• hepimiz mutlu bir yaşam sürmek istiyoruz. ancak yaşam lunaparklardaki trenler gibi inişler ve çıkışlarla dolu. kimi zaman mutluluktan uçuyor, kimi zaman üzüntünün, acının ve kederin derinliklerinde kaybolup gidiyoruz. fakat ne aşırı mutluluklar ne de aşırı mutsuzluklar sonsuza kadar bizimle kalıyor. mutluluğu parada, aşkta, mal mülkte veya başarıda arayanlarımız var. modern psikoloji bilimi ise mutluluğu çoğunlukla yanlış yerlerde aradığımızı, aslında mutlu olmanın elimizde olduğunu gösteriyor.

    whitney houston guinness rekorlar kitabı’na şimdiye kadar en çok ödül almış kadın sanatçı olarak geçmişti (aralarında iki emmy, altı grammy ödülünün de olduğu toplam 415 ödül). albümleri dünya genelinde 170 milyondan fazla satmıştı. o bir ses sanatçısıydı, bir sinema oyuncusu, bir model ve bir yapımcıydı. muhteşem sesi ve yorumuyla milyonların gönlünde taht kurmuştu.

    ertesi gün grammy ödül töreni gerçekleşecekti ve whitney houston da o akşam arista records’un sahibi clive davis’in verdiği grammy öncesi partiye katılacaktı. fakat 48 yaşındaki pop ve r&b sanatçısının, süperstarın cansız bedeni, o gece katılacağı partinin verileceği beverly hilton oteli’ndeki suitinin banyo küvetinde bulundu. parti için otelde hazır bulunan ilk yardım ekibinin yirmi dakika süren çabaları boşa çıkınca sanatçının yaşama veda ettiği kesinleşmiş oldu. whitney houston’ın ölüm haberi, yayın akışlarını kesen televizyon kanallarınca bir anda bütün dünyaya duyuruldu. beverly hills polisi yaptığı açıklamada ortada bir cinayet olduğuna dair herhangi bir iz bulamadıklarını, sanatçının ölümünün kesin nedeninin ancak otopsi ile bulunacağını belirtiyordu. fakat onu tanıyanlar houston’ın uzun süren içki ve uyuşturucu bağımlılığının ölümüyle ilişkisi olduğunu düşündü.

    herhangi birine sorulsa whitney houston mutluluktan uçuyor olmalıydı, bunun için gereken her şeye sahipti. mal, mülk, para, dünya çapında bir ün, onu görebilmek ve ona bir kerecik dokunabilmek için çok şey feda etmeye hazır on binlerce belki yüz binlerce hayran, olağanüstü güzellikte bir ses, canından çok sevdiği bir kız çocuğu. fakat bunların hiçbiri onu içki ve uyuşturucu bağımlısı olmaktan koruyamamış, mutluluğu onlarda aramasına engel olamamıştı. houston’ınkine benzer hikâyeler daha önce de defalarca yaşandı ve maalesef büyük ihtimalle gelecekte de yaşanacak. geçtiğimiz yaz henüz 27 yaşında olan ve şöhret basamaklarını hızla tırmanan beş grammy ödüllü ingiliz şarkıcı amy winehouse evinde ölü bulunmuştu. otopsi raporu winehouse’un kanındaki alkolün yasal düzeyin beş katı olduğunu gösteriyordu. rock’n roll’un en büyük efsanesi olarak kabul edilen amerikalı sanatçı elvis presley de 42 yaşındayken aşırı uyuşturucu kullanımının neden olduğu bir kalp krizi nedeniyle yaşamını yitirmişti. jimi hendrix, kurt cobain, jim morrison gibi efsane isimler de aynı acı sonu paylaştı. mutlu olmak için gereken her şeye sahip olan bu insanların mutsuz olması ve kendilerini iyi hissedebilmek için alkole ve uyuşturucuya yönelmesi hiç anlaşılmaz bir durum değil mi?

    paranın, şan ve şöhretin mutluluk getirmediği hep söylenir, ama çoğumuz meşhur insanların yaşamlarını, nerelerde zaman geçirip neler yaptıklarını, kimlerle birlikte olduklarını, ne giydiklerini hatta ne yiyip ne içtiklerini anlatan dedikodu dergilerini ve gazetelerini okumaktan kendimizi alamayız. yine çoğumuz
    o sayfalarda ve programlarda sergilenen, görkemli kıyafetler içinde zevkle geçen yaşamlar süren ünlülerin yüzlerindeki gülümsemeyi mutluluğun yansıması olarak algılarız.

    paranın mutluluğun kaynağı olduğuna inananlarımızın sayısı da hiç az değildir. “bana milli piyangodan ikramiye çıksa” diye başlayan cümlelerimizle, paranın problemlerimizin pek çoğunu ortadan kaldıracağını ve o zaman mutlu olacağımızı söyler dururuz. gerçekten öyle mi?

    milli piyango talihlisi mi yoksa talihsizi mi?

    dokuz çocuk babası, işsiz ahmet bayram cebindeki son birkaç lira ile bir çeyrek bilet alıyor. 2005 yılı, yılbaşı gecesi, ellerindeki bilete mutluluğun anahtarı gözüyle bakan milyonlar gibi ahmet bayram da ekran başında heyecanla çekilişi bekliyor. talih kuşu o gece ahmet bayram’a gülüyor ve biletine ikinci büyük ikramiye olan 5 milyon tl çıkıyor. 1 milyon 250 bin tl alan ahmet bayram ilk iş olarak ailesi ile birlikte istanbul’a taşınıyor. bu arada kendisi için de bir şey yapmayı ihmal etmiyor ve bir peruk satın alıyor! ancak istanbul’da işler hiç de planladığı gibi gitmiyor. kendini gece hayatına kaptıran bayram bir süre sonra eşinden ayrılıyor. gittiği gece kulüplerinden birinde tanıştığı bir kadınla evlenen bayram’ın serveti kumara başlamasıyla erimeye başlıyor. dört yıl içinde ikramiye ile aldığı gayrimenkulleri bir bir elden çıkaran bayram, borçlarını ödeyemez hale gelince yardım istemek için ilk eşine gidiyor. borcunu ödemesi için ondan üzerine kayıtlı olan gayrimenkulleri satmasını istiyor. eski eşin cevabı “hayır” oluyor. o gece eski eşi ve çocukları bayram’ı en son banyoya doğru yürürken görüyor. gecenin geç saatlerinde babasının uzun bir süredir banyodan çıkmadığını fark eden büyük kızı seslenmelerine karşılık alamayınca banyonun kapısını zorlayarak açıyor ve babasının kalorifer borusuna asılı cesediyle karşılaşıyor. mutluluk getirmek bir yana, para bayram ailesinin elinde olan mutluluğu da alıyor. geride biri dokuz çocuklu, diğeri beş aylık hamile iki dul kadın ve gözü yaşlı dokuz çocuk kalıyor.

    paranın mutluluk satın alıp alamayacağı sorusuna bilimsel olarak yaklaşan ve işi rakamlara döken ilk bilim insanlarından biri güney kaliforniya üniversitesi’nden ekonomist richard easterling olmuş. easterling ıı. dünya savaşı’nın sonlarından 1970’lere kadar geçen sürede amerikalıların mutluluk düzeyleri ile ekonomik veriler arasındaki ilişkiyi değerlendirmiş. bu süre içerisinde kişi başına düşen gelir dört kat artarken mutlu veya çok mutlu olduğunu söyleyen amerikalıların sayısında çok az bir artış gözlenmiş. easterling’in yorumu tüketim toplumunun insanları mutlu etmede başarısız kaldığı şeklinde. bu konuda daha sonra yapılan çalışmalardan da easterling’in bulgularına benzer sonuçlar elde edilmiş. sadece abd’de değil japonya, almanya ve ingiltere gibi gelişmiş ülkelerde yapılan benzer çalışmalar da kişi başına gelir artarken insanların mutluluk düzeyinde sadece hafif bir artış görüldüğünü ortaya koymuş. günümüzde araştırmacılar paranın mutluluk üzerinde az bir etkisinin olduğunu, fakat düşük gelirli insanların bu kurala istisna teşkil ettiğini kabul ediyor. çünkü bangladeş ve hindistan gibi halkın büyük kesiminin yoksul olduğu ülkelerde, zenginlikle mutluluk arasındaki ilişki gelişmiş batı ülkelerinde olduğundan çok daha güçlü. bununla beraber yiyecek, giyecek ve ev giderleri karşılandıktan sonra fazladan kazanılan paranın getirdiği mutluluğun çok az olduğu pek çok bilimsel çalışma ile ispatlanmış.

    hedonik uyum ve sosyal karşılaştırma

    bilim insanları paranın mutluluk üzerindeki etkisinin beklenenin aksine az olmasını iki nedene bağlıyor: insanların değişen şartlara olağanüstü düzeyde uyum gösterme yeteneği ve mutluluğun göreceli olması. 1978 yılında phillip brickman, dan coates ve ronnie janoff- bulman üç grup insana bir dizi soru sorarak bu insanların günlük, sıradan etkinliklerden ne kadar mutluluk duyduğunu belirlemeye çalışıyor. denekler
    geçmişteki, o andaki ve gelecek için tahmin ettikleri mutluluk seviyelerini gösteren değerlendirmeler yapıyor. ilk grubu piyango talihlisi 22 kişi, ikinci grubu kazalar sonucu sakat kalmış 18 kişi, üçüncü grubu yani kontrol grubunu ise sıradan 22 kişi oluşturuyor. araştırmadan çok ilginç sonuçlar elde ediliyor. piyango talihlilerinin günlük, sıradan etkinliklerden kontrol grubuna göre önemli derecede daha az zevk aldığı ortaya çıkıyor. piyango talihlilerinin, ikramiyenin çıkışından bir süre sonra, piyango kazanmayanlardan daha mutlu olmadığı anlaşılıyor. bu bulgular paranın kazanılmasıyla yaşanan mutluluğun bir süre sonra kaybolduğunu gösteriyordu. kazazedeler kontrol grubuna göre geçmişi daha mutlu düşünüyordu. bu da aslında beklenen bir durumdu. ilginç bir şekilde kazazedeler “şimdi”de beklenildiği gibi mutsuz değillerdi, aksine mutluluk seviyeleri ortalamanın hayli üzerindeydi. benzer bir başka çalışmada hapishanede yatan tutuklularla, dışarıdaki kişiler arasında, mutluluk düzeyleri bakımından önemli bir farklılık bulunmamıştı. hapse girenler ilk birkaç ay mutsuz olmuşlar, ama yeni şartlara uyum gösterince mutluluk seviyeleri yeniden normal düzeye çıkmıştı. peki neden yaşantımızdaki önemli değişikliklerin etkisi böylesine az oluyor? psikologlar bunun gerisinde “hedonik uyum” denilen büyük bir güç olduğunu belirtiyor.

    türümüz yeni şartlara çok kolay uyum gösteriyor. örneğin karanlık bir odadan gün ışığına çıktığımızda aşırı ışık ilk anda gözlerimizi kamaştırsa da, gözlerimiz birkaç saniyede dışarının aydınlığına uyum gösteriyor. bulunduğumuz odada güçlü bir koku varsa ilk anda o kokuyu hissetmemize rağmen belli bir süre sonra alışıyoruz ve odada bir koku olduğunu ancak odadan ayrılıp tekrar geri döndüğümüzde fark ediyoruz. psikologlar örneklerini verdiğim bu “fizyolojik uyum”un bir benzerinin psikolojik dünyamızda da geçerli olduğunu bildiriyor. yeni bir iş, yeni bir ev, şehir değişikliği, evlilik bir süre için mutluluğumuzu artırıyor, fakat bu artışı sürekli hissetmiyoruz. bir süre sonra yeni şartlara psikolojik olarak uyum sağlıyor ve eski halimize geri dönüyoruz. bu uyum sadece zevk alınan şeylerle de sınırlı kalmıyor. aynı uyum süreci sayesinde acı deneyimlerin etkisinden de bir süre sonra kurtuluyoruz.

    bu gözlemler insanların genetik olarak belirlenen bir mutluluk eşiği olduğunu, yaşadığımız bazı olayların bizleri daha mutlu (ya da daha mutsuz) ettiğini, fakat bir süre sonra mutluluk düzeyimizin genetik olarak belirlenmiş düzeye geri geleceğini gösteriyor.

    mutluluk eşiği

    gerçekten de bir “mutluluk eşiği” olduğu minnesota üniversitesi’nden david lykkens, auke telegren ve arkadaşlarının yaptığı ve “ikizlerin mutluluk çalışması” olarak bilinen çok önemli bir araştırma ile ispatlanmıştı. minnesota üniversitesi’nde başlatılan ve psikolojik özelliklerin genetik ve çevresel yönlerini belirlemeyi hedefleyen çalışmada 1936-1955 ve 1961-1964 yılları arasında minnesota eyaletinde doğan ikizlerin kayıtları toplanıyordu. ikizler ve aileleri uzun yıllar takip ediliyor ve haklarındaki çeşitli bilgiler kaydediliyordu. lykkens ve telegren tek yumurta ikizleri ile çift yumurta ikizlerini mutluluk açısından karşılaştırdı. ancak elde edilen sonuçları daha da güçlendirmek için doğumdan hemen sonra birbirinden ayrılmış tek yumurta ikizlerini de çalışmaya dahil ettiler. böylece aynı genetik yapıya sahip, fakat değişik çevrelerde yetişmiş ikizler arasında bir karşılaştırma yapılabilecek ve mutluluk düzeylerinin ne kadarının çevreden, ne kadarının da genlerden kaynaklandığı gösterilecekti. bu çalışma, çok farklı fiziki ortam ve şartlarda büyümüş olsalar da tek yumurta ikizlerinin çok benzer bir mutluluk eşiğine sahip olduğunu gösterdi. öte yandan dna’ları açısından ikiz olmayan kardeşler kadar birbirlerinden farklı olan çift yumurta ikizlerinin mutluluk seviyelerinin çok farklı olduğu bulundu. (ikizler çalışmasının en meşhur ikizleri doğduktan sonra birbirlerinden ayrılan ve ilk defa ancak 39 yaşında karşılaşan, her ikisi de james isimli kardeşlerdi. her ikisi de 1,83 boyunda ve 82 kg ağırlığındaydı. her ikisi de aynı marka sigara ve bira içiyor, arada bir tırnaklarını yiyordu. yaşam hikâyelerini karşılaştırdıklarında olağanüstü benzerlikler olduğunu keşfettiler. her ikisinin de eşlerinin adı linda idi. fakat her ikisi de ilk eşlerinden ayrılmıştı ve her ikisinin de ikinci eşlerinin adı betty idi. her ikisi de arada bir evlerinin değişik yerlerine eşleri için sevgi sözcükleri içeren notlar bırakıyordu. her ikisinin de ilk çocukları erkekti ve onların da isimleri james idi: james alan ve james allen. her ikisi de köpeklerine toy adını vermişti. her ikisinin de otomobili açık mavi chevrolet idi). lykkens ve telegren’in elde ettiği bu bulgular mutluğun yaklaşık % 50’sinin genler tarafından belirlendiğini gösteriyordu. bununla birlikte lykken, mutlulukta genlerin payının önemli olmasının yanı sıra insanın üzerinde çalışıp doğru şeyleri yapması durumunda mutluluk düzeyini artırabileceğini de vurguluyordu.

    massachusetts teknoloji enstitüsü’nden (mıt) psikolog steven pinker sosyal karşılaştırmanın mutluluğu belirlemede belki de en önemli ölçüt olduğunu belirtiyor. how the mind works adlı kitabında pinker bu konunun aslında uzun süredir bilindiğini örneklerle sergiliyor. örneğin shakespeare’in “başka birinin gözünden mutluluğa bakmak ne acıdır” dediğini, ambrose bierce’in mutluluğu “diğerlerinin ızdırabı düşünüldüğünde hissedilen heyecan” olarak tanımladığını ve “kamburlu ancak kendisinden daha büyük kamburluyu görünce keyiflenip sevinir” diyen bir atasözünü hatırlatıyor. günlük yaşantımız da bu psikolojinin örnekleriyle dolu aslında. örneğin maaşımızda % 5’lik bir artış olduğunu bildiren bir mesaj aldığımızda hissettiğimiz mutluluk, bizimle aşağı yukarı aynı şartlarda olan, aynı yerde çalışan bir meslektaşımızın maaşına % 10 artış yapıldığını öğreninceye kadar sürüyor. diğer yandan aynı yerde çalıştığımız meslektaşlarımız yerli otomobil kullanırken bmw otomobil kullanmak bizi mutlu ediyor. göreceli durumumuzun neden bu kadar önemli olduğu konusunda ortaya atılan düşüncelerden biri evrimsel psikolojinin “eş yarışı” kavramı. bu düşünceye göre yiyeceğin kısıtlı ve dünyanın tehlikeli bir yer olduğu devirlerde, kadınlar çocuklarına baba olarak cesur ve güçlü erkekleri seçiyordu. bunun en iyi göstergesi de bir erkeğin benzerlerine göre ne kadar mal ve mülk sahibi olduğuydu. o devirlerle karşılaştırıldığında günümüzde yiyecek veya güvenlik problemi büyük oranda halledilmiş olsa da kadınlar eş seçiminde erkeğin kazancını hâlâ en önemli ölçüt olarak gösteriyor. modern toplumlarda görecelik toplumun hemen hemen her kesimine yayılmış durumda. kendimizi komşularımız ve meslektaşlarımızla karşılaştırmanın yanı sıra yaşamımızı da televizyon programlarında gördüğümüz yaşam şekilleri ile karşılaştırıyoruz. çoğu insanın maddi gücü yetmese de marka elbise, ayakkabı giydiğini, iphone kullanıp ipad ile dolaştığını, yeni moda kocaman saatler taktığını görüyoruz. bu davranışların arkasında da şüphesiz yine sosyal karşılaştırma psikolojisi var. dış görünüşümüzle de olsa etrafımızdakilerden daha iyi konumda olduğumuzu hissetmeyi, kredi kartı ekstresi elimize ulaştığında hissettiğimiz olumsuz duygulara tercih ediyoruz. böyle bir yaklaşım da harcamaların toplum düzeyinde giderek artmasına neden oluyor. çünkü herkesin yabancı otomobili olunca sonu olmayan bu yarışta yeni hedef ya en son model bmw ya da en son model range rover oluyor.

    mutluluğun genleri

    los angeles’taki kaliforniya üniversitesi’nden shelley taylor’un liderliğindeki bir araştırma grubu 2011 yılı eylül ayında proceedings of national academy of sciences dergisinde yayımladıkları bir makale ile oksitosin reseptör geninin (oxtr) stres ve depresyonla baş etmede en önemli psikolojik özelliklerle -hayata pozitif bakış, kendine güven, kişinin kendi hayatı üzerindeki kontrolün elinde olması gibi- ilişkili olduğunu bildirdi. bir hormon olan oksitosin özellikle üremedeki işlevi ile bilinir. fakat son yıllarda yapılan bilimsel çalışmalar oksitosinin orgazm, sosyal tanımlama, sadakat, kaygı ve annelik gibi değişik durumlar üzerinde de etkisi olduğunu gösterdi. diğer yandan oksitosin eksikliğinin empati eksikliğine neden olduğu ve sosyopati, psikopati ve narsizim gibi kişilik bozukluklarıyla da ilişkili olduğu bulundu. oxtr, hücre zarında bulunan ve oksitosine bağlanan, bağlanması ile de hücre içerisinde bir dizi tepkime başlatan bir moleküldür. 326 kişinin katıldığı araştırmada deneklere kendine güven, iyimserlik ve kendi hayatları üzerindeki kontrolle ilgili konularda sorular yöneltildi. deneklerden elde edilen tükürük numunelerinden izole edilen dna’da oxtr geninin yapısına bakıldı. oxtr’nin belli bir nükleotidinde kişiler arasında farklılık bulundu: a varyantı ve g varyantı. dna analizleri “aa” veya “ag” varyantına sahip deneklerin “gg” varyantına sahip olanlara göre strese, sosyal yeteneklerde zayıflığa ve mental sağlıkta bozukluğa daha yatkın olduğunu ortaya çıkardı. bu konuda daha önce yapılan bir çalışmada da oksitosin hormonunun miktarındaki artışın özellikle stres altındaki kadınlarda daha fazla sosyal ilişkiye neden olduğunu bulunmuş. oxtr geninin yapısı ile yukarıda bahsedilen psikolojik özelikler arasında güçlü bir bağlantı olduğu bulunmuş olsa da çalışmanın lideri taylor, genlerin kader olarak algılanmasının yanlış olacağını, “aa” varyantına sahip insanların da depresyonu yenebileceğini, stresle baş etmeyi öğrenebileceğini belirtiyor. çünkü insanın yaşamı boyunca maruz kaldığı çevresel faktörlerin genlerin yapısında değil ama çalışmasında önemli rol oynadığının bilindiğini, örneğin sevgi ve anne şefkati ile büyüyen bir çocuğun gen yapısından dolayı taşıdığı riskin tamamen elimine edilmesinin bile söz konusu olabileceğini belirtiyor.

    ingiltere’de yürütülen ve 2500 kişiyi kapsayan benzer bir çalışmada ise araştırmacılar 5-htt adı verilen gen üzerinde yoğunlaştı. 5-htt beyin hücreleri arasında iletişim sağlayan ve “nörotransmiter” adını verdiğimiz moleküllerden biri olan serotoninin taşınmasında görev alır. araştırmacılar 5-htt geninin biri uzun diğeri kısa iki varyantı olduğunu, uzun varyantın sinir hücresi zarına daha fazla seratonin transferi sağladığını buldu. deneklere “hayatından ne ölçüde memnunsun?” sorusunu sordular. cevap seçenekleri “çok memnun, memnun, memnun değil, hiç memnun değil, hiçbiri ” şeklindeydi. deneklerin dna yapısıyla verdikleri cevaplar karşılaştırıldığında uzun-uzun varyanta sahip olanların % 35’inin çok memnun, %34’unun memnun olduğu, kısa-kısa varyanta sahip olanların % 19’unun hiç memnun olmadığı, % 26’sının ise memnun olmadığı ortaya çıktı. uzun-uzun varyanta sahip olanların sadece % 20’si hayatlarından memnun değildi. 5-htt genine ait bulgular da yukarıda bahsettiğim mutluluk eşiğinin gerçekten genler tarafından belirlendiğini, bir diğer değişle mutluluğun biyolojik temellerinin olduğunu gösteriyor. çalışmanın lideri jan-emmanuel de neve, bir önceki çalışmanın lideri taylor gibi bu sonuçların kader gibi algılanmaması gerektiğini ve mutluluğun tek bir genin değil çok sayıda genin bileşik etkilerinin kontrolü altında olduğunu bildiriyor.

    beyinde bir mutluluk merkezi olup olmadığı bilim insanlarının üzerinde durduğu sorulardan biri. winsconsin
    üniversitesi’nden richard davidson elektroensefalograf (eeg) yöntemiyle deneklerin beyin etkinliklerini ölçüyor. devamlı neşeli ve güler yüzlü, kendilerini mutlu ve hayata bağlı gören kişilerin beyinlerinin sol ön tarafında yer alan prefrontal kortekslerinde sağ tarafla kıyaslanınca daha fazla etkinlik olduğunu keşfediyor. yenidoğanlara emmeleri için tadı güzel bir şeyler verildiğinde de beyinlerinin sol tarafında daha fazla etkinlik gözleniyor. bu veriler beynin sol prefrontal korteksinin mutluluk merkezi olmasa da olumlu duygularla ilişkili olduğunu gösteriyor, çünkü sağ prefrontal korteks ancak hoş olmayan ve olumsuz duygular hissedildiğinde etkinleşiyor.

    mutluluğun sırları

    the how of happiness: a scientific approach to getting the life you want adlı kitabın yazarı ve mutluluk konusunda en tanınmış bilim insanlarından olan kaliforniya üniversitesi psikoloji profesörlerinden sonya lyubomirski mutluluk konusunda yapılan bilimsel çalışmaların, mutluluğun % 50’sinin genetik yapımızca belirlendiğini, beklenenin aksine sadece % 10’unun yaşam şartları (zengin veya fakir olmak, hasta veya sağlıklı olmak, güzel veya sıradan olmak, evli veya bekar olmak vb) tarafından kontrol edildiğini gösterdiğini belirtiyor. geriye kalan % 40’ı ise “kendi davranışlarımızın” belirlediğini öne sürüyor. bir diğer
    değişle mutluluğumuzun % 40’ı elimizde ve günlük yaşantımızdaki davranışlarımız tarafından belirleniyor. lyubomirski bu gerçeğin davranışlarımızı kontrol ederek, doğru şeyler yaparak, mutluluk eşiğimizi yükselterek daha mutlu olabileceğimizin kanıtı olduğunu belirtiyor.

    lyubomirski’ye göre % 40 gibi önemli bir oran üzerinde bizim kontrolümüz varsa, o zaman mutluluk eşiği doğuştan yüksek olan, yani yaşamları boyunca mutlu olan insanların davranışlarına bakıp onları kendi yaşantımıza uygulayarak daha mutlu olabiliriz. bu düşünceyle yolan çıkan bilim insanları mutlu insanları incelediklerinde ortak bazı özelliklerin olduğunu belirlemişler:

    • mutlu insanlar aile ve arkadaşlarına önemli miktarda zaman ayırıyor ve bu ilişkilerini taze tutup onlardan zevk alıyorlar.

    • sahip oldukları şeyler için minnettarlık duyuyorlar.

    • birlikte çalıştıkları insanlara veya yoldan geçenlere ilk yardım eli uzatanlar genellikle onlar oluyor.

    • geleceğe olumlu bakıyorlar.

    • hayattan zevk alıyorlar ve “şimdi”de yaşıyorlar.

    • düzenli bir günlük veya haftalık egzersiz programı uyguluyorlar.

    • belirledikleri hedeflere, yapmak istediklerine kesinlikle bağlı kalıyorlar (örneğin çevre için, insan hakları için mücadele etmek, ahşap mobilya yapmak, çocuklarına kendi inançlarını öğretmek)

    • onlar da diğer insanlar gibi yaşamlarında stres yaşıyor, ama stresle baş etmede soğukkanlı ve güçlü olmak gibi bir silahları var.

    lyubomirski ve onun gibi kariyerini mutluluk konusuna adamış bilim insanları insan düşüncesinin ve hareketlerinin mutluluk üzerindeki etkilerini araştırmış ve elde ettikleri verilerle insanların mutluluğunu artırıcı programlar geliştirmişler. bu programların önemli bir amacı uzun süreli mutluluk sağlamak, kişinin mutluluk seviyesini mutluluk eşiğinin üzerine çıkarabilmek ve devamlılığını sağlayabilmek olmuş. lyubomirski bu tür çalışmalardan elde edilen sonuçlara dayanarak şu önerilerde bulunuyor:

    minnettar olma ve olumlu düşünme

    • minnettarlığı ifade etmek
    • devamlı olumlu olmaya çalışmak
    • sosyal karşılaştırmadan ve olaylar üzerinde fazla derinlemesine düşünmekten kaçınmak

    sosyal ilişkiler için yatırım yapmak

    • insanlara iyi ve nazik davranmak, empati göstermek
    • kişisel ilişkileri geliştirmek

    stres, zorluk ve felaketlerle baş edebilmek

    • stres, zorluk ve felaketlerle baş edebilmek için stratejiler geliştirmek
    • affetmeyi öğrenmek

    “şimdi” de yaşamak

    • bir şey yaparken kendini tamamen işe vermek
    • yaşamdan zevk almak

    uzun vadeli hedefler belirleyip onları gerçekleştirmeye kilitlenmek

    vücut ve ruh sağlığını korumak

    • spiritüelliği veya inancını yaşamak
    • meditasyon yapmak
    • vücut sağlığını korumak için egzersiz yapmak
    • mutlu insan rolü oynamak

    mutluluk konusunda çalışan bilim insanları, mutluluğun freud’un “insan ne kadar az mutsuzsa o kadar mutludur “ şeklindeki tanımlamasında olduğunun aksine, özgün bir duygu olduğunu ve bir sonuç olmaktan ziyade bir süreç olarak ele alınması gerektiğini vurguluyor. dolayısıyla insanın vücut sağlığını korumak için egzersiz programları yapıp uygulamasına benzer bir şekilde, mutluluk eşiğini yükseltip onu sürekli kılabilmek için lyubomirski’nin yukarıda özetlediğim önerilerini, en azından bir kısmını, yaşamına uygulaması ve yaşamı boyunca sürdürmesi gerekiyor.

    kişi başına düşen yıllık gelir veya ülkelerin gayri safi milli hasılaları (gsmh) genelde refah düzeyi ve dolayısıyla insanların mutluluğu konusunda bir ölçüt olarak kullanılır. yukarıdaki bilimsel verilerden, toplumların mutluluğu için gsmh’nın doğru bir gösterge olmadığı sonucu ortaya çıkıyor. mutluluk konusundaki çalışmaları ile tanınımış ed diener ve martin seligman organizasyonların, şirketlerin ve hatta hükümetlerin karar alırken ve politikalar oluştururken insanların yaşamlarından memnuniyetlerini göz önünde bulundurması gerektiğini vurguluyor. diener ve seligman kişi başına düşen gelirin yıllar içinde artmasına karşın yaşam memnuniyetinde pek fazla bir değişim olmamasını, aksine aynı dönemde stres, depresyon, anksiyete ve intihar vakalarının sayısının artmasını, eknomik göstergelerin yetersiz kaldığının kanıtı olarak gösteriyor. ilginçtir, hükümet politikalarının oluşturulmasında insanların mutluluklarını en önemli ölçütlerden biri olarak kabul eden ilk ülke, batı’nın gelişmiş ülkelerinden biri değil himalayalar’ın küçük krallığı butan olmuş. 1972 yılında, o günün kralı jigme singye wangchuck halkın yaşam memnuniyeti ve genel mutluluk seviyesi için gsmh’nin değil gsmm’nin yani gayri safi milli mutluluğun kullanılması önerisinde bulunmuş. bugün butan’da yasa tasarıları hazırlanırken ve yeni politikalar oluşturulurken bunların gsmm üzerinde olumsuz etkilerinin olmamasına özen gösteriliyor. ülkenin kalkınma planlarının hazırlanmasında da gsmm önemli bir ölçüt olarak kullanılıyor. temel ihtiyaçların henüz tamamen karşılanamadığı gelişmemiş ülkeler ve gelişmekte olan bazı ülkeler için ekonomik göstergelerin çok önemli olduğu yadsınamaz. ancak toplumlar geliştikçe insanların yaşam memnuniyetlerinde ve mutluluklarında sosyal etkenlerin öne çıktığını görüyoruz. bu gerçek de ekonomik açıdan hızla gelişen ülkemizde gayri safi milli mutluluğunun artırılmasını çok daha önemli kılıyor.

    kaynaklar
    lyubomirsky, s., the how of happiness.
    a scientific approach to getting the life you want,
    the penguin press, 2007.
    gilbert, d., stumbling on happiness,
    vintage books, 2007.
    de neve, j. e., “functional polymorphism (5-httlpr)
    in the serotonin transporter gene is associated with
    subjective well-being: evidence from a us nationally
    representative sample”, journal of human genetics,
    sayı 56, s. 456-459, 2011.
    saphire-bernstein, s., way, b. m., kim, h. s., sherman,
    d. k., taylor, s. e., “oxytocin receptor gene (oxtr) is
    related to psychological resources”, proc natl acad
    sci u s a, sayı 108, s. 15118-15122, 2011.

    -bahri karaçay / www.bahrikaracay.com/blog
  • yıllarca, güzel bir hayatın yaklaştığını düşündüm. her şeyiyle güzel bir hayattan bahsediyorum. hatta daha da ileri gidip, dört dörtlük bir hayatım olacağını düşündüm hep.

    her engeli, ''heh işte, bu da bitsin, daha da yaklaşacağım'' motivesiyle aşmaya çalıştım. tamamlanması gereken bir iş, ödenecek borç, kısa vadede atlatılacak sorunlar… bunlar bitince, hemen güzel bir hayata başlayacaktım. gel, gör ki, engelleri aştıkça, yenileri geliyor, hayalini kurduğum, daha doğrusu geleceğinden emin olduğum ''kusursuz hayat''tan haber alamıyordum.

    boşuna beklemişim. hayatın zaten bu engellerden oluştuğunu, mutluluğun da, bu engelleri aşmak olduğunu anladım. yani bu engebeli yol, mutluluğun ta kendisiymiş. bu yolun her anını özel insanlarla paylaşmak, her anın tadını çıkarmak kadar mutlu edici bir şey yok. malum, zaman kimseyi beklemez. ona ayak uydurmalı, ardında kalmamalı.

    demem o ki, artık mutlu olmak için; okul kazanmayı, okulun bitmesini, 15 kilo vermeyi, 8 kilo almayı, iş bulmayı, evlenmeyi, çocuk yapmayı, çocukların büyüyüp iş sahibi olmalarını, emekli olmayı, boşanmayı, cuma akşamını, pazar kahvaltısını, son model arabayı, evi, sevdiğiniz mevsimi, güneşin yakmasını, yolların kardan kapanmasını, en sevdiğiniz şarkıyı radyoda duymayı, tuttuğunuz takımın kazanmasını beklemeyin…

    ''mutluluk, hedefiniz değil yolunuz olsun '' (adını hatırlayamadığım birinin, buna benzer bir lafı vardı)
  • yeni mahallesinde kahvede sohbet eden adama arkadaşları:
    ''senin aile yaşantına hayranız, eşin ve çocuklarınla çok mutlu bir yaşantın var. karının bir dediğini iki etmiyorsun. bu mutluluğunun sırrını bize de anlat yoksa pısırık olduğunu düşüneceğiz.'' derler.
    ''kısaca anlatayım..'' der adam.
    ''düğünümüz bittikten sonra karım kendi atına, ben de kendi atıma bindik evimize doğru gidiyoruz. benim bindiğim atın ayağı takıldı ve sendeledi. karım eğildi ve benim atıma 'bir' dedi. biraz daha ilerledik ve benim atımın ayağı tekrar takılıp tökezlediği zaman eşim tekrar eğilip atıma 'iki' dedi.
    az sonra atım tekrar aynı şekilde tökezleyince eşim atından indi ve at'a 'üç' dedi ve çeyizinden tabancasını çıkartıp atımı alnından vurdu. ben şok olmuştum... eşime bir hışımla çıkıştım:
    ''yazık değil mi ata, neden vurdun kadın, manyak mısın sen?'' diye bağırdım...
    karım arkasını döndü ve bana 'bir' dedi.

    o günden sonra karımın bir dediğini iki etmedim.

    (bkz: anlayana sivrisinek az)
  • hayattan hiç bir şey beklememektir.
  • sırlarını kimseyle paylaşmamak.
  • 40 yaşıma yaklaşıyorum ve şunu artık iyice anladım ki varoluşu sorgulamak ve anlam arayışı konusunda ısrarcı olmak hastalıklı bir duruma işaret ediyor. evet bunu kesin şekilde anladım ama derinleştikçe derinleşen bu tip hastalıklı düşüncelerime bir son vermeyi de ne yapsam başaramadım.

    zihnime güçlü şekilde yerleşen bu patolojinin olumsuz etkilerinden kendimi koruyabilmek adına boş vakitlerimde dikkatimi sürekli olarak muhtelif ilgi alanlarıma yöneltmeye çalışıyorum. istiyorum ki kitaplar, filmler, şarkılar, resimler, şiirler ve motosikletler hakkında sonsuz miktarda veriyi aralıksız şekilde zihnime transfer edeyim ve zihnim bütün bu datayı işlemeye çalışırken başka hiçbir düşünceye geçit vermesin. buna fırsat bulamasın. ne var ki bunu başaramıyorum. mesela biraz önce furkan isimli genç kardeşimizin gündemin üst sırasına yerleşen son derece dokunaklı intihar mektubu çıktı bir anda karşıma ve bu mektup, sağlam gibi görünen psikolojimi sikip atmaya yetti tek başına. şimdi de içine düştüğüm çukurda saplanıp kalmamak adına bir umut kendimi yazmaya verdim. konuyla ilgili açılan başlığın altı iktidara yönelik eleştirilerle dolup taşmış ama bu mektup bütün bunlardan çok daha fazlası aslında. içerisinde 18 yaşında biri için şaşırtıcı derecede derin cümleler mevcut. karşımızda bu seviyede çarpıcı bir intihar mektubu varken meselenin bir araba ya da bir ev satın alabilmek için ihtiyaç duyulan maddi imkanlara indirgenmiş olması şaşırtıcı geldi.

    ruh halim tam tersi bir duruma işaret ediyor olsa da intihar güzellemesi yapmak istemediğim için yazımı bambaşka bir eksene kaydırmak ve eğer başarabilirsem bir çıkış kapısı aralamak istiyorum.

    ben bu gece intihardan değil mutluluktan bahsetmek istiyorum.

    aslında mutlu olmanın sırrını teoride çözdüm diyebilirim. uzun yıllar süren arayışımın neticesi olarak kafamda netleştirdim birçok meseleyi. ancak bu yolda somut başarı elde edebilmek için teorik bilgiden çok daha fazlasına ihtiyaç duyulduğunu da belirgin şekilde gördüğüm için, yazmaya mümkünse haddimi aşmadan, ahkam kesmeden devam etmek istiyorum.

    vahşi bir aslanla karşılaşan bir adam dönüp kaçmaya başlar. sonunda bir uçurumun kenarına gelip durur. atlasa parçalanacak, geriye dönse aslan yiyecek. çaresiz atlar. şans eseri bir dala tutunur. tam “kurtuldum” derken, iki kemirgenin, tutunduğu dalın kökünü kemirdiğini görür, birazdan dal kopacak yani. çaresizce sonunu beklerken biraz ötede dalın yanında bir böğürtlen görür, yeni meyve vermiş. uzanır koparır ve yer onu.

    ercan kesal'ın ekşi sözlük yazarları ile gerçekleştirdiği soru cevap etkinliğinde mutluluğun sırrını soran bir sözlük yazarına bu iran masalı ile karşılık verdiğini gördüm. ilginçtir ki daha önce aynı masala, metaforik bir menkıbe tadında bazı islami kaynaklarda da yer verildiğine tanıklık etmiştim. ancak bahsi geçen kaynaklar bu masalı bambaşka bir anlayışla ele alıyorlardı. özetle, "o meyveyi sakın yemeyin. o meyveyi yemeniz saçmalık değil de nedir? tenezzül bile etmeyin o meyvenin size yaşatacağı anlık ve geçici hazza. siz rotanızı tanrı'nın sonsuz mutluluk kaynağı olarak size vadettiği cennetine çevirin." diyorlardı.

    ancak ercan kesal, mutluluk tavsiyesi isteyen yazara tam tersini söylüyor ve "o meyveyi yemelisin, mutluluk tam olarak budur." diyordu."

    hayatımın önemli bir bölümünü semavi dinlerin, en başta da klasik islam modelinin öğretilerini ve öğütlerini mantıklı bulmuş bir insan olarak yaşadım. ancak uzunca bir süredir bambaşka bir çizgiyi takip ediyorum. bu sayede de kendimi özgürleşmiş ve yüklerimden kurtulmuş hissediyorum. ben artık cennetteki yasak meyveyi yiyen adem'im. ancak bunu yaptığım için herhangi bir pişmanlık hissi yaşamıyorum. o meyveyi yediğim için ödemem gereken bedeller varsa eğer, bunu da peşinen kabul ediyorum. bunu söylerken, tutkularının peşinden gittiği için ağır bedeller ödeyen bir insan olarak söylüyorum. tam 10 yıl boyunca yaz kış motora binip, 10 yılın sonunda bir otomobil sürücüsünün büyük bir hatası sebebiyle aylarca kıpırdamadan yatan, defalarca ameliyat olan, koruyucu ekipmanları sayesinde hayatta kalan bir insan olarak söylüyorum. şimdi iyileştim ve eğer başarabilirsem ilk fırsatta kendime güzel bir motor almak istiyorum. ne yani artık motora binmemem, bana yaşadığımı, hayatta olduğumu hissettiren en önemli unsurlardan bir tanesini bütünüyle hayatımdan çıkarmam mı gerekiyor? söylediğim gibi ben artık cennette karşısına çıkan o güzel meyveyi yiyen adem'im. çok da güzeldi tadı. benim tanrım o meyveyi benim karşıma çıkarıp bana sakın bu meyveyi yeme diyebilecek bir tanrı değil. benim tanrım, öfkesinin tesiri altında küçük çaplı bir isyan başlatan şeytanın iddialı söylemlerine takılıp anlık bir kararla onu bize musallat edebilecek ve adeta şeytanla bahse girerek sonu en başından belli bir sınavla bizleri kurban edebilecek bir tanrı da değil. ben tanrı'ya inanıyorum ama benim inandığım tanrı böyle mantık dışı ve amaçsız beklentiler ortaya koymuyor. hatta ben artık tanrı kavramını bir kişi gibi ele almıyor, onu belki de bir çeşit zeki enerji gibi görüyorum. öfkelenen, intikam alan, insanları sonsuza kadar ateşe atan ama bir yandan da çok merhametli olup tüm canlıları seven, neticede kendi içinde tutarsızlıklar barındıran bir tanrı'nın varlığına inanmıyorum. erkeklere tomurcuk göğüslü huriler (o nasıl bir meme tipiyse artık) vadederken kadınları erkeklerin kölesi gibi gören bir tanrı'ya ise hiç inanmıyorum. sonuç olarak mutluluk arayışımın içerisinden semavi dinlerin öğretilerini saf dışı ettim şahsen. huzur islamda olayından pek bir sonuç alamadım zira. gelinen noktada mutluluğa bakış açım biraz şu çizgide konumlandı:

    "sadece bilgi ağacının yemişlerini yediğimiz için değil, hayat ağacının yemişlerinden hala yemediğimiz için de günahkarız."

    franz kafka

    aşağıda uçurum, yukarıda aslan da olsa, onlardan kurtulmak umuduyla tutunduğumuz dalı gece ve gündüz misali siyah ve beyaz renkte iki adet fare kemiriyor da olsa, mutluluk orada karşımıza çıkan ve uzanıp alabildiğimiz böğürtlenleri yemekten ibaret bence. anda kalmaktan, geçmişin pişmanlıkları ve hezeyanlarından uzaklaşmaktan, geleceğe yönelik endişe beslememekten ve o an, o saniye içerisinde güzel olan ne varsa ona odaklanabilmekten ibaret. bunu başarmak elbette ki kolay değil. burada yazılanları okumak kadar kolay hiç değil. ama başka bir yolu da yok bu işin. gördüğüm kadarıyla mutlu olabilenler, yalnızca bunları uygulamayı başarabilen ve mutlu olmak için ciddi uğraş veren kişiler.

    anı yaşamak hayata boşvermek değil. bohemlik ve umursamazlık değil. elbette planlar yapacağız geleceğimize dair. elbette hayaller kurup o hayallerimizin peşinden gideceğiz. anda kalmak kaygı ve endişelerden zihnimizi arındırıp, bir daha geri gelmesi mümkün olmayan hiçbir güzelliği atlamamak, kaçırmamak demek. odaklanmak, konsantre olmak ve yaşadığımız her saniyenin hakkını vermek demek. anda kalmak yaşamak demek. mutlu olmayı bir takım hedeflerin gerçekleşmesi şartına bağlamamak, mutluluğu o anın, o saniyenin içinde aramak demek. herkese mutlu hayatlar dilerim.
  • mutluluk kendi içinde, herkes onu bulacak kadar şanslı değil sadece.

    şöyle anlatılmış yunan mitolojisinde ;

    olympus dağında toplanan tanrılar mutluluğun sırrını saklamaya karar vermişler, çünkü bulunduğunda değerinin insanlar tarafından bilinmesini istemişler. tanrılardan biri, “onu, en yüksek dağın tepesinde saklayalım” demiş. bir diğeri, “yerin yedi kat dibine gömelim” önerisini getirmiş. bir başka tanrı, “mutluluğun sırrını okyanusun en derinde saklayalım” demiş. nihayet bir tanrı harika bir öneri getirmiş: “insanlar dağları, okyanusları, yerin yedi kat dibini keşfedecek zekaya sahip. ama nedense bu zekayı kendilerini keşfetmeye, kendilerini tanımaya yöneltmiyorlar. mutluluğun sırrını onların yüreklerine gömelim. nasıl olsa oraya bakmayı akıl etmeyeceklerdir.”
  • umursamamaktan geçer. ne kadar umursarsan, kafayı takarsan o kadar mutsuz olursun. gamsız olmak iyidir.
  • istedigimiz kadar dortlukler dokturup, ruh guzelliginden bahsedelim; sen mutlulugun resmini cizebilir misin abidin bakislariyla dokulen sonbahar yapraklarinin huznune kendimizi kaptiralim, eninde sonunda mutlulugun sirri, biz primatlar icin oxytocin ve daha kalici hisler icin endorfindir. zira, yeni bir dizayni basariyla bitirmis bir muhendis de, aki kapasitorunu icat eden bir emmett brown da, icli icli sarki soyleyen bir zeki muren de, bunlari yaparken mevzubahis hormonlarin ta kendilerini salgilarlar. amac ne kadar ulvi gozukurse gozuksun, mekanizma temelde aynidir.

    haa, diyorsaniz ki "ben new age gerizekaliligina prim veren bir duygusal teshirciyim, bu ruhsuz mekanik aciklamalar bana viz gelir, hem tom cruise gibi scientologye gonul verecegim ben, fizyoloji diye birsey yok", saygi duyarim; lakin biri kalkip evrime mevrime abuk bir bok attigi zaman da bilimsel ayaklarina yatip aradan tekme savurdugunuzu gorursem, bu tutarliliga kicimdan salgilayacagim hormonlarla guler eglenirim. (boyle bir tehditi de artik kim ciddiye alir da hayata bakis acisini degistirmeye karar verir bilmem ama hayirlisi)
  • bana vermektir.

    (bkz: şansımı denemek istiyorum)
hesabın var mı? giriş yap