• filmden, kişisel bir meseleme dokunmasaydı bu kadar etkilenir miydim bilmiyorum. annelik üzerine kimsenin kolay kolay dile getiremeyeceği cümleleri bağırıyor.
    anne olmak konusunda hep şüphelerim var ama son zamanlarda acaba nasıl olur, ne hissederim, gibi sıcak düşünceler oluşmaya başlamışken bu filmi izlemek sert bir etki yarattı. "belki de her kadın anne olmamalı" düşüncesi yeniden zihnimin orta yerine yerleşti. çünkü filmi izlerken, leda'nın huzursuzluklarını, içinde hissettiği sıkıntıların aynısını hissettim. özgür olduğunda hissettiği huzuru da aynı zamanda.

    bundan sonrası spoiler olucak.

    --- spoiler ---
    filmdeki en çarpıcı cümle: "çocuklarımla telefonda konuşmaktan nefret ediyorum"du. hatta leda'nın sevgilisi bile afalladı bu cümleyi duyunca.
    diğeri ise leda, çocuklarını terk ettiğini itiraf ediyor ve ona ne hissettiği, çocukları olmadan geçirdiği yılların nasıl olduğu sorulunca, ağlayarak "harikaydı" diyor. bu, kimsenin kolay kolay dile getiremeyeceği ama belki de bazı annelerin hissettiği bir durum. ama bırakın dile getirmeyi, hissetmek bile dünyanın en günahlı, ayıplı olayıymış gibi. sanki bunu hisseden kadınlar dünyanın en kötü insanları. asıl kötü olan, sanki her kadının anne olmak zorunda olması gibi bir algı ve dolayısıyla baskı yaratılması. eğer anne olamıyorsa veya olmak istemiyorsa onu eksik, başarısız ya da sorunlu bir kadın olarak görmek ve öyleymiş gibi hissettirmek.
    --- spoiler ---

    keşke herkes, özellikle de kadınlar şunu kabullense ve normalleştirse; bazı kadınlar anne olmamalı hele ki içinde en ufak bir şüphe varsa.
  • adeta başka sinema filmi, netflix filmi olmak için fazla iyi bence. konusu itibariyle çok beğendiğim bir film oldu. öncelikle filmi götüyle izleyip çük için çocuklarını bırakıp giden kadının hikayesi diyen suser'e üzüldüğümü belirtmek isterim. sen çok yanlış gelmişsin kardeş.

    --- spoiler ---

    leda'nın aldatması bir sebep değil sonuç. evli/anne kimliğinden o kadar bunalıyor ki en sonunda ona akademisyen kimliğiyle değer veren biriyle birlikte oluyor. yani tüm bunlardan çıkardığın çükse vallahi yazık.

    neyse efendim gelelim filme. bir kere konusu anne'yi kutsallaştıran toplumumuzun asla beğenmeyeceği bir konu. bu sebeple beğenilmemesine hiç şaşırmadım. çocuklarını bırakıp giden lyle karakterine kimse bir şey diyor mu? hayır. neden? çünkü o baba. anneleri evde kalıp çocuk bakmış ama leda öyle mi? nasıl böyle bir şey yapar? fıtratına aykırı bir kere (!)

    %99.9 eminim ki leda çocuklarını terk ettiği için vicdan azabı duymuyor. ağırlığını hissettiği şey toplumun yadırgamasından duyduğu utanç, toplum tarafından dışlanmanın getirdiği utanç. bu toplumsal kodlar bize öyle bi işlemiş ki, öyle bi içselleştirimişiz ki bu "ahlaki" kodları, bir saatten sonra toplumun değerlerini benimsemediğimiz zaman kendimizden bile tiksinebiliriz.

    bunu (toplumsal değerlerin nasıl kaskatı olduğunu ve bizi kısıtladığını) en çok foucault dert edinmiştir, akıl hastanesi ve hapishanenin modern toplumlarda doğuşunu bu yüzden araştırır discipline and punish kitabında. anneliğe atfedilen değerin bu anlamda hiçbir farkı yok foucault'nun sorunsallaştırdığı şeyden.

    nina karakteri ile annelik üzerine yaptıkları iki konuşma (hediyelik eşya satıcılarının ordaki ve en son sahnede leda'nın tatil için kaldığı evdeki konuşmalar) annelerin kendilerine bile itiraf edemedikleri şeyleri ortaya koyuyor. leda'nın nina'ya çocuklarını terkettiği ilk 3 yılın harika geçtiğini itiraf etmesi, nina'nın (içinden) keşke doğmasaydı dediği çocuğu için "bu hisler geçecek mi" diye leda'ya akıl danışması vs. birbirlerine anneliği çok sevmediklerini itiraf etmeleri, çok dokunaklıydı gerçekten.

    yine de leda'nın bencilliğine diyecek yok. çocuklarını terkettikten sonra eve döndüğü sahnede kocası "sen bakmıyosan bak annenlere bırakım çocukları" deyince adamı bencillik ve tembellikle suçlaması gerçekten oha dedirtiyor.

    son olarak bu film psikoterapinin önemini ortaya koyuyor (evet foucault o dönemki psikoloji bilimine de karşı çıkmıştı lakin lacan gibi bilim insanları modern anlayıştan çok farklı yeni psikoterapi çeşitleri geliştirdiler). leda bir psikoterapiste gitseydi ebeveyn olmaktan vazgeçebilir yada çocuklarını kabullenmeyi öğrenebilirdi. çocuklarına da cehennem gibi bir hayat yaşatmayabilirdi. şu an o çocukları da terapiye muhtaç yetiştirmiş oldu. zaten psikodinamik terapiye göre bu travmalar anneden çocuğa geçer. 3-4 nesil annede aynı travmaları görebilirsiniz, çocuklarına da bu travmaları aktarırlar. en iyisi bir terapi süreciyle bu travma mirasını kırmaktır. oyuncak bebek de tamamen bu travmatik miras ile ilgili, leda'nın kocasıyla tartışırken annesinin okul bile bitirmeyen bir cahil olduğunu, bir bok çukurundan çıktığını söylemesi, oyuncak bebeğe bu kadar anlam yüklemesi, çocukken oyuncak bebekle kurduğu bağı 48 yaşında başka bir bebekle kurmaya çalışması vs. işte bunlar hep travma mirası. filmin sonunda kızlarından birinin "öldün sandım" demesi ve aslında bunun film boyunca alt metinlerle tekrar edilmesi, leda'nın kızında annesini kaybetme korkusunun ne kadar derin olduğunu gösteriyor. bir sahnede leda, lyle karakterine çocuklarından martha'nın sürekli ölüp ölmediğini kontrol ettiğini, adete "küçük bir anne" gibi davrandığını söylüyor, martha'nın büyük kızı olduğuna yemin edebilirim, bu tür bir sorumluluk genelde en büyük çocukların omuzlarına yüklenir ebeveynleri tarafından. diğer çocuğu bianca'nın ise kendisini değiştirmek istediğinden yakınır, bu da onun küçük çocuk olduğunu gösteriyor, bu pattern de küçük çocuklarda var çünkü.

    (sin palabras adlı yazar uyardı,kendisine teşekkürler, martha küçük, bianca büyük çocukmuş. şahsen buna çok şaşırdım, yazara bok atacağım, psikalinizi bilen biri olarak bu örüntülere göre bianca’nın küçük olması gerekirdi, yazar burda mantık hatası yapmış*)

    her neyse, ebeveyn travması olan, kendi anne babasından çeken, ebeveyn olmak istemeyen, istemediği halde ebeveyn olan herkes bu filmde kendinden bir şeyler bulacaktır. ebeveynlik dünyanın en büyük sorumluluğu, ben istemiyorum/vazgeçtim deyip çocuğu "iade" edebileceğiniz bir mağaza yok, bu yüzden iyice düşünüp yapmalısınız çocuk yapacaksanız ancak çocuk yaptıktan sonra bunu kaldıramıyor olmak da çok insani değil mi? insanız, hata yapmamak imkansız.

    en son olarak şunu da eklemek gerek, o gürültü yapan veletleri bir sıkımda boğmak istedim ben de, hele o sinemadaki gerizekalı ergenleri. bilemiyorum, özgürlük tartışması işte tipik, ergendir ses yapacak vs ama ben tatile çıkmış kafa dinlemek istiyorsam benim sakinliğim pahasına piçlik yapmamalı başkalarının çocukları, bir sınır olmalı. her neyse.

    --- spoiler ---

    güzel film, 7.5/10 derim özellikle de kendi hayatımdan bir şeyler bulduğum için. ayrıca sırf dakota için bile izlenir, kadın çok güzelleşmiş öyle böyle değil. romanını da okuyacağım çok ilgimi çekti.

    edit: bazı düzeltmeler yapıldı.
  • anne olmak istemeyen bir kadın olarak son zamanlarda izlediğim en çarpıcı film oldu the lost daughter. birçok insan için rahatsız edici sahneler barındıran bana göre her kadının anne olmadan önce izlemesi gereken film. detaylı incelemek istiyorum, baştan söyleyeyim uzun bir entry olacak.

    --- spoiler ---

    öncelikle senaryoda kendi yorumumuzu katmamamız için bir sürü boşluk bırakılmış, lineer bir akış yok. zaman zaman karışıklaşan bir kurgusu var. bu yüzden başlık başlık inceleyeceğim:

    tatile geldiği adada annelik konusunda zorlanan nina ve onun küçük kızı elena ile tanışan leda'nın hikayesini izliyoruz. leda ile nina arasında geçen şu diyalog filmin en çarpıcı noktası

    leda- en büyüğü yedi küçüğü beş yaşındayken kızlarımı terk ettim ve onları üç yıl görmedim.

    nina: onlar yokken nasıldı?

    leda: harika hissettirdi.

    "harika hissettirdi" bu cümleyi gözlerinden yaşlar süzülerek kuran leda'nın pişman olup olmadığını, utancının varlığını, öfkesini anlamlandırmaya çalışıyoruz film boyunca. leda bu cümleyi nasıl kurabiliyor bir anne olarak?

    ***leda ve annelik üzerine :
    öncelikle bizim için kör noktalardan bir tanesi leda'nın isteyerek anne olup olmadığını bilmememiz. kızları arasında iki yaş var. hadi istemeden ilkini yaptı, ya ikincisi? bence bu sorunun cevabını bize evlerine gelen yabancı kadın veriyor:

    "çocukluğumuzdan itibaren bir sürü saçma şeyi yapmaya mahkum bırakılıyoruz. bizim başımza gelen ( sevgilisi ile sevgilisinin çocuklarını bırakıp kaçmalarını kast ediyor) doğduğumdan beri benim başıma gelen en anlamlı şey"

    bu cümle leda'yı çok etkiliyor. cevap burada. leda çocukları mahkum olduğu için yani hayatın genel geçer ilerleyişi bunu talep ettiği için sorgulamadan yapan bir karakter. anneliğe uygun olmadığını sonradan anlıyor.

    filmde anneliğin kutsanışı ve kabul görülüşünü temsil eden bir sahne daha var. calli( nina'nın teyzesi) kilosuna atıf yapıldığında kilolu olmak onur kırıcı ama hamile olmak normal ve kutsal olduğu için hamile olduğunu söylüyor. bunun yalan olduğunu öğrenen leda bu saatten sonra bu kadına ekstra bir tiksinti duyuyor çünkü o kadın o an itibari ile leda için anneliği bir kadının en yüksek mertebesi olarak gören toplumun birebir yansıması.

    ***leda, çocukluğu ve annesi üzerine

    annesini ancak ilkokulu bitirebilmiş cahil bir kadın, büyüdüğü yeri de bok çukuru olarak niteliyor leda. buradaki ilişkiye çok değinilmedi ama filmin bana hissettirdiği şu oldu: leda annesine zamanı bol, kariyersiz bir kadın olmasına rağmen kendisi ile ilgilenmediği için kızgın. bunu nerede anlıyoruz, annesinin ona hediye ettiği bebeğin adı "küçük anne". leda da bu bebeği kendi kızı bianca'ya veriyor. ve sonrasında kendisi bianca ile ilgilenmediği zaman oyalansın diye aynı kendi annesinin yaptığı gibi kızına veriyor. al bunun saçını tara diye. bianca o bebeğe zarar verdiğinde kendi anneliği zarar görmüş, hor görülmüş gibi hissediyor bence.

    elena'nın bebeğini de kız ona zarar verdiği için çalıyor. kendi bebeği ve kızı ile arasında olan olayla bağ kuruyor bilinçaltında. o bebek bence leda'nın "defolu" anneliği aslında. yine bu bebek üzerinden bir yorum yapayım: leda annesinin yaptığının aynısını yapmasına rağmen bana kalırsa kendisini daha "meşgul, kalifiye, eğitimli gördüğü için çocukları bazı noktalarda ihmal edip yük görmesini normal buluyor ve suçluluk duymuyor bu konuda. ona göre geçerli sebepleri var çünkü. leda'ya sorsak eminim kendisinin annesinden daha iyi bir anne olduğunu söylerdi o an.

    burada sorulması gereken bir diğer soru şu ki: bir kadın anne olmayı sevmezse, kaldıramazsa, istemezse illa ki bunun geçmiş aile yaşantısı ile olan kötü ilişkisi ile ilişkili olma zorunluluğu mu var? sağlıklı bir ailede büyüyen bir kadın bunları hissedemez mi ? anneliğe uygun olmamak, psikolojik bir sorun mu, defo mu, eksiklik mi anomali mi ? bence kesinlikle değil.

    ***leda'nın kızları ile ilişkisi

    " çocuk yıkıcı bir sorumluluktur" diyen ve kızlarını terk eden leda anne olmaya asla alışamamış, sorumluluğu kaldıramamış , kızlarının ve kocasının yanında boğulan bir kadın. ama bir yandan da bakıcıya direktif verirken görüyoruz ki yüzde yüzü ortaya koymaya çalışıyor, deniyor. ama ait hissedemiyor. yabancılıyor bu duyguyu ve kabullenemiyor. bunun yansımalarını da bizzat leda'nın ağzından duyuyoruz.

    "aslında onların bana göre en güzel tarafları bana yabancı gelen tarafları. onların sorumluluğunu almak zorunda değilim çünkü." bir itiraf aslında bu.

    bir diğer sahne de elena kaybolduğunda onu leda buluyor ve teşekküre şöyle cevap veriyor.

    "bazen bu tarz şeyler yabancılar için daha kolay olur."

    yani elana'yı bir yabancı olduğu için daha sakin bir şekilde arayıp bulabilmesine atıfta bulunuyor. kızlarını terk ettiğini gördüğümüz sahnedeki haline bakarsanız bir anne değil bir yabancının soğukkanlılığı var üzerinde. hafiflemiş bir şekilde çıkıyor kapıdan.o kadar yabancı ki gitmek onun için çok kolay ve harika hissettiriyor.

    ***leda ve kocası arasındaki ilişki

    fazla paylaşımları olmayan, cinsel olarak da tatmin olmadığı mutsuz bir ilişkide leda. sadece anne olduğunu hissediyor o da tam değil. bir akademisyen olarak, kadın olarak fark edildiğinde mutlu oluyor. ve kocasını aldatıyor.

    evinde kendisinden hep bir şeyler çalındığını hisseden leda kocasını aldattığı adamın kurduğu "dikkat cömertliğin en nadir ve saf biçimidir" lafına, dikkate değer olmaya karşı koyamıyor.

    yıllar sonra kendisi ile aynı durumda olan nina'ya " ne istersen onu yapmalısın bence" diyor. kocanı aldat diyor yani.

    bu tavsiye bize leda'nın hiç bir şeyden utanç ya da pişmanlık duymadığını düşündürse de bence öyle değil. kocası konusunda pişman olmasa da ,kızları konusunda kendisini affetmekte zorlanıyor. itiraf etmekten utanç duyuyor bazı şeyleri.

    burada önemli olan nokta şu ki bianca ve martha leda'yı affetmese ve kabul etmeseydi leda yine de bu tavsiyeyi verir miydi? bence vermezdi. leda annelik konusunda hala aynı şeyleri hissetmesine rağmen kızlarının onu affetmesinin ezikliğini vicdan azabını yaşıyor. kendisini normal hissedemiyor.

    bu yüzden kendisi gibi olan defolu insanlarla iletişim kurmak daha kolay ve tercih edilebilir onun için. lyle, nina, mike ... onlar tarafından normal ve kabul görülebilir olacağını düşünüyor.

    buraya bir parantez açmak istiyorum. bence en yüce sevgi bir çocuğun anne babasına olan sevgisi , çünkü çocuk ne olursa olsun affeder.

    aslında biraz da bu yüzden anne olmak istemiyorum ben. ne kadar seversem seveyim o çocuğu yük olarak göreceğim ve bu çocuk onu hissedecek. onun karşılıksız sevgisinin hakkını veremeyeceğim. bir gün bir çocuk beni anlamaya çalışsın, içinde aklasın affetsin istemem. bu yüzden bu karşılıksız sevgiden kendimi mahrum bırakmak daha mantıklı geliyor. ne olursa olsun çocuk hisseder çünkü.

    bu filmde de hisseden çocuk bianca. ilgi görmek için çırpınan kesik parmağını annesi öpsün diye yalvaran çocuk en sonunda annesinin ufacık ilgisini elinin tersi ile iten bir çocuğa dönüyor.
    leda'nın en büyük yarası da bu yüzden bianca filmin başında onu bianca ile konuşurken görüyoruz. sonradan öğreniyoruz ki martha'ya bir kere bile geri dönmemiş. aramamış. ama hep bainca'yı aramayı düşünürken görüyoruz leda'yı. bianca'nın karşılıksız sevgisi kalbini eziyor leda'nın. bianca karşısında küçücük hissediyor. layık olup olmadığını sorguluyor ve olmadığını biliyor.

    filmde üç tane metafor var. yılan, portakal ve bebek. leda'nın anneliği ile ilgili olan sahnelerde portakal ve yılan metaforunu çokça görüyoruz. o yılan en son oyuncak bebeğin içinden çıkıyor.

    leda sanıyor ki nina onu anlayacak, bu sayede normal hissedecek ama öyle olmuyor, nina şapka iğnesini böğrüne sokuyor leda'nın hasta orospu diyerek.

    leda işte o zaman anormalliğinin yalnızca kızları tarafından kabul gördüğünü fark ediyor ve kendisini, bianca'yı, martha'yı bu olaydan sonra kabul ediyor. filmin başında çürük olan portakal metaforundan filmin sonunda sahilde normal bir portakala geçiyoruz hatta ilk önce portakalı çürük mü diye kontrol ediyor ve olmadığını görünce seviniyor ve leda anneliğini yapmaya başlıyor.
    nihayet bianca' yı arıyor.

    --- spoiler ---

    aslında daha yazarım ama yoruldum. velhasıl çok güzel ve derin bir filmdi. her kadının anne olmak zorunda olmadığını bir kadının önce buna uygun olup olmadığını sorgulaması gerektiğini çok güzel anlatmış.

    hep söylerim, sevgili kadınlar siz anne değilken de çok güzelsiniz.

    dip not: imla kontrol edemedim. bir ara güncellerim entryi hata varsa *
  • son birkaç hafta içinde izlediğim üç film, biri türkiye'de, diğerleri meksika ve yunanistan'da geçen tatil hikayeleriydi.
    bunlardan ilki, yılın filmi olarak gösterilse de çarpıcı final bölümüne rağmen abartıldığını düşündüğüm aftersun'dı.
    ikincisi, sözlüğün değerlilerinden @fbu'nun * "ölüm teması ve son üzerine zarif bir çalışma... son günler, son bakışlar ve pasif ötanazi..." şeklinde tanımladığı tim roth'lu sundown'dı ki bu filmin ıskalandığını düşünüyorum.
    sonuncusu ise maggie gyllenhaal'in ilk yönetmenlik çalışmasında işin üstesinden başarıyla geldiği, en az sundown kadar etkileyici ve düşündüren bir film olan the lost daughter idi.
    ilk ikisi de analiz edilmeyi fazlasıyla hak eden filmlerdi ancak onları yazmaya fırsatım olmadı, gyllenhaal'ın çalışmasına bir eğileyim istedim.

    çok özel ve seçkin bir oyuncu kadrosuna sahip olan ve jessie buckley, olivia colman ve maggie gyllenhaal'a oscar adaylıkları getiren film, edebiyat profesörü leda'nın, yalnız başına kafa dinlemek üzere geldiği sakin bir yunan adasında geçmişiyle, aldığı kararlar ve eylemleriyle hesaplaşmasını konu alıyor.

    leda, ed harris'den kiraladığı eve yerleştiğinde çok mutludur; kitaplarını okuyacak, yazısını yazacak, dingin doğanın yaydığı huzurun tadını çıkaracak, dinlenecektir. fakat sahilde yalnız başına geçirdiği keyifli anlar çok kısa sürecek, aynı ortama gelen geniş bir yunan aile, mekandaki fiziksel huzurun tadını tuzunu kaçıracaktır. asıl darbe ise sahildeki genç bir anne ve küçük kızından gelecek ve 20 yıl önce iki küçük kızı ile olan hatıralarını canlandırdığı leda'nın ruh dünyasını alt üst edecektir.
    değil midir ki tatil zamanları ve uzun yolculuklar insanın rutininden uzaklaştığı, kendini ve hayatını yukarıdan izleme ve muhasebe etme imkânı bulduğu zaman dilimleridir. leda da bu muhasebeyi tüm sertliği ve yıpratıcılığıyla yapacaktır.

    "ben normal bir anne değilim."
    bu cümlenin, annelik olgusunu ele alan filmin özünü teşkil ettiğini söylemek mümkün. annelik tüm dünyada tabu olarak görülen, yüceltilen, kutsanan bir olgu. filmi, bu yönüyle dokunulmaz kılınana dokunan, o yüceliği normalleştirmeye çalışan bir yapım olarak da niteleyebiliriz.
    the kindergarten teacher'da *modern okul sisteminin çocukların yaratıcılığını öldürmesi ve gelişen teknolojinin gençler üzerindeki etkisi gibi meseleleri irdeleyen filmde etkili bir performans sergileyen maggie gyllenhaal ilk yönetmenlik denemesinde annelik gibi tabulaştırılmış bir mevzuya annelerin cephesinden bakıyor.

    ***spoiler***

    sahildeki anne kızın ilişkisini izledikçe; annenin bıkkınlığına, çocuğun bunaltıcılığına şahit oldukça, annede kendisini çocukta kendi kızlarını görüyor ve geçmişe dönüyor. anlıyoruz ki lena kızlarından biri beş diğeri yedi yaşında iken onları terk etmiş ve kızlarını üç yıl boyunca hiç görmemiş. annelerinin yokluğunda çocuklara babaları ve anneanneleri bakmış. üç yılın sonunda kızları için geri dönmüş. fakat onlarsız üç yılın nasıl geçtiği sorusuna gözlerinden yaşlar akarak verdiği "harika hissettirdi." cevabı aslında lena'nın kendine acı veren geçmişte aldığı hiçbir karardan o kadar da pişman olmadığını gösteriyor. kocasını aldatan nina'ya verdiği "yüreğinin götürdüğü yere git" öğüdü de bunun teyidi olarak görülebilir.

    aklı başında hiçbir kadın mutlu bir evliliği terk etmez. lena mutlu değildi. mevcut hal onu boğuyordu. hayatını çocuklarına ve kocasına vakfetmek istemiyordu. hayatının öznesi olmayı arzuluyor, gençliğini ıskalamak istemiyordu.
    hem çocuklarını seviyor hem de hayattan daha farklı ve daha fazla bir şeyler istiyordu.
    hırsları ona daha iyisini arzulatıyor, kalınca boğuluyor, gidince suçluluk duygusu vicdanını kemiriyor. iç içe geçen ciddi bir karmaşa.
    sonuç itibarıyla lena; anneliğin yükünün ağır gelmesinden, kocasının arzuladığı gibi bir koca çıkmamasından ve gerçek aşkla tanışmasından dolayı terk ettiği çocuklarını yine onları özlediği için, kendi ifadesiyle "çok bencil" olduğu için geri dönüyor.

    peki leda, erkek aldığında normal karşılanan fakat kadın aldığında acımasızca mahkum edilen kararları çok mu kolay aldı ve uyguladı? ailesini geride bırakıp gitmek bünyesinde tahribat yaratmadı mı? özgürlüğünü kazanmak için ödediği bedel hafif miydi?
    bu soruların cevabının olumlu olmadığını leda'yı canlandıran olivia colman'ın her mimiğinden, ifadesinden ve gözlerinden okumak mümkün. ki baskılayıp üstünü örttüğü duyguları, sahildeki anne kızı gördüğünde tüm yıkıcılığıyla lena'nın hayatına hücum ediyorlar.
    lena'nın dengesi bozuluyor, küçük kızın bebeğini çalıyor, temizlediği bebeğe giysiler alıyor, onunla oynuyor. lena, gençliğinde evi terk ederken çocukları annesine götüreceğini söyleyen kocasına çok sert tepki göstererek "onları oraya götürürsen içinden çıktığım bok çukuruna batarlar. annem okulu bile bitiremedi." dediğinde annesiyle olan çocukluk travmalarını açığa vuruyor ve tüm bunların sebepsiz olmadığı ortaya çıkıyor. kötü geçirilen bir çocukluk; "normal" olmayan bir annelik tecrübesi ve başarısız bir ebeveynlik serüveniyle sonuçlanıyor.

    peki sonuç?

    kızlarıyla gülüşerek telefon görüşmesi yaptıkları son sahneyle anlıyoruz ki; geçmişinin muhasebesini yapan, geçmişiyle ve aldığı kararlarla hesaplaşan lena kendisini, annesini, kocasını ve hatta kızlarını affeder ve yola devam eder. zira her şeye rağmen hayat devam etmektedir. iki küçük kızı artık sağlıklı yetişkin kadınlardır ve annelerini sevmekte, onun üzerine titremektedirler.
    geçmiş yaşanmış bitmiş, muhasebe yapılmış, hayatla hesaplaşılmıştır. üzerinde daha fazla durmanın kimseye faydası olmayacaktır.

    son bir not: the lost daughter'ın lena ve nina'sı, marriage story'nin nicole'ü, revolutionary road'ın april'i, chemi bednieri ojakhi'nin banana'sı* , tully'nin marlo'su*, una giornata particolare'in antonietta'sı * ve hatta the bridges of madison county'nin francesca'sının * yaşadığı çelişkileri ve anlam arayışlarını batılı modern kadına özgü çelişki ve arayışlar olarak kodlayabiliriz. bu kadına romanlardan, filmlerden, dizilerden fazlasıyla da aşinayız. üzerinde çok fazla durduğumuz, analiz ettiğimiz anlamaya çalıştığımız bir konu ve olmaya da devam edecek. modern kent yaşamı ve çok hızlı değişip dönüşen dünya bizi buna zorlayacak.
    yalnız ben biraz da suriyeli öğrencimin 39 yaşında 14'üncü çocuğunu doğuran annesinin duygu dünyasına inebilmek, o kadının ruh dünyasında neler döndüğünü anlayabilmek isterdim. on dördü çocuk on altı kişinin yaşadığı üç odalı bir evde hayat nasıl geçiyor ve hemen hemen tüm sorumluluğun yüklendiği o tek kadın bunca yükün altından nasıl kalkıyor? o kadının da romanını okumak, filmini izlemek, sosyolojik- psikolojik analizini yapabilmek isterdim.
  • hani kadına şiddet olaylarında "her şeyden önce kadınlar annedir, annelerimizdir" falan deniliyor ya işte bu konuya hassas bir dokunuş yapan, maggie gyllenhaal filmi.

    baba olmanın her erkeğin harcı olmadığını bir şekilde kabullenmişiz de konu anneye gelince nedense işler değişiyor. eski kuşağın geleneğini sürdüren; öpmeyen, sarılmayan, gülüp şakalaşmayan, sevgisini asla göstermeyen ya da başı sıkışınca çekip giden babalara aşinayız mesela. ama buradaki yorumlarda da film ile ilgili en çok annenin, çocuğun yaralanan parmağını öpmemesi yadırganıyor. bu hareket doğrudur demiyorum ancak net bir şekilde kınayamıyorum da çünkü gerçekten her kadın "anne" olmaya uygun değildir.

    belki bizim annelerimiz de kendi içlerinde bu savaşı vermiştir. çocuklarını ölesiye seviyor olmak da anneliği tam anlamıyla benimsemiş olmak anlamına gelmiyor çünkü. çoğu anne bunu asla dillendiremezken birçok kadın ise özgür bir şekilde çocuk sahibi olmamayı 'seçebiliyor'. zaten filmin verdiği mesaj tamamen bu; anne olup olmamayı seçebilme özgürlüğünün bazı tabuların yerini alması. bu konunun yazar ve yönetmen bağlamında tamamen kadın perspektifinden sunulmuş olması filmin her noktasında kendisini hissettiriyor. o şahane oyunculuğunu oscar'la taçlandırmış olan olivia colman'ın canlandırdığı karakter leda; eğitimli, tek başına tatile çıkabilen, lafı fazla uzatan adamı kibarca susturup yemeğine devam edebilen, tehditlere boyun eğmeyen, geçmişiyle yüzleşirken yaşadıklarından pişmanlık duymayan ve kendisinin kabullenemediği annelik kavramını benimseyebilmiş ya da bununla mücadele eden kadınlara da saygı duyan yani kesinlikle sıradan olmayan bir kadın.

    sonuç olarak filme genel olarak baktığımızda leda'nın üzerinde nispeten fazla durulmuşken diğer tüm konu ve karakterler derinleşmeden darmadağın ve yüzeysel kalmış. biraz şunu gösterelim biraz da şunu anlatalım derken süre uzayınca "kestik" deyip bitirmişler sanırım. karakter gelişimi ve olay örgüsü üzerinde biraz daha oynanıp vurucu bir iş çıkarılabilirdi bu kadroyla. yine de yönetmenin ilk deneyimi oluşu ve konu baz alındığında fena olmamış diyebilirim.
  • ov ye, analıkla ilgili böyle bir filmden daha yeni haberim oluyor, bensiz olmaz, bensiiiz olmaaaz. 4.5 yaşındaki oğlum ve 4 aylık kızımla birlikte izledim bu filmi. yani birazını kızım uyur ve oğlum çizgi film izlerken, birazını kıza çıngırak sallar ve oğlum etrafta koştururken ve bu inanılmaz. benim, çocuklar uyanıkken, bir elimde telefonla film izlemem inanılmaz. oğlumu büyütürken asla yapamayacağım bir şeydi, aman çocuk hisseder de güvenli bağlanamazdı falan. bi de leda’ya bak ahaha. dur dur gerisi spoiler;

    modern dünyada analığa hoşgeldiniz! evet böyle olmayan anneler var hala, ama çoğunluk artık böyle arkadaşlar, gelin gerçekleri konuşalım. türkiye’de bizim nesille beraber daha ayyuka çıkıyor bu durum ama bence bizim annelerimiz arasında da böyle kadınlar azımsanamayacak kadar çoktu aslında. mesele şu; sadece onlar gidemiyorlardı. benim annem mesela. gidebilecek imkanı yoktu, ama anne olmaktan en az leda kadar bunalıyordu. bu yüzden sürekli depresyondaydı, çocuklarını dövüyordu, bütün mutsuzluğunu çocuklarından çıkarıyordu. gidebilseydi eminim kardeşim de ben de daha mutlu olurduk. her neyse.

    annemden ve kendimden nefret ederek büyüdüm. işin üzücü tarafı anneden ne kadar nefret etseniz de aslında tam nefret edemiyorsunuz, ona olan nefretiniz de kendinize olan nefrete katılıyor, kendinizden çok kolay ve çok çok nefret edebiliyorsunuz, orada sorun yok. neyse işte annemle ilişkim bu kadar sorunlu olunca anne olmaktan hep çok korktum. ya ben de sevgisiz bir anne olursam da çocuklarım benden nefret ederse diye korktum (ki bu korku bile sevgisiz bi anne olamayacağımı gösteriyordu, canım kendim) sonra gün geldi, anne oldum! işte tam olarak patladığımız nokta bu oluyor. annelik çok zor. her şeyiyle sana muhtaç bir küçük canlı ve senin hayatının tamamen bitmesi. eski kadınlar için anne olmak demek hayatının bitmesi anlamına gelmiyordu ama modern kadınlar için ne yazık ki hayatının bitmesi anlamına geliyor arkadaşlar. en azından ilk iki sene. bunu kabul etmek, buna alışmak, bunu sindirmek herkes için kolay olmuyor. artık eski hayatına dönemeyeceğini, çocuğunu bırakıp gidemeyeceğini, hatta bırakıp gitsen bile bir kere anne olduktan sonra asla anne olmadan önceki halin gibi olamayacağını kabul etmek çok zaman alabiliyor bazıları için. ve bu sırada da her şeyi boka sardıran başka bi etken var; bu zamana kadar sana sürekli olarak öğretilen anneler kutsaldır miti. çocuklu hayata alışamıyorsun ama bu insani bir şey değil de en büyük günahmış gibi hissediyorsun sürekli. çoğu kadın aynı kabul edemeyişi farklı şiddetlerde yaşasa dahi kimse dile getirmediği için kendini pislik gibi hissediyorsun. halbuki bunda utanacak bir şey yok. bütün kadınlara söylüyorum; evet zor. anne olmak, çocuğu kabul etmek, eski hayatını kaybetmek çok zor. bunu dile getirmek bizi eksik yapmıyor. insan yapıyor.

    ben filmi izlemeye başlarken, bikaç spoiler okuduğum için aha dedim işte ben kesin leda gibi bi anneyim, yine kendimi bok gibi hissedicem. oysa film beni ters köşe yaptı, kendimi bianca gibi hissettim ve anneme küfrettim ahaha. yok hayır ya, anneme küfretmedim. leda’yı ve sıkışmışlığını çok iyi anlıyorum. ama biancayla martha’nın suçu neydi.. bence burada her şey “herkes anne olmamalı” deyip kenara çekilmekle olmuyor. zaten bu gidişle kimse anne olmayacak da esas yapılması gereken şu kutsal anne mitini yıkmak ve annelerin üzerinden bu baskıyı kaldırmak. insan ne kadar görse de anne olmanın nasıl bişey olduğu tam olarak yaşanmadan anlaşılamayacak bir şey. esas dile getirlmesi gereken, anne olmak çok zor, evet çocukların ilk zamanları çok zor, babanın olaya dahil olmaması çok zor. sen zorlanıyor musun, tamam zorlanabilirsin, bu çok insani. bu seni canavar yapmıyor. sıkışmış mı hissediyorsun, biliyorum, bu sıkışmışlıktan kurtulabilmek için illa ki çocuklarını terk etmen gerekmiyor. leda’ya yardım eden birileri olsaydı bu kadar çok boğulmayacaktı belki de.

    ve geçecek nina. sana yapışıp tependen inmeyen o çocuk büyüyecek gerçekten de. bu hislerin, bütün hayatının bittiğini düşünmen geçecek. yani aslında önceki hayatın bitti, ama bu yeni hayatına da alışacaksın, bu yeni hayatını da seveceksin zamanla. galiba film bana bunları söyledi ya. ben tamamen ledayla özdeşim kurup kendime ne kadar boktan bir anneyim diye küfredeceğimi düşünürken, hayır ya çocuklardan bunalman çok normal, bak herkes bunalıyor, anneler kutsal değil, anneler sadece insan, kendine bu kadar yüklenme, herkes benzer boğulmuşluğu zaman zaman hissediyor, sosyal medyada gördüğün o kutsal anneleri gerçek zannetme falan dedi. kendime sarıldım. çocuklarıma sarıldım. biancayla martha’ya da sarıldım.

    yine de siz siz olun, anne olmayın arkadaşlar….
  • arkadaşlar konu hem annelik hem ben yakın gelecekte muhtemelen başka bir film izleyemeyeceğim için gidip gelip bu başlığa yazıcam galiba =/ durdukça sürekli bu filmi düşünüyorum.

    - spoiler -

    filmin sonunda leda kendini “unnatural mother” olarak tanımlıyor ama halbuki hiç öyle misin leda? şeyi fark ettiniz mi mesela, leda çocukları ilk defa bir bakıcıya emanet edip giderken çocuklarla ilgili o kadar çok şey saydı ki. o şunu yer, bu bunu sever, o şunla uyur, bu bunu giymek ister vs vs. unnatural bir anne bunları bilmez bile.. ah canım leda, sorun senin unnatural anne olmanda değil, sorun senin etrafında en başta kocan dahil, sana yardım edecek kimse olmayışında.

    leda’ya ve herkese önerim, eğer gerçek bir unnatural mother görmek istiyorsanız andrey zvyagıntsev’in nelyubov (loveless) filmini izleyin.

    şimdilik bu kadar. belki yine gelirim.

    - spoiler -
  • doğum kontrolü yerine izlenecek filmlerdendir.
  • - spoiler -

    ilk entirimde yazmayı unuttuğum bir şey var. nina, leda’ya çocukları bırakıp gitmenin nasıl hissettirdiğini ve o üç senenin nasıl geçtiğini sorar. ve leda da ağlayarak “harikaydı” der. kutsal anne mitiyle büyümüş bütün insanları rahatsız edecek sahnelerden biridir bu.

    ama bir sonraki konuşmalarında bu sefer nina “madem harikaydı, neden geri döndün?” diye sorar. leda da “çünkü ben onların anneleriyim. özledim” diye cevap verir. kimse bu ikinci diyalogtan bahsetmemiş mesela. ama aslında işin özü budur. çünkü siz onların annesisinizdir ve özlersiniz. çocuk sahibi olmanın en büyük handikapı budur işte. hiçbir şey asla eskisi gibi olamaz. bırakıp gitseniz bile bırakıp gidemezsiniz. o yüzden bu entirimi de leda’yla asla alakası olmayan anneannemin çok sık söylediği bi sözle bitiyorum; ana olacağıma taş olaydım. ne dersiniz?

    - spoiler -
  • filmi, filmin kitabını*, annelere, anne olmak isteyen, istemeyen herkese tavsiye ediyorum. hatta erkeklere, ayrı ayrı erkek ve kadın ailelerine. ben çok etkilendim, ayrıca bencil bir mutluluk duygusu da yaşadım izlerken. anne olmamayı tercih ettiğim duygumdan da hiç utanmıyorum. bana hep ne kadar güzel ve iyi bir anne olacağımı söylediler, söylemeye de devam ediyorlar. bir insanın onayını ve rızasını almadan, sırf bencilce bir dürtü nedeniyle o insanı dünyaya getirmek, bir ömür birbirimize eşlik etmek gibi bir zorunluluğu yaşamak ve yaşatmak istemiyorum. film, bu açıdan üzerine düşünülmesi ve konuşulması gereken birçok detayı barındırıyor. senden ne istendiğinden çok, senin ne istemediğini bilmen. bu his, çok ferahlatıcı. annelik, kutsal değil çünkü. hayat, hepimizden büyük.
hesabın var mı? giriş yap