• leş gibi film diyeni de dinlemeyin, müthiş film siz filmden ne anlarsınız diyeni de dinlemeyin.

    bir kere filmin kaliteli olduğu belli. yani bu ne demek? ses, renk, müzikler kaliteli. ucuz yollu film gibi değil.

    konu anlaması zor, 2. yi izleyeceğim fakat güzel.

    kurgu biraz zayıf kalmış, yani yukarıda da bir arkadaşğn dediği gibi hep aksiyona yüklenmiş.

    oyunculuklar maalesef daha iyi olabilirmiş, cast da daha iyi olabilirmiş.

    iyi ya da kötü kişinin filmden beklentisine göre değişir, mesela ben de dunkirk'ü beğenmedim ama keşke izlemeseydim demedim.

    sonuçta noyan filmi, sinemaseverseniz izlememek olmaz. en iyisi izleyip kararı kendiniz verin.
  • tamam seyirciyi biraz düşündür, bir sonraki sahneyi tahmin edemesinler hatta finali de ucu açık çek seyirciye bırak ama bu nedir? filmi 3 koldan 2 zamandan takip ederken yoruldum. anlamak için 4 saatte durdurarak ve bazı yerleri geri alarak izledim. ayrıca sator beyimiz de karaya basamıyor galiba. dunkirk'ün sonuna kadar kıyıda gemi beklemişti. bunda da yatından çıkmadı pezevenk.

    --- spoiler ---

    protagonist'in karısı ölü değil direkt yok, yardımcı kadın oyuncu (kat) tarafından da kandırılmıyor. biri bunlarla yola çıkıp yalana bak aq bu filmi nolan çekmemiş ki demesinler diye araya michael caine'i sıkıştırmış.

    --- spoiler ---

    7/10.
  • anlamaya çalışmadan sonuna kadar izlenecek film. bir şeyler oluyor ama anlamadan izliyorsunuz. filmin ortalarına doğru lan anlıyorum galiba seviyesine geliyorsunuz. sonra anladığınız gibi olmadığını fark ediyorsunuz. son kısım filmin en hareketli ve en anlaşılır kısmı. toparlayıcı kısım son kısım.
    yani evet çorba gibi. lokmanın başında tat yok sonunda da garip bir şey geliyor işte.
    iyi seyirler.
  • nolan'ın senaryosunu yazıp yönetmeliğini yaptığı son filmidir. senaryo, oyunculuk, kurgu övülmeye değer değil boşluklar var aman aman bir oyunculuk da yok ancak nolan'ın bu filmde anlaşılma kaygısı olduğunu da düşünmüyorum pek, görüntü, müzikler ve aksiyon sahneleri harika. nolan vermiş aksiyonu vermiş aksiyonu demiş ki anlamaya çalışma bebeğim sadece izle. karmaşıktı ama hiç sıkılmadım hatta zaman nasıl geçti anlamadım.
  • efsane olabilecek iken tırt olmuş filmdir.

    cunku felsefesi saglam degil, eksik kalmis. gerci, oyle bir misyonunun olmadigi bariz.

    nolan, lineer zaman, döngüsel zaman, bengi dönüş, paralel evren gibi okkalı kavramlari kullanamamis. derdini anlatamayan patlamali dıkşın dıkşın bir film olmus.
  • the nolan variations'da nolan, standardın dışına çıkmayı ne kadar sevdiğini ve teşvik ettiğini anlatıyor. memento'nun yazım sürecini anlatırken, nonlineer anlatıma dair çok hoşuma giden şu sözleri söylüyor:

    "zamanla dövüşüyoruz. lineer (doğrusal) olan projeksiyonun tiranlığını devirmeye çalışıyoruz."

    projeksiyonun tiranlığı çok güzel bir betimleme. hem nolan'ın dünyayı nasıl gördüğüne hem de sinemada bazı kalıpların neden aşılması gerektiğine dair çok şey anlatıyor.

    mesela hafızamız hiç de öyle düşündüğümüz şekilde çalışmıyor diyor. görme yeteneğimizin de yeterince anlaşılmadığını savunuyor.

    gözlerimiz, bir yere ya da bir şeye bakarken, odaklandığımız noktalar dışındakileri de görüyor. bu yüzden bir olayı hatırlarken olmamış şeyleri ekliyor, olaya hiçbir etkisi olmamış görüntüleri ya da kişileri betimliyoruz. ekstra renkler ekliyoruz, ekstra kalabalık oluşturuyoruz. şu kadar insan vardı diyoruz.

    olayların gelişim sırasını karıştırıyoruz. kendi kronolojimizi oluşturuyoruz. hikayeyi bir baştan bir sondan anlatıyoruz. çünkü hafızamız parçaları bu şekilde birleştiriyor. başından sonuna kadar bir anısını, kusursuz bir şekilde, kusursuz bir kronolojide ve tüm detaylarıyla anlatabilen ne kadar insan var?* ya da bir rüyasının başını hatırlayabilen? *

    işte following'de, memento'da nolan bunu yapıyor. hikayeyi, hafızanın çalışma şekliyle anlatıyor. biraz başından, biraz sonundan. bu sürede de seyirciyi ikilemlere sokuyor ve bir şeyi hatırlamaya çalışan bir insan gibi irrite edici bir gerginlik ve karmaşa yaratmış oluyor.

    bunu yaparken de kendine meydan okuyor. yıllardır oturmuş kalıplarla, metodlarla çekilen, her hikaye doğrusal anlatılmak zorundaymış gibi lanse edilen, kameranın standardlarına kendini teslim eden filmlerin olduğu bir dünyada böyle bir hikayeyi projeksiyona nasıl aktarırım diyor ve buna kafa yoruyor. kamera hilelerinde sınırlarını zorluyor. çektiği sahneleri tersten oynatırım demek yerine oyuncularına koreografi çalıştırıyor, maketler yapıyor, stüdyolar yaratıyor, uçaklar satın alıyor, arabalar yapıyor vs vs...

    bu zanaatkarlığını hikaye anlatımında da kullanıyor. following'de hikayeyi düz yazıp editing'te bir ileri bir geri şekle sokmuş. memento'da ise önce kendini sonra izleyici karakterle özdeşleştirmek için hikayeyi leonard'ın olayları yaşadığı şekilde yazmış. bir orasından bir burasından.

    (bkz: memento/#116269510)

    işte tenet bu noktada bu anlatım tekniğinin tepe noktasıdır bana göre. bugüne kadar filmlerde gözün alıştığına, beynin zamanı ve olayların akışını algılamasına meydan okuyor. algınızı değiştirmeye teşvik ediyor. olayları bir de böyle takip etmeye çalışın diyor. farklı bir perspektif sunuyor.

    insanların bu filme verdikleri tepkiler de işte bundan kaynaklı. adam bildiğimiz ve gördüğümüz şeyleri işleme, özümleme alışkanlığımıza meydan okuyor. insanlar ise bunu bir anlatım faciası ya da başarısız hikaye girişimi olarak algılıyor. çünkü herşeyi kalıp kalıp, hazır şablonlarla, hazır kural ve alışkanlıklarla çözümleyen bünyemiz bu doğrusal olmayan anlatımı, bir nevi bulmacayı, labirenti çözemiyor.

    bu insanların filmi anlamamış olmaları başarısızlık değildir. anlamaya çalışmıyor olmaları başarısızlıktır. anlamadıkları için filmi ve yönetmenin vizyonunu çarmıha germiş olmaları başarısızlıktır. buradaki başarısızlık yönetmenin değil, beyaz perdedeki hikayeyi düz bir çizgide izlemeye alışmış ve bunun tek doğru olduğunu düşünen, kendini alışkanlıklarına teslim etmiş insanlarındır.

    buna pek şaşırmıyorum çünkü böylesi tepkiler yeni değil. zamanında da sinemada kim bir yenilik sunmuşsa, kim zamanının ötesinde bir film çekmiş ya da teknik geliştirmişse, anlaşılmamış zaten. sırf bu algı sorunundan ve vizyonsuzluktan ötürü koskoca national film registry'i kurmadı mı adamlar zamanında? siyah beyaz filmleri yeni bir teknoloji ve vizyon ile renklendirmeye başladıklarında bazı kesimler isyan bayraklarını çekmedi mi? bu filmler bir kültürün parçası, neden katlediyorsunuz denmedi mi? sonra noldu? tıpkı ses teknolojisi gibi renkli film de kucaklanmaya, alkışlanmaya başlandı. zorla mı? hayır. neden? çünkü anlaşılmaya başlandı.

    ben nolan'ı da işlerini de bu yüzden seviyorum. sinemanın yalnızca teknik açıdan değil, anlatım açısından da evrilmesi gerektiğine inanıyor ve işlerini buna olan inancıyla icra ediyor. bunu da kolaya kaçarak dijital teknoloji ile yapmıyor. aksine, geniş düşünerek, farklı algılayarak ve görerek, projeksiyonun tiranlığına karşı gelmeye çalışarak yapıyor. bugün "ben sesin de filmin bir karakteri olduğuna inanıyorum" diyen ve sesi dominant kullanan bu adamın ileride daha iyi anlaşılacağını tarih kanıtlıyor.

    her yönetmen, senaryo kendisinin olsun veya olmasın, filmine kendinden bir şeyler katar. dünya görüşünü, zamanı algılayışını, hayatı yaşayış tarzını ve felsefesini. nolan da bundan farklı bir şey yapmıyor. algılarımızı değiştirirsek, olayları işleme ve bununla ilintili olarak anlatma tarzımızın da değişeceğine, haliyle sinema sanatının da bu noktada değişip gelişeceğine inanıyor.
  • küçük memeli hatunun son sahnelerde teknedeki haletiruhiyesi için izleyin derim.

    dunkirk den sonra hızlı bir düşüş var nolan'da.

    ah be olm madem kafayı zamana taktın ,git belgesel çek izleyelim.
  • eğlenceli film de hocam iyi güzel ama azıcık karakter derinliği, duygu, ilişki falan olsaydı itülü gibi film çekmişsin ey nolan efendi.
  • pandemi sebebiyle sinemaya gidip izleyemediğim için malum ortamlara düşünce izleyebildim ve suserların verdiği tepkiyi pek anlamlandıramadım. filme karşı bir kızgınlık söz konusu sanırım. insanlar chris nolan'a kızmış gibi. tüm entryler küfür kıyamet gidiyor. niye ki? bence harika bir film olmuş. bu zamana kadar gördüğüm en orijinal zaman yolculuğu tasarımı var filmde. nolan tam anlamıyla bir sinema dahisi ve bu da son işi işte, neye kızdınız bu kadar?

    neyse, ben değerlendirmeye geçeyim.

    --- spoiler ---

    herkesin ilk yarım saatte anladığı üzere, filmde olan biteni çözmek pek kolay değil. tüm karakterler bir kaosun içinde sürükleniyor gibi. neler döndüğünü anlayabilmek için internette biraz okuma yapmanız ve kendi kendinize kafa patlatmanız lazım. çok uzun bir okuma yapmanıza da gerek yok aslında, olay o kadar da karmaşık değil. bir ipucu vereyim: filmde sadece 4 şehir var, buna dikkat edin.

    senaryoyu ve anahtar kısımları anladığım kadarıyla açıklayayım.

    filmdeki zaman yolculuğu tasarımından başlayalım. burası çokomelli ve çok ilginç; tenetteki zaman yolculuğu bu zamana kadar başka hikayelerde işlendiği şekilde işlemiyor. nolan tenet'te tamamen kendine has bir zaman yolculuğu tasarımı yapmış. bir cihazın içine girip bilmem kaç senesine giderek normal bir şekilde yaşamaya devam etmiyorsunuz. mesela, yüz sene öncesine gidemiyorsunuz, gidebilmeniz için yüz sene önce de hayatta olan bir insan olmanız gerekiyor. yaşadığınız kadar geriye gidebiliyorsunuz. ikinci önemli nokta: gelecek yolculuğu diye bir şey yok, geleceğe gidemiyorsunuz. en çok karıştırılan kısım burası olduğu için tekrar edeyim: gelecek ulaşılamaz durumda, sadece geçmişe dönebiliyorsunuz. dolayısıyla, birden fazla insanın ömründen daha uzun olacak kadar uzak gelecekte yaşayan insanlar ancak şu anda (onlara göre geçmişte) hayatta olan bir insan ile iletişim kurarak, onun aracılığıyla geçmişi etkileyebilecek şeyler yapabiliyor. bunu yapabilmek için seçtikleri kişi ise andrei sator. (lafı geçmişken sator karesi neymiş bir bakın derim) ayrıca, gelecekte keşfedilen bir cihaz sayesinde cisimlerin de zaman yönü değiştirilebiliyor fakat bu cihazı filmde göremiyoruz, sadece gelecekten gönderilen ve evirilmiş cisimlerin incelenmesiyle bu kanıya varabiliyoruz. anlaşılmayan ikinci bir konu da şu: cisimlerin, insanların zaman yönünü değiştirebilseniz de, tüm dünyanın entropisini geri çeviremiyorsunuz, zamanın akış yönünü komple geri çeviremiyorsunuz. eğer bu yapılabilseydi gelecekteki insanlar geçmişte istedikleri zamana dönüp olayların akışını etkileyebilirdi ama algoritma (the algorithm) olmadan, eldeki teknoloji ile zaman daima ileriye doğru akıyor. geçmişi etkileyebilmek için halihazırda geçmişte yaşayan birisi ile iletişime geçmeniz lazım.

    algoritmayı icat eden kadın bu icadından daha sonraları pişman oluyor. zira insanoğlunun bunu kötü amaçlarla kullanmasının tüm insanları öldürmeye kadar gidebilecek devasa bir sonucu olabileceğini fark ediyor (burada oppenheimer referansı veriliyor). bu pişmanlıkla algoritmayı 9 parçaya bölüyor ve dünyanın farklı bölgelerine saklıyor. neden yok etmiyor? sanırım plütonyumun doğası gereği. plütonyum izotopu nedir bir bakın bence, ilginç şeyler öğreneceksiniz. tarihte bununla ilgili yaşanan trajik kazalar var mesela, insanın inanası gelmiyor ama yaşanmış. neyse, mücidimiz bu parçaları saklayacağı yerleri seçerken dünyada hiç kimsenin gitmeye cesaret edemeyeceği, gitse de sağ çıkamayacağını düşündüğü yerleri seçiyor: ölümcül oranda radyasyon bulunan nükleer reaktör çekirdekleri veya önceden patlama yaşanmış olan radyoaktif olarak ölümcül bölgeler. bu işi yaptıktan sonra da intihar ediyor çünkü algoritmadan bir tane daha üretilmesini önlemenin başka bir yolu olmadığını düşünüyor.

    planları bozan kişi ise sovyetler birliği dağıldıktan sonra stalsk-12 adlı bölgede plütonyum arama işine girişen andrei sator adlı bir rus oluyor. stalsk-12'nin ne olduğunu bize sir crosby (michael caine) açıklıyor: kapalı şehir denilen ve nükleer merkezlerin etrafında konuşlandırılmış, harita üzerinde bulunamayan, gizli yaşam bölgeleri. sator (ki ismi sator karesinden-meydanından alınma) bu bölgede kimsenin girmeye cesaret edemeyeceği kadar ölümcül radyoaktiviteye sahip bir yerde plütonyum ararken bir kutu buluyor. bu kutu gelecekteki insanların kendisiyle ilk iletişime geçiş şekli oluyor. kutunun içinde altın külçeleri ve yapması gerekenlerin anlatıldığı bir kağıt buluyor. ayrıca, sator filmde kanser hastası ve ölmek üzere. zamanında yediği radyasyon sebebiyle gayet mantıklı bir durum. ayrıca, zaten ölüyor olması gelecektekilerle işbirliği yapmak isteme motivasyonlarından birisi. kendisine altın külçeleri verilmesinin sebebi algoritmanın diğer parçalarını bulabilmek için yeterli kaynağa sahip olmasını istemeleri. bu sayede sator milyarder oluyor. 30 sene içerisinde de biri hariç tüm parçaları bulmuş.

    belli ki gelecekte zaman yolculuğu ile ilgili bir sürü başka keşif yapılmış. cisimlerin zaman yönünü değiştirebilen bir cihaz var mesela, ya da zaman yönünüzü değiştiren bir turnike var. bunlar icat edilmiş şeyler zaten ama bunların en önemlisi olan algoritma ortada yok. insanoğlu gelecekte ölümle yüz yüze. geçmişte insanlar hiç petrol kullanmasaydı, ozon tabakasına zarar vermeselerdi, kutuplardaki buzulları eritmeselerdi, her kaynağı fütursuzca tüketmeselerdi vs. gelecekte küresel ısınma sebebiyle insanoğlu yok olma tehlikesi altında olmayacaktı. bu durumda gelecekteki insanlar dünyanın insanoğluna mezar oluşunu engellemek için tek yol olduğuna karar veriyorlar: geçmişteki herkesi öldürmek. herkesi öldürdüklerinde kendileri hayatta olacak mı? herkesi öldürmek çözüm mü?bilmiyorlar ama kaybedecekleri bir şey yok, buna inananlar var ve bunu yapabilmek için de algoritmaya ihtiyaçları var. tüm olay bunun üzerine kurulu. gelecek geçmişi yok etmek istiyor ki hayatta kalabilsin.

    andrei sator algoritmanın parçalarını birleştirdiğinde stalsk-12'deki patlama bölgesine gömecek ve gelecektekiler bu şekilde algoritmayı ele geçirebilecek. plan bu.

    john david washington'ın canlandırdığı filmin baş kahramanının ismini hiç öğrenemiyoruz. entry boyunca kendisinden protagonist olarak bahsedeceğim. protagonist kiev'deki bir opera binasına gerçekleştirilen terörist saldırıyı engellemek amacıyla cia tarafından görevlendirilmiş birisi. fakat bu esnada evirilmiş bir kurşun kullanan esrarengiz birisi tarafından hayatı kurtarılıyor ve ne olduğunu anlamadığı bir parça buluyor. bulduğu aslında plütonyum 241 ama buna sonra değinelim. daha sonrasında rusların eline düşüyor, burada işkenceyle zorla konuşturulmak istemediği için yuttuğu siyanür kapsülünün boş olduğunu bir odada uyandığı anda anlıyor ve fay adında biri kendisine bir görev veriyor ve diyor ki; tenet diye bir şey var, senin işin bundan sonra tenet.

    protagonist barbara adında bir kadınla buluşuyor, bu kadın ona evirilmiş cisimleri gösteriyor ve olayı anlatıyor. protagonist evirilmiş kurşunların nereden geldiğini öğrenmek istiyor. bir kurşunun izini sürerek hindistan, bombayda yaşayan bir yeraltı baronuna, priya'ya ulaşıyor. priya ise andrei sator'dan bahsediyor, kurşunlar bu adamdan geliyor diyor. sator'a ulaşabilmek için sir michael crosby ile görüşen protagonist, sator'a ancak karısı katherine (kat) aracılığıyla ulaşabileceğini öğreniyor. kat sanat eserleri satan bir müzayede şirketinde eksper olarak çalışıyor ama zamanında yakın olduğu bir ispanyolun (tomas arepo) yaptığı sahte bir goia tablosunun orijinalliğini kontrol etmeden (yakın ilişkileri sebebiyle) kocasına 9 milyon dolar gibi uçuk bir paraya satılmasına sebep oluyor. sator karısının yediği haltı öğreniyor ve katherine'i tehdit ediyor. kat da kocasından zaten nefret eden bir kadın olarak intikam almaya ve çocuğu max'i kurtarmaya çalışıyor. protagonistimiz bu vesileyle katherine'e diyor ki benim kocanla tanışmam lazım. ben kocanın sahte tablosunu ortadan kaldırayım, seni tehditten kurtarayım, sen de beni onunla tanıştır. kat kabul ediyor. sator tabloyu oslo havaalanının serbest bölge depolarında kurduğu, gizlice sanat eseri satan bir organizasyonun kasasında saklıyor. ulaşması imkansız gibi bir yer. burada işin içine neil adında bir karakter giriyor (robert pattinson) neil protagoniste içeri girmesi konusunda yardımcı oluyor ve burada işler iyice beyin yakmaya başlıyor.

    oslo havaalanının serbest bölge depolarında protagonist ve neil iki adamla karşılaşıyor. bu adamlar her nasılsa ikisinin de hareketlerini önceden biliyormuş gibi bunlarla dövüşüyorlar, hareketleri geriye gidiyor gibi ve en nihayetinde birisi uçak motorunun vakumuyla odadan dışarı çekilene kadar mücadele ediyor. neil ile mücadele eden ise neil tarafından maskesi çıkarıldıktan sonra esrarengiz bir şekilde serbest bırakılıyor. sonuç olarak protagonist sator ile buluşma şansı yakalıyor ve hayatını filan kurtardıktan sonra diyor ki: ben sana algoritmanın dokuzuncu parçasını (plütonyum 241) bulabilirim. zaten kiev'deki opera binasında eline geçirmişti bu parçayı ama şimdi estonyanın başkenti tallinn'de olacağı bilgisi var. sator tamam diyor ama asıl amacı protagonisti takip edip plutonyumu kendisi ele geçirmek. neden? çünkü kimseye güvenmek gibi bir lüksü yok.

    nitekim tallinn'deki büyük soygun sahnesinde protagonist evirilmiş bir sator ile karşı karşıya kalıyor. sator kat'i öldürme tehditiyle plutonyum'u ele geçirmek istiyor ama işler karışıyor ve protagonist ele geçiriliyor. filmin bence en ikonik sahneleri de burada başlıyor. (sator ile bir camın arkasından konuştukları sahne) bu sahnede mavi oda geçmiş, kırmızı oda şimdiki zamanı temsil ediyor. (ufak bir ayrıntı: kırmızı odadayken sondan başa doğru, ters çalan müzik mavi odaya geçince normal çalmaya başlıyor, ikisi aynı müzik, sadece birisi tersten, diğeri normal.) turnike aracılığıyla geçmiş zamana geçen sator kat'i vuruyor ve plutonyumu almak için odadan gidiyor.

    sator sahneden çıkınca bir grup komandonun işe dahil olduğunu görüyoruz. kim bu komandolar? neil diyor ki priya'nın adamları bunlar, amacımız aynı. algoritmanın peşinde olanlara engel olmaya çalışıyorlar. başlarında ives diye bir eleman var. ives protagoniste sator'un zaman kıskacı diye bir şey kullandığını söylüyor. zaman kıskacı şöyle bir şey: senden iki tane var: birisi zamanda normal akışında ilerliyor, diğeri ise gelecekten gelen, evirilmiş halin. ikisi de zamanın avantajını kullanıyor, birisi gelecekten geldiği için ne yapması gerektiğini biliyor, diğeri ise zamanda ilerleyerek sonucu garantiye alıyor. aynı amaç için uğraşınca işe yarayan bir taktik. kısacası tallinn'deki operasyonda sator iki tane, birisi şimdiki zamanda, diğeri ise gelecekten gelen ve geriye doğru ilerleyen sator.

    protagonist burada diyor ki benim de geri dönmem lazım, kat vuruldu ve ölecek, onu kurtarmak için de geri dönüp yardım bulmak gerekiyor. senaryo burada tallinn'den itibaren geri dönmeye başlıyor. (yani, biz bombay, oslo ve tallinn'e kadar ilerleyerek geldik, buradan sonra geri dönüyoruz) tallinn'deki kovalamaca-soygun esnasında gördüğümüz takla atan aracın aslında kendisi olduğunu acı tecrübe ediyor bizim eleman. eline bir şey geçmiyor ama neil ve ekibi protagonisti kurtardıktan sonra zamanda geri gitmeye devam edip evirilmiş bir şekilde oslo'ya geri dönüyorlar ve geçmişteki kendileriyle mücadele edip kat'i bir sedye üzerinde çıkarıyor ve zamanda ileriye gidip kat'i kurşun yarasından kurtarıyorlar.

    protagonist bundan sonra priya ile konuşuyor ve gitmesi gereken yeri öğreniyor: stalsk-12deki patlama alanı. zira sator algoritamayı teslim etmek üzere. yine geri gidiyoruz.

    stalsk-12de olan biteni de şöyle anlatayım: sator bu patlama alanına algoritmayı bırakacak ki gelecektekiler alsın. bunu engellemek için algoritmayı oradan almak yetmiyor, patlamayı engellememek lazım ki kimse orada ne olduğunu anlamasın. bunun için şimdiki zamanda komandolar sator'un silahlı elemanlarıyla çatışıyorlarken gelecekten gelenler de çatışmanın seyrini bildiklerinden bunlara yardımcı olacak. aynı zamanda, bir başka extraction ekibi (protagonist ve ives) algoritmayı oradan kimseye çaktırmadan alacak. uzun lafın kısası: bombanın patlaması lazım çünkü sator görevini yerine getirdiğini zannederek ölmeli. bomba patlayınca sator kazandığını sanacak ama aslında extraction ekibi (ives ve protagonist) algoritmayı oradan almış olacak. yukarıdaki iki ekip sadece dikkat dağıtmak için var. filmin en anlaşılmayan kısmının açıklaması da bu.

    ilerleyen sahnelerde extraction ekibi içeri giriyor, içeri girerlerken bir sensöre çarpıp bombayı aktive ediyorlar ve tünelin girişi kapanıyor, giriş çıkış imkansız hale geliyor ve görüyorlar ki mavi ekipten birisi yerde yatıyor ölmüş, çantasında da turuncu anahtarlık var. anlıyoruz ki bu arkadaş neil. daha önceden kiev'de protagonistin hayatını kurtaran kişi, gelmiş, kapıyı açmış, protagonist için bir tane mermi yemiş ve ölmüş.

    son kısımda neil'in film için ne kadar önemli bir karakter olduğunu anlıyoruz. cümle cümle anlatmaya gerek yok sanırım, büyük ihtimalle kat'in oğlu max büyüyünce neil oluyor. (maximilien isminin son dört harfi tersten okununca neil oluyormuş) protagonist tarafından yetiştiriliyor, fizik doktorası yapıyor arkadaş, entropi konusunda zibille bilgi sahibi ve her şeyin farkında. en sonunda da görev için kendini feda ediyor, protagonist için bir mermi yedikten sonra ölüyor. olayların tamamında -eski ve yeni- neil bir şekilde etki sahibi ve kilit konumunda. tamamını etkilemiş, yönlendirmiş. organizasyonun başında protagonist olsa da, işi yapan neil. filmin sonunda zamanda geri dönerek öleceğini bildiği yere gidiyor. protagonistin gözleri bu sebeple doluyor.

    --- spoiler ---

    zaten ziyadesiyle uzun oldu, senaryo mevzusunu daha da uzatmak istemiyorum. film ve sözlükte yediği küfürler ile ilgili bir yorum yapıp bitireyim. doom eternal aldım indirimden, aklım orada.

    christopher nolan filmleri bence cidden sanat eseri kıvamında olan filmler. bu adam sayesinde blockbuster aksiyon filmlerinin bile içerisinde çağa uygun teknolojilerle sanat yapılabildiğini görmüş olduk. memento, inception, interstellar, tenet gibi filmlerde görsel efekt, teknoloji, kamera ile sınırları zorlayabilen bir sanat yapmayı başardı bu adam. batman, the prestige, dunkirk gibi gişe filmlerinin dışında yaptığı bütün filmler sinema sanatında daha önce yapılmamış, denenmemiş, orijinal, kendine has, kendisinden başkasının "çekilemez, yapılamaz" diyeceği oranda çalışma isteyen işler. ekranda götünden alev çıkartan süper kahramanlar için harcanan cgi miktarını, boşa giden yeteneği ve emeği görünce insanoğlu bu teknolojiyi neden bu saçmalıklar için kullanıyor demekten kendimi alamıyorum. nolan ise bu anlamda yapılabilecek en iyi işleri çıkarıyor. bu yüzden tenet'teki girift olay örgüsü elinde mısırla saati gözleyen bir sinema izleyicisinin ilgisini çekmeyecektir. tenet'i oslodaki havaalanı sahnesinden sonra izlemeyi bırakmanız olası çünkü üzerinde düşünmek için değil, izleyip geçmek için film arıyorsunuz. bu da gayet normal, sizi filmi beğenmediğiniz için eleştiremem. sinema başından beri bir entertainment dalıdır., dolayısıyla bir filmde eğlenmiyorsanız beğenmeyebilirsiniz. öyle ama filme ve yönetmene küfreden arkadaşların unuttuğu bir şey var, sinema eğlence aracı olarak üretilebildiği gibi, sanat olarak da icra edilebilen bir şey. nolan bu filmi çekerken size "salonda acayip eğleneceksiniz, çok eğlenceli film" sözü verdi mi? vermedi. inception izlerken salonda eğlenen insan görmüş müydünüz? memento izlerken kaç taneniz gerçekten eğlendi mesela? herkes bu filmleri izlerken kafasını kaşıyarak "noluyo yau?" çekiyordu. peki neden şimdi burada sanki birileri sizi kandırmış, oyuna getirmiş, cebinizden paranızı çalmış gibi küfrediyorsunuz? sizi birileri kandırdıysa (ki hiç sanmıyorum) o da sinema salonları ve reklamları yapanlardır. nolan'ın kendisi değil. adam bu filmin yapılmasından sorumlu, pazarlanmasından değil. onlara küfredin, nolan'a değil.

    bakın bir konuda anlaşalım. mesela sözlük olarak bir picasso tablosunun değerini ölçmeye kalkalım. lafın gelişi, mesela yani... burada nolan'a ana bacı küfreden arkadaşların çoğunun 5 tl vermeye yanaşmayacağı tabloları var picassonun ama gerçekte bunlara paha biçilemiyor, insanoğlunun sanat tarihi mirası filan denilerek özel odalarda, güvenlikler ardında saklanıyor. o derece kıymetliler. diyeceğim o ki, gerçek bir sanat eserinin değerinden toplumun geneli bihaberdir. çoğunluğa kalsa davud heykeli çıplak ve çüklü olduğu için, hatta bazılarına göre davud'un çükü çok küçük tasvir edildiği için çoktan parçalanmıştı. bu dünyanın bütün kültürlerinde, her yerde aynıdır. bize kalsa popüler kültürün anaakımına uymayan her şey değersiz, beş para etmez, iğrenç filan olacaktır.

    tarkovsky-stalker izleyip ulan ne ağır işliyor film, amma da edebiyat yapmışlar amuğa goyim çeken bir arkadaşın buraya gelip küfretmesi normal ama bunlrın yanında inception izleyip yerlere göklere sığdıramayan arkadaşların da burada filme bok atmalarını kesinlikle anlamlandıramıyorum. başta iki üç kişi filmi beğenmemiş diye herkes onun peşinden gidiyor gibime geliyor. sürü psikolojisi mi bu?

    arkadaşlar bu film gerçekten her sahnesi ayrı özenle, ayrı detayla çekilmiş, nakış gibi işlenen senaryosuyla insanı kendisine hayran bırakan bir film. bazı sahnelerde bunu nasıl çekmişler demekten kendinizi alamıyorsunuz. gerçekten kamera arkasını ayrı bir film gibi izlemek istiyorum. muazzam bir iş var ortada. günümüzde böyle bir senaryo yazabilecek nolandan başka yönetmen de yok. kıymetini bilin. belki istediğiniz gibi bir aksiyon filmi olmayabilir ama bu kötü bir film olduğuna işaret değil. üzerinde yeterince kafa yorar ve sahneleri ilk seferde dikkat edemediğiniz detaylara bakarak tekrar izlerseniz çok fazla şey göreceksiniz.

    eyyorlamam bu kadar. hadi hayırlı işler.
  • baya kötü film öyle böyle değil. hindistanda binaya iple girme sahnesi filan ne öyle ya. oğlunu kurtarmaya çalışan anne, kadınları korumaya yemin etmiş şovalye mi ajan mı belli olmayan.... amann çöp işte.
hesabın var mı? giriş yap