işte. hastalıklıdır. fakat sonunda eğer başarılırsa, dünya değişir. geri kalanı fasa fisodur. neymiş, önce merak lazımmış. meraksız biri mi var bu dünyada. hiç merak etmeyen, cinsel olarak beğendiği muhtemel partnerinin genital organlarını merak eder, kadın erkek fark etmemekle beraber. dert edinmek başka bir şeydir fakat. dert edindiği şeye insan hayatını koyar.

    derdi olmayan insandan yönetmen olmaz mesela. derdi yok ki ne anlatacak filminde? sadece estetik sapıklığı varsa bile ona göre bir film çeker. o da bir tür takıntı. quentin tarantino mesela, ben hiç sevmem, ayak takıntısı var adamın, her filminde de bir şekilde bir ayak sahnesi vardır. anlatacak hikayenin olması lazım, dert budur.charlie kaufman mesela, sosyal antropolog adam. insanı takmış kafaya. insanı kazıyor, içine iniyor. sonuçta bu adama netflix gibi avam bir ortama i'm thinking of ending things gibi bir film çektiren şey, bu adamdaki insanı tanıma arzusu ve güdüsü yani derdi. mesela derdi olmayandan fotoğrafçı da olmuyor. ressam da olmuyor. sanat ile alakalı hiçbir şey olmuyor. güzellik ile estetik ile alakalı hiçbir şeyde iyi bir üretici olmak mümkün değil takıntılı olmadan. her yazıda referans verdiğim gibi paul dirac, güzellik takıntılı biri, matematikte güzellik takıntılı biri. güzel olmayan matematik denklemlerinin yanlış olduğunu düşünen biri. buna takmış kafayı, sonra ortaya çıkardığı güzelliğe bir bakar mısınız: the dirac's equation. bu denklemi öyle pat diye buldu sanmayın, bundan önce daha karmaşık bir formül ile yazıyor aynı sonuç bulan denklemi. sonra o güzellik takıntısı işte burada son buluyor. merak olsaydı bu adamın motivasyonu, bir yerde tükenirdi ve "amaan, kısasını da başkası bulsun o zaman" der geçerdi. biz de bugün dirac'ı değil, dirac üzerine çalışan başka o yeni takıntılı tipin ismini duyardık. resimden örnek van gogh verilebilir. görüneni mükemmel anlatmanın, görünmeyenin yani hissedilenin anlatılmasından daha önemli olmadığını ısrarla resimlerinde defalarca aşağılanmasına rağmen büyük bir saplantıyla, delirene kadar savunan bir ressam. bu adama ancak saygı duyulur. öte yandan renklere takıntılı.

    dertli olmak, takıntılı olmak, sıradan fabrika ayarı işçi olan halk gözünde düpedüz manyaklık gibi görülür. burada paradan puldan bahsetmiyoruz. biri varlıklı da olabilir fakat işçi zihniyetli olabilir. mesela van gogh'un ailesi çok zengin. van gogh bilmiyor muydu bir resim galerisi açıp yan gelip yatmayı? bir şeye takıntılı olmak demek, ağzından salyalar akarak, hiçbir şeyi dikkate almadan mal gibi bildiğini okumak, kimseyi dinlememek de değil. karşına çıkan problemlerden yılmamak demek, kabaca. merak denen şey bizi bu engellerin üzerinden geçirecek yeterli içsel enerjiye sahip değil. reaksiyonun entalpisini karşılamıyor merak. dert edinmiş olmak, takıntılı olmak fakat öte yandan bu enerjiyi barındırıyor, reaksiyonun ihtiyacı olan enerjiyi karşılıyor. bir şeyi kafaya takmış birini ne durdurabilir? hiçbir şey durduramaz. biz türkler olarak buna aslında çok meyyal bir milletiz fakat bizim kafaya taktığımız şeyler çok dandik şeyler. genellikle ikili gönül ilişkilerine kafa takılıyor. örf namus bahanesine gurur kafaya takılıyor. her şeyi gurur meselesine dönüştüren insan geri zekalı insandır. bunu unutmamak lazım. çünkü her şey kolayca gurur meselesine dönüşebilir. bu da aşağılıklık kompleksinden gelir. "bana bilmem ne dedi, gurur yaptım, gittim öldürdüm" avukatlarımız bu hikayeyi binlerce kez duymuştur. her şeyi bir gurur meselesine çeviririz. hacamat yaptırırken ensesini yaralayan ünlü filozof marcelius wallece'in büyük sözü şöyle der: "pride only hurts, it never helps, fuck pride." traduttore traditöre: "gurur hiçbir zaman ise yaramaz, sadece sorun çıkartır, sokarım gurura".

    aynı, merak ve dert edinmekteki gibi, gurur ve başka bir şeyde de benzer bir ilişki vardır. o da onur. gurur için yapılan saçmalıklarda, gurur yerine onurlu olmak ön plana konulursa, gururun başımıza açacağı belalar otomatik olarak ortadan kalkardı. yine kolay anlatabilmek adına ilişkilerden örnek vereceğim, mesela, sevgiliniz sizi aldattı, sonra gurur yaptınız gittiniz siz de onu aldattınız. o kısa anda gurur, önceki hissettiğiniz aşağılanmışlık duygusunun bertarafı sebebiyle size iyi hissettirir. fakat mekanikma böyle değildir. aslında siz aldatılarak aşağılanmış olmazsınız. burada konu sizinle alakalı bile değildir. fakat siz de reaktif davranıp gidip benzer hareketi yapınca bu sefer uzun vadede ortada artık iki kaybeden vardır. iki tane onursuz insan. halbuki, sevgiliniz sizi aldattığında, siz bu durumu aynı onun yaptığı gibi saçma sapan hareketler yapmak yerine durumu acele etmeden karşılamış olsaydınız, en azından ortada sadece bir tane onursuz olacaktı. o da sizi aldatan, eski sevgiliniz. bu denkleme her türlü şeyi koyabilirsiniz. iş ilişkileri olsun, ortalıklar olsun, ticaret olsun her şeyi. devletler arası pragmatik ilişkiler hariç çoğu şey bu denklem ile çalışır. öte yandan da bu demek değil ki onurlu olacağım diye bana her şey yapılsın ben de türk dizilerindeki esas oğlan tripleriyle eyvallah çekeyim. onur denen şey ile yeri geliyor, atatürk'ün yaptığı gibi bütün bir emperyalizm ile harbe giriliyor. onur böyle bir şeydir. onurlu olmak, daima alttan almak demek değildir, bugün atatürk onurlu durmasaydı abd mandası olacaktık veya sakarya'da ricat etmeseydi, belki anavatanı kurtaramayacaktık.

    akademik kariyer dışarıdan bakılınca hoş görünüyor diye yapılacak bir şey değil. bu aslında her iş için böyle. bunları bir yandan da özellikle iyice palyaço gösterisine dönüşen bilim sahnesi için üzüldüğüm için yazmak ihtiyacı hissettim. şimdi bir örnek daha veririm de yine akp'li derler diye özellikle geri çekiliyorum. bu da stratejik geri çekilme ahahah.

    toparlarsak, merak lokal, dert edinmiş olmak/takıntı globaldır. merak weak form, takıntı strong formdur. merak kısa vadelidir, takıntı uzun vadelidir. merak anlık olarak cezbedicidir, takıntı ise ilanihaye. gurur ve onur için de benzer şeyler söz konusudur. bir şeyi yaparken gurur tarafından yönetilmemeliyiz, onurlu olup olmadığımıza dikkat etmeliyiz. yine benzer weak form strong form ilişkisi var. gurur, bizi yönetir, direksiyon başında gurur vardır. halbuki bizim haritamiz, takip ettiğimiz yol onurlu olmalı. dolayısıyla, direksiyonda kimin olduğu önemsiz olsun. çünkü onurlu yolda gidilecek yol zaten bellidir. ben bu hayatta, gururla hareket eden önemli bir insan görmedim. öte yandan da akademik başarı haricinde gerçek dünyada kalıcı başarılar edinmiş onursuz insan da görmedim. burada bir düşünceyi kuramsallaştırmaya çalışmadığımdan dolayı, kendi tecrübelerimden çıkarak, bu lafı ediyorum, burada felsefi açıdan hiçbir şekilde anlamı olmayan bir şey olduğunun farkında olarak yapıyorum bunu. fakat, yazının bu kısmını okuyan necip okuyucu, kendi çevresine de bakıp bir consititutive law, kurucu ilişkiyi kullanıp bakarsa, gururlu insanları ve gerçek başarıyı elde etmiş insanlarda bu kurucu ilişkiyi test ederlerse yüksek oranda çalıştığını da görecekelr. kısacası, bu kurucu ilişki teoride değil pratikte işimize yarayacak bir kurucu ilişkidir. yaramadığı yerde de atın bir kenara.

    necip okuyucuya saygi ve minnetle.
  • aklın kalbi.
  • üniversitedeyim. bölümün bilgisayar lab.ından print out alabilmek için kota açtırmam, bunun için de bankaya para yatırmam gerekiyor.
    henüz açılmamış olan banka şubesinin önünde bir aşağı bir yukarı dolanıp bekliyorum. bekliyorum. bekliyorum.
    aaa! bi buton var duvarda.
    allah allah? ne ola ki bu?
    hmm... elektrik düğmesi gibi. kapının önünün ışığını mı yakıyo? olur mu len! içerden yanıyodur o.
    e ne peki o zaman? garaj kapısı falan mı var burda? yook. hem böyle garaj kapısı mı açılır? cık, olmaz.
    acaba önceden vardı da bina bankaya sonradan verildi, onlar da ellemediler mi bu düğmeye? koskoca banka bi tane dandik düğmeyi kaldıramamış mı duvardan?
    teallaam! ne lan bu? oyf!
    eheh, bankanın ziliymiş bu mesela, çalıyomuşuz, güvenlikçi gelip açıyomuş kapıyı. ahahahah!
    o değil bu değil! ne olm bu?
    bassam?
    aman n'olcak? güdümlü füze fırlatacak hali yok ya, basayım gitsin anasını satayım!
    aha da bastım!
    eee? olmuyo bi'şey.
    hmm...
    e az daha basayım.
    hani ışık mışık yanmıyo? ses falan da yok?
    allah allah?

    aa güvenlikçi geliyo içerden. hah, açıyolar galiba şubeyi. iyi süper!

    - bi'şey mi vardı?
    - yoo. şubenin açılmasını bekliyorum.
    - yok yani, zile basıyodunuz da, acil bi'şey mi var dedik.
    - haa! zil miymiş o? eheh pardon. ne işe yaradığını merak ettim de. [iç ses: oyoyoyoy harbi zilmiş lan!]
  • penceresi hoş bir manzaraya açılan bir odanın hudutları, o seyre dalan bir çocuğun hayal gücü ile birleşince genişler. kerpiç duvarlar insanın duygularını bir süzgeçten geçirir ve şekillendirir. gömme dolap, kabe desenli duvar halısı, yer minderleri, köşe yastıkları, soba ve güneyi gören pencereye yılların sığar da özlemin sığmaz. o pencereden her baktığında yüce dağları tüm heybetiyle izlersin de doyamazsın. kar fırtınalarında gözden kaybolur da o dağları yine hissedersin. uzaklardan gelen poyraz uğultusunu dinlersin ve dağlardaki ayazı hayal edersin. bir pencere ve dağ, sana dünyaları ve onun ötesini verir. o evden koptuğunda ise rüyaların başlar. rüyalarında o dağların ardını görürsün. küçük yerleşim yerleri, yaşlı ağaçlar, dereler, ufuk çizgisine kadar devam eden irili ufaklı tepeler. tekrar tekrar aynı rüyayı görürsün. çocukken bir şeyi merak ettiysen bir daha ondan kurtulamayacağını anlarsın böylece. geriye tek seçenek kalır. bu da ne pahasına olursa olsun o dağların ardında gerçekten ne olduğunu görmek olur. ve bu sefer onun hayaliyle gelecek ilk yaz mevsimini beklemeye başlarsın.
  • varlığı yokluğuna ulaşmak içindir. cahil iken kamil olmak içindir.
  • merak, çocuk yapmaya benzemez.
    iki kişi gerekmez.
    merak, doğmaz, doğurulmaz.
    merak, uyanır; uyanınca bir daha uyumaz.
    merak ölmez, öldürülmez.
    merak, anca, dönüşür.
    merak kontrol edilmez.
    merak, hiçbir şey vadetmez. hiçbir şey vadetmediği halde bu kadar çok şeyinizi alabilen kaç şey var?
  • itaatsizliğin en saf halidir.

    p.s. ben demiyorum, nabokov diyor. (bkz: vladimir nabokov)
  • bir insanı yaşarken öldürmek, robotlaştırmak ya da zombi haline getirmek isteseydin ne yapardın sorusuna vereceğim tek cevap sahip oldukları merak içgüdüsünü ellerinden almak olurdu.

    bazen çevreme bakıyorum. insanlar zaten robotlaşmış, bazı rutin şeyleri sürekli yapıyor. sohbet etmeye çalışıyorum ve gördüğüm tek şey merak içgüdülerinden yoksun olmaları. başka ilden tanıdığım birine soruyorum. oraya gelsem bana nereleri gezdirirsin. liste çok kısa. ömrü boyunca yaşadığı yeri merak etmemiş. çocukluğunda bile bu sokak nereye çıkıyor diye sorgulamamış. büyüdüğünde falanca numaralı belediye otobüsü nereye gidiyor merak edip atlayıp götürüdğü yere gitmemiş. kimileri aileleri tarafından bu şekilde yetiştirilmiş, kimileri zamanla bu duyguyu kaybetmiş.

    olay sadece yaşadığı yer ile ilgili değil. mesela fiziksel yalnızlığın sebebi de meraksız olmak. yolda gördüğünüz, bir kafede gördüğünüz birisi ile tanışmak konuşmak istemiyorsunuz. merak etmiyorsunuz onu. birisi size onla tanış dediğinde "neden?" diye soruyorsunuz. o anki meşgalesini bile merak etmiyorsunuz. ya da otobüste yanınızda oturan adamın okuduğu kitabın adına bakmıyorsunuz, kitaptaki cümleleri okumuyorsunuz. kitap okumuyorsunuz, bu kitabın içinde ne yazılmış merak etmiyorsunuz. ya da bir dere gördünüz bu derenin gittiği denizi merak etmiyorsunuz. ya da youtube'da tavsiye edilen videolar arasında rasgele gezmiyorsunuz. bir kaç popüler şarkı, sanatçı biliyorsunuz.

    merak etmediğiniz için dünyanız önceleri okul-ev sonra da iş-ev arasında kalıyor. alanınızla ilgili gelişmeleri takip etmiyorsunuz. öğrendiğiniz şeyleri tekrar tekrar uyguluyorsunuz. evinizde odanızda eşyaları ilk gün koyduğunuz yerde bırakıyorsunuz hiç yerlerini değiştirip yeni bir şekli denemiyorsunuz.

    bir süre sonra merak içgüdüsü gidince, sahip olduğunuz durumu korumaya çalışıyorsunuz. birisi size yeni bir şey önerdiğinde dehşete kapılıyorsunuz. zaten merak bile etmiyorsunuz, şans vermiyorsunuz fikre.

    ardından da mutsuzluk, boşluğa düşme hissi geliyor.

    ama kendinizi hemen teselli ediyorsunuz. halinize şükretmeniz lazım ona da sahip olamayanlar var diyorsunuz.

    her şeyi merak ettim. deneyebileceğim her şeyi denemeye çalıştım. sokakları, caddeleri, illeri gezdim. giysileri denedim. bana uyan, uymayan. belki boşa paralarım gitti, ama en hoşuma gidenleri buldum. onlarca şarkı müzik dinledim. hoşuma giden kimsenin bilmediği şarkıcıları, grupları buldum. insanları merak ettim. onlarla konuştum. kitapları merak ettim onları okudum. kendi bedenimi merak ettim, onu tanıdım. nelerden zevk aldığımı, nelere katlanacağımı bildim. onlarca restorana girdim, çeşit çeşit yemek yedim. tatları öğrendim. ve hala bilmediğim onlarca şey var ki. yaşamın kısalığını görünce üzülüyorum. dünyadaki her şeyi görmeden, duymadan, hissetmeden ölmek o kadar korkunç geliyor ki.

    ve insanları garipsiyorum. sokakta yürüyen çevresini göremeyen insanları, merak etmeyen insanları. ve onlara acıyorum. bir gün ölecekler ve bu dünyadaki güzelliklerden mahrum olacaklar. ne kadar acı.
hesabın var mı? giriş yap