• katie'nin tum degerliligine ragmen, kendini bir kisi yuzunden o kadar degersiz gormesi, kendinden defalarca vermesi... hayatinda en az bir kisi icin her seyi feda etmeye razi olmus herkesde filmin en pozitif sahnesinde bile aglama istegi yaratir... katie ile butunlesip, hubbell'i aramasin isteriz, dayanamaz arar... icimiz acir o sahnede, cunku biz de dayanamayip aramisizdir bir zamanlar bir hubbell'i... ayrica her izledigimde agladigim, aglayacagim filmdir...
  • her şey bi yana, en çok da insanın kendi olmaktan vazgeçememesinin hikayesidir bu film. ne kadar aşık olursanız olun, kendinizden vereceğiniz ödünün sınırı, ilişkinin sizin içinizi kemirmeye başlayacağı noktaya kadardır. katie, eğer hubbell kendini aşıp da geliştiğinde ona bir şans daha veremeyecek kadar tükenmeseydi belki sonu böyle olmazdı. ama bu da ilişkinin doğasında olsa gerek. önceden gelen tükenmişliğin bir noktadan sonra geri dönüş kapısını kitlemesi. öyle kitlemesi ki, her şeye rağmen içinin düzelememesi, hiç bi şeye eskisi gibi inanamamak, güvenememek. her şeyden çok da incinmeyi artık göze alamamak. yaşanan en çok bu. ama en güzeli, bunların ayrıyken bile birlikte olmaları. hiç birinin diğerini hayatından, aklından çıkartamaması. sürmediği halde bir ilişkiyi yine de sürdürmek.

    adam gibi film böyle çekilir. her izlendiğinde insanın boğazına asansörler dizen filmlerden bu da.
  • sex and the city'nin ilgili bolumunu seyrettikten sonra, "keske bu filmi onceden bilseydim de eski erkek arkadasima vaktiyle ettigim binlerce sarkastik ve igneleyici laf yerine, sadece 'your girl's lovely hubbell' diyebilseydim dedirten film. tabi anlayacagindan degil..
  • kusaklar boyu kiz cocugu, anne, anane demeden kor noktasi yaratmis olan filmdir. hatta babalarin dedelerin olmadigi yaz aksamlarinda uc kusak mal gibi robert redford'a bakarak izlenir. anneanne ic ceker durur. karsi koyamaz hicbir kadin gizlice katie olma istegine, ve nedense her kadin aslinda katie olduguna, karsisindaki hubbell'in kendisi complicated girl oldugu icin kendisiyle yapamadigina inanir durur (kimse de durup korkunc alternatifi dusunmez, ben de dusunmek istemem: he's just not that into you). hepimiz katie girl isek simple girl kim hanimlar, bunu bilmek istiyorum? ha ben de inanmadim mi? inandim deliler gibi zaman zaman, hahaha. kivircik sac olayi kafa karistirir, misal ben kivircik sacliyim, otomatikman bu beni daha da katie girl yapiyor (ki duz sacliysaniz da karakter ortusmesinden katie oluyorsunuz, bu kadarini hepimiz dogru olarak kabul ettik kac yildir). yalniz duz sacli simple girl sanilan kizlar, fonlenmis bir katie girl olabiliyor, bunlara dikkat etmek lazim, ben bunu gordum.

    ha, robert redford yakisikli mi? aman allahim icim gidiyor, barbra yetenekli mi, evet, keske bu filmden sonra hic bi daha film yapmasaydi bile diyebilirim, ama biz kiz cocuklarinin kafasini ciklemedi mi bu film? ziyadesiyle cikledi. aglamadim hic bu filmde, ama boyle ''ulan birgun bu durumda kalirsam ne halt etcem'' diye sorguladim. hubbell'a ''your girl is lovely'' dedikten sonra hubbell ''oh bebek ama sen daha supersin'' demedikten sonra (kabul edelim herkes gizlice bunu istiyor), ne anladim bu sahnenin beni travmatize etmis olmasindan? ki bundan daha beteri hayatin sizi simple girl olarak cast etmis olmasi degil mi? sorarim?

    bi iki kere attim bu "your girl is lovely hubbell'' line'i degisik zamanlarda, arkadasim, babam disinda bir adamin bu filmi izledigini gormedim ben, ha sizin kocaniz sevgiliniz babaniz dedeniz izlediyse soyleyin icime su serpilsin. keza bu nedenle, cogu sevgilinin bu ''your girl is lovely hubbell'' olayindan haberi yoktur. en son soyledigimde ''whaaaa'' diye bir tepki gelmisti, tam orada ''you don't get it, and you never did'' diyip sacimi savurarak kacabilirdim ama ''offf of'' cektim ve ''yuru bir kahve icelim'' dedim. noldu katie karizmasi, sifir. bu sahne mr. darcy'nin varligi yanilgisi kadar gercektir, bu nedenle saniyorum ki ileride kizim falan olursa bir bu filmden bir de beaches filminden uzak tutacagim, ki o film sayesinde annemin hasta olup olecegini ve en yakin arkadasimla dramalar dolu bir iliskimiz olacagini sanmis, gozlerimi cikararak aglamistim.
  • bir şarkının bir filme bu kadar yakıştığı, filmin ruhunu böylesine tam bir şekilde iletebildiği daha önce görülmüş bir şey olabilir belki, ama bana denk gelmemişti. 73-74 yıllarında silip süpürdüğü oscar ve grammy ödüllerini, tepesine yerleşip aylarca aşağı inmediği billboard zirvelerini kesinlikle hak ettiğini düşündüğüm bu şarkının bestesi, o zamanlar sadece on dokuz yaşında olan ve ilerleyen yıllarda soundtrack kompozitörlüğü alanının en önemli isimlerinden biri haline gelecek marvin hamlisch’e, sözleri ise yine pekçok film müziğinin altında imzasını gördüğümüz marilyn ve alan bergman çiftine aitti. bergmanlar şanslıydı, zira ortada şarkının hiçbir şeyi yokken en azından eşsiz bir çağrışım gücüne sahip başlığı vardı: the way we were.
    arthur laurent’in aynı adlı kitabından uyarlanan filmin bu ana melodisini minör tonlarda yazmasını istemişlerdi aslında hamlisch’ten. ama o bunun daha en baştan izleyiciye filmin sonu (iki sevgilinin asla bir araya gelemeyecek, bir arada kalamayacak oldukları) hakkında çok fazla ipucu vereceğini düşünüyordu; o yüzden de yine hüzünlü, ama kendi deyişiyle “içinde bir hayli ümit de barındıran” majör tonlarda bir melodi yazdı. fevkalade beğenilmişti bu melodi, ama tüm dahiler gibi çok üretken olan hamlisch durmadı; şimdilerde “the way we were 2” diye bilinen ve hiç de kötü olmayan bir başka şarkı daha yazdı. filmin yönetmeni sydney pollack iki şarkıyı da filme karşı çaldı hatta. ama olmuyor, ikinci şarkı ne kadar da güzel olsa ilk şarkı gibi doğalca filme yapışmıyor, ilkinin izleyicide yarattığı yoğunluğun bir benzerini yaratmaya muvaffak olamıyordu. evet, “the way we were” çok güzeldi ve filme de çok yakışıyordu. lakin öyle bir an geldi ki, hamlisch şarkının film boyunca defalarca –nerdeyse sürekli- çalmasından rahatsız oldu. ve katie ile hubbell’ın (barbra ile robert’ın canlandırdıkları karakterlerin) yılların ardından sokakta karşılaştıkları, barbra’nın robert’ın saçlarını okşayışının hafızalara kazındığı sahnede (robert redford kadın hayranlarının yıllarca gelip saçını aynen bu sahnedeki gibi okşadıklarını söylemiştir daha sonra) bu şarkıyı kullanmamaya karar verdi. ama, ama… filmin son sahnesi bu haliyle istenilen etkiyi yaratmamakta, daha açık söylemek gerekirse izleyiciyi ağlatmamaktaydı. mükemmeliyetçi hamlisch’in içine sinmedi bu ve son anda kendi cebinden ödeyerek the way we were’ü koydu bu sahneye de. hiç pişman olmayacaktı.
    şunu da belirtmeli ki, marilyn ve alan çiftinin yazdığı haliyle şarkının ilk kelimesi, şu anda bildiğimiz ve pek beğendiğimiz gibi “memories” değil, “daydreams”di: daydreams light the corners of my mind… söylediği şarkılarla her zaman duygusal bir ilişki geliştiren barbra beğenmedi bunu ama. “gelin, ‘memories light the corners of my mind’ yapalım şunu” dedi. “hem filmin ruhuna çok daha iyi gidecektir.” bununla kalmayacak, hamlisch’i şarkının birkaç notasını değiştirmeye de ikna edecekti.
    the way we were amerikan popüler kültürüne mal olmuş bir eserdir şüphesiz ki. son dönemde izlediğim iki filmde arka arkaya karşıma çıkması bunu göstermektedir en azından: sevimli the jerk filminde “the jerk” rolündeki steve martin sevgilisine sormaktadır: “why are you crying? and why are you wearing that old dress?” zeka geriliği konusunda steve’in oynadığı karakterin çok da gerisinde kalmayan sevgilisi cevap verir: “because i just heard a song on the radio that reminded me of the way we were.” steve merak edip sorar: “what was it?” sevgilisi beklediğimiz cevabı verir: “the way we were”. komik midir peki? değildir bence açıkçası, çok öngörülebilir olduğu için. şahsen “naked gun 2 ½”da priscilla presley duşta kendine kendine bu şarkıyı mırıldanırken (ki öz sesiyle ve çok da güzel söylemektedir) onu öldürmeye gelen psikopat katil aşırı hislenip ağlayarak priscilla’ya eşlik etmeye başladığında ve ardından tabii ki yakalandığında daha çok gülmüşümdür ben.
    böyle komedi filmlerine malzeme olmuş olsa da ağır bir hüzünle yüklüdür şarkımız; birlikte paylaşılmış ve ne kadar şiddetle istenirse istensin asla geri gelmeyecek zamanlara, hallere duyulan özlem ve o zamanları idealize etmenin hoşgörülebilir sahteliği hakkındadır sözler. bu sözlerin bana çağrıştırdığı ve uzun senelerdir sevdiğim bir sözle bitirmek isterim bu entryi, daha çok jean paul adıyla bilinen alman şairi johann paul friedrich richter’den: “die erinnerung ist das einzige paradies, aus dem wir nicht vertrieben werden können.” daha türkçe: “hatıralar kovulmayacağımız tek cennettir.”
    p.s: ilginç hikayesi olan bir başka barbra şarkısı için (bkz: you dont bring me flowers).
  • bu gece bana, aklımda kalan en önemli sahnesinin robert redford'un barbara streisand'ın ayakkabısını bağladığı sahne olduğunu farkettiren film.
  • robert redford'un ilahi, insanın yüreğini titreten yakışıklılığının en iyi şahidi. oyunculuklar, barbra*, müzikler, konu hepsi harika ama ben bu filmden sonra değiştim ve bu filmden sonra artık hiçbir erkek yakışıklı değildi.
  • vazgeçilmez romantik filmlerden biridir. gilmore girlsün bir bölümünde de bu filme göndermeler vardır.
    lorelai: hey, luke, it's me. i know i'm not supposed to be calling, but i am not doing really great right now, and - i was just wondering, if, do you remember in the way we were, how katie and hubbell broke up because his friends were joking and laughing, and the president had just died, and she yelled at them and he was mad and he was going out to hollywood, and, i mean, which she hated, and he broke up with her and she was really upset. and she called him and asked him if he would come over and sit with her because he was her best friend and she needed her best friend, and he did. and they talked all night, and they went out to hollywood, which was a disaster, but it was good at first. with the boat, and uh, putting the books away. i've seen this movie a lot, so if you don't remember the putting the books away scene, don't feel stupid or anything. i was just sitting here thinking about it, because i, um, i'm in my house, and i was just, uh... could - please come over. i - please. really need to see you and talk to you, and please - come over. please. come -
  • en taşaklı örneklerini 1970'li yıllarda veren amerikan sinemasının yine 70'lerden sağlam bir filmi. iyidir. oyunculuk resitalidir.
  • filmin en enteresan yönü taraf tutmaya izin vermemesi. hubble veya katie tarafında olamıyor seyirci. çünkü bu gerçekten birbirini seven ama birbirlerine uygun olmayan insanların hikayesi. önce katie adamın peşinde koşuyor veya öfke nöbeti gibi delirmelerine diye kıl oluyoruz. ama sonra, ilk ayrılıklarında katie hubble'ı eve çağırıp da barışma isteğini söylediğinde hubble'ın gülerek ellerini sanki katie'nin yüzünü avuçlarının arasına almışçasına kaldırması ile aslında onun da vazgeçmek istemediğini anlıyoruz; sadece katie daha cesur..
    son 3 dakikası gerçekten çok feci. hele hubble'ın katie onu saçını düzelttikten sonra ona sarılırken iyice kendine çekmesi, anlık da olsa onunla bir olmuş gibi hissedercesine yüzünün aldı ifade tarifsiz. kızlarını sorarken ismini söyleyemiyor, çünkü isim vermek onu kişiselleştirmek demek. katie'yi kızlarının bir başka adamın babalığı ile büyümesine izin verecek kadar çok sevip de birlikte olamamaları halini; katie'ye olan aşkının bitmediği ama olamayacağını bildiğini o kadar güzel anlatıyor ki..
    tek dert ettiğim katie onun saçını düzeltirken neden eldivenini çıkarmıyor; neden o kısacık belki de son kez birbirlerine dokundukları anı parmak uçlarında hissetmek istemiyor?
hesabın var mı? giriş yap