• homeros’un ilyada destanı’nda adı geçen troya antik kenti’ni keşfetmek için çok sayıda amatör arkeolog bölgeye gitmiştir. ilk olarak 1822 yılında yer tespiti için çalışan kişi iskoç charles maclaren olmuştur. sonrasında bölgede bulunan ilk höyüğü bulan ise calvert kardeşler olmuştur.

    yıl 1870'e geldiğinde ise hem tüccar hem de amatör bir arkeolog olan heinrich schliemann bölgeye gelmiştir. olayların ana karakteri de schliemann oluyor maalesef. troya için ilk resmi kazıları o gerçekleştirmiştir. resmi kazıya nasıl başlandığını anlatmadan önce o dönem osmanlı'da "asar-ı atika nizamnamesi" yani " eski eser kanunu" mevcuttu. osman hamdi bey tarafından 1869 yılında ilk hukuki düzenlemesi yapılmıştı ve osmanlı topraklarında bulunan keşfedilmiş olsun ya da olmasın bütün tarihi eserlerin devlete ait olduğu vurgulanmıştı. lakin kanunda bir takım eksiklikler yer alıyordu ve tarihi eserler eşya olarak nitelendirilmişti ve sikkelerin yurt dışına çıkışında bir engel yoktu. bunun üzerine schliemann bölgede izinsiz çalışmalar yaparken bölgedeki köylüler tarafından şikayet edilmiştir. bunun üzerine kazılar durdurulmuştur ve schliemann saffet paşa ile görüşerek, burayı satın almak istediğini söylemiştir. ancak saffet paşa kazı yapmayı planladığı tüm alanları kamulaştırmıştır. sonrasında schliemann'a kazı için izin vermiştir. ama schliemann'ın asıl amacı buradaki şehri ortaya çıkarmak değil priamos’un hazinesini bulmak olduğundan ve ilk başta belirttiğimiz gibi amatör olduğundan yaptığı kazılar ile troya antik kenti'nde günümüzde hala tahribatın giderilemediği ve hiçbir kazı şekline uymayan yarık da schliemann yarığı ile literatüre girmiştir. schliemann ancak sonunda aradığını yani hazineyi bulmuştur. ama çok sonra bulduklarının priamos’un hazinesi olmadığı ortaya çıkmıştır.

    1871 ve 1874 yılları arasında yaptığı kazılar sonrasında schliemann hazineyi önce yunanistan’a kaçırmıştır. schliemann'ın eserleri kaçırdığını anlayan osmanlı, izzettin efendi'yi çanakkale'ye soruşturma için göndermiştir. sonrasında tarihte bir ilk olan eski eser davası atina'ya açılmıştır. ilk davayı kaybedilmiştir. davayı kaybettikten sonra gazetelerde bir protesto yayınlanmıştır. ‘bu eserler benim, her kim alır ve satarsa peşine düşerim’ diye yayınlanmıştır. ikinci dava hazırlığı yapan osmanlı devleti, eserlerin yerlerinin bulunması için de iki tane hafiye tutmuş ve ikinci davayı kazanmıştır. ancak schliemann'ın sakladıkları hiçbir kimse tarafından bulunamamıştır. eserleri ardından ülkesi almanya’ya kaçırmıştır. almanya’da sergilenen hazine, ikinci dünya savaşı sırasında ruslar tarafından alınmıştır. sovyet sosyalist cumhuriyetler birliği dağılana kadar nerede olduğu bilinmeyen hazine günümüzde moskova’da bulunan puşkin müzesi’nde sergilenmektedir. ve hala bizden çalınan eserler için hukuki süreç devam etmektedir.

    bu sürecin belgelerine ve detaylarına ilişkin en net bilgi ve belgeleri "150. yılında osmanlı belgeleri ışığında troya kazıları" sergisinde troya müzesi'nde bulabilirsiniz. sergi kasım ayına kadar devam edecektir.
  • mitolojide troya olarak da bilinen,tarihi olarak da önem taşıyan çanakkale'ye 30 km. mesafedeki yerleşim yerinin adı.
    şöyle de bir hikayesi vardır...
    mitolojiye göre deniz tanricasi thetis cok alimli ve cok güzel bir tanricadir. kronos'un oglu, gök tanricasi hera'nin kardesi ve kocasi, tanrilarin babasi ve krali zeus ile deniz tanrisi poseidon bile thetis ile evlenmeyi cok istemektedirler. masal bu ya kahinler thetis´in doguracagi erkek cocugun babasindan daha güclü ve akilli olacagini söylemislerdir.
    iste bu sebebtendir ki tanrilarin krali zeus ve deniz tanrisi poseidon , o'nu, aikos'un oglu teselya krali peleus ile evlendirmeye karar verirler... olympos'daki sölenlere benzer bir sölen kurulur pelion (teselya) daginda. bütün tanrilar vetanricalar eglenmekte ve sarkilar söylemektedir... ancak, nifak tanricasi erins unutulmustur bu görkemli sölene davet edilmeye... davet edilmedigine cok kizan ve sölen yerine gizlice gelen erins, üzerinde " tanricalarin en güzeline " yazili bir altin elmayi sölen masasinin üzerine geldigi gibi gizlice birakir... bir anda sölene katilanlar arasinda huzursuzluk baslamistir... erins, adiyla mütenasip bir olayi baslatmis ve nifak tohumlarini sacmistir.iste o nifak tohumlaridir ki, yillarca sürecek meshur troya savaslari'nin baslamasina sebeb olmustur mitolojiye göre...
    sölendeki huzursuzlugun had dereceye ulastigini gören " göklerde gürleyen ", "bulutlari devsiren", "simsekler savuran", ve de basinin bir ismari ile olympos dagi'ni titreten tanrilarin krali zeus,l olaya müdahale etmek ihtiyacini duyar ve gök tanricasi hera, zeka tanricasi athena ve ask tanricasi afrodit arasindan bu secimin yapilmasina ve secimi de olympos dagi'nin en uzak bir bölümünde oturan, gene kahinlere göre büyüdügünde ülkesinin basina büyük bir felaket acacagi bilinen, kurban edilmek üzere bir cobana teslim edilen, ancak cobanin merhametiyle ölümden kurtulan bir ölümlü yapacaktir... tanrilarin babasi zeus böyle istemektedir... bu ölümlü de, troya krali priamos'us oglu paris'tir. ida (kaz) dagi'nda herseyden habersiz sürülerini otlatmakta olan paris'in karsisina cikan bu üc tanrica o'na iclerinden hangisinin en güzel oldugunu sorarlar... elmayi paris'e teslim ederler. paris icin gercekten zor bir secimdir bu.. cünkü üc tanrica da cok güzeldir... paris kararsizlik icerisinde iken tanricalar o'nu etkilemek icin belki de tarihin ilk rüsvetini teklif ederler... gök tanricasi hera, paris'e kendisini sectigi tadirde asya'nin en güclü kralligini vaadeder.. zeka tanricasi athena ise o'nu dünyanin en bilge kisisi yapacagini.. ama ask tanricasi afrodit'in teklifi paris icin hepsinden daha cazibelidir... afrodit o'na dünyanin en güzel kadinini vaadeder... ve paris, dünyanin en güzel kadinina sahip olabilme uguruna tercihi ask tanricasi afrodit icin kullanarak, biraz evvel kendisine üc tanrica tarafindan teslim edilen altin elmayi afrodit'e verir...hera ve athena, paris'in kendilerini secmedigine cok kizmislardir ve paris'in yanindan ayrilirken ondan bunun intikamini cok aci sekilde alacaklarina yemin ederler...günler gecer aradan, önce paris asil ailesinin yanina döner ve günlerden bir gün bir vesile ile evine gittigi sparta krali menelaos'un genc ve güzel karisi helena (güzel helen)'ya asik olur ve ask tanricasi afrodit'in yardimi ile onu troya'ya kacirir...bunu üzerine menelaos'un kardesi agamemnon ordusu ile birlikte troya'ya saldirir...ve iste meshur troya savaslari baslamistir artik...nifak tanricasi erins'in pelion daginda sactigi nifak tohumlari yesermis ve akha'lilarla troya'lilara karsi karsiya getirmistir. tarihin en kanli savaslari cereyan etmege baslamistir artik...
    yillarca süren savaslar sonucunda akha'lilar, troyalilari bir savas hilesi yapmadan yenmenin mümkün olamayacagini düsünürler. bunun üzerine icersine akha'li kahraman savascilarin saklandigi bir tahta at'i, troya'nin surlarinin dibine birakarak geri cekilirler...akha'lilarin kactigina kanaat getiren troya'lilar tahta at'i iceri alarak eglenmeye baslarlar...sölen sarhoslugu icerisinde bulunan troya'li nöbetciler, tahta at'in icersinden cikan akha'li savascilar tarafindan öldürülür ve troya'nin kapilari akha savascilarina acilir...sonucta troya akha'lilarca isgal edilmis troya krali priamos ve oglu paris, thetis'in torunu neoptelamos tarafindan öldürülmüstür...hera ve athena ettikleri yemini tutmus paris'ten öclerini almislardir...menelaos da karisi helena'ya yeniden kavusmustur.
    ünlü ozan homeros'un destanlarina konu aldigi meshur troya savaslarinin ceryan ettigi topraklar, artik bugün ne bir mitolojinin yasandigi ne de akil almaz entrikalarin cevrildigi topraklardir.
    canakkale'ye 30 kilometre mesafede bulunan bu topraklarda m.ö. 3000 yilindan bu yana gecmisini anilarini gözlerimizin önüne seren bir uygarlik kalintisi bulunmaktadir. her gecen gün, yüzbinlerce insanin gecmisi tekrar yasarcasina gezdigi troya sehrinin kalintilari insana"keske schlieman hazineleri bulmak uguruna burayi tahrip etmeseydi de siz troya'nin arkeolojik kalintilarini daha iyi inceleyebilme firsatini bulabilseydiniz..."dercesine sessizce ziyaretcilerini beklemektedir..

    troya'da ilk sistemli kazilar, w. dörpfeld tarfindan baslatilmis ve bunun da 1923 - 1938 yillari arasinda prof. carl blegen'in kazilari izlemistir. bugün, troya'da canakkale vali'ligince genis kapsamli cevre düzenlemeleri yapilmaktadir. blegen'nin kazilari sonucu ortaya cikartilan troya'nin stratigrafisine göre m.ö. 3000 ile m.s. 400 yillari arasinda 9 degisik tabaka halinde yerlesme merkezlerinin mevcut oldugu tespit edilmiştir.
  • troya'ya türkçede bazan truva denilmesinin nedeni fransızların "troia" sözcüğünü "truva" şeklinde okumalarından, bizim de kendi memleketimizin bir beldesinin adını fransızca üzerinden öğrenip kullanıyor olmamızdandır.
  • osmanlı 'nın ratingi çok yüksek, ki incelenmeli yeteri kadar değerini bildiğimizi sanmıyorum, zeka küpü fatih sultan mehmet in aynı zamanda ne kadar da entellektüel biri olduğunu anlamamız için bir etkendir troya.

    nasıl mı? 1456'da midilli seferi sırasında , yanındakilere diyor ki; "yüce allah benim canımı, burada geçmişte haksız yere ölenlerin, vatanını savunanların öcünü almam için yaratmış." ve montaigne, denemelerinden birinde; fatih'in papa ii. pius'a bir mektup yazarak "hektor'un öcünü aldığımız halde niçin bize düşmanca davranıyorsunuz?" dediğini bile yazıyor.

    ki fatih'in okuduğu orjinal el yazması ilyada, istanbul'da açılan troya sergisinde sergilendi, adam eski yunan ve roma diline merak salmış. bir düşünelim o yılları ve kardeş katlini meşru sayan sultanın entellektüel birikimini, bir de günümüz liderleri.
  • kendi bölgesindeki bir antik kentin adını fransızlardan öğrenecek kadar kültürüne, yaşadığı toprakların geçmişine fransız kalmış* olmayanların kullandığı bir isimdir. aksini yapanların durumu kınanmamalıdır, zira milli tarih yıllar boyunca her şeyi biz* ve onlar* ayrımı yaparak öğretmiştir. aynı şekilde yabancılaşma sonucu yanlış kullanılan kelimelere güzel bir örnek de eti'dir. bu kelime de fransızların telaffuz ettiği şekliye dilimize girmiş, ama yanlışta ısrar edilmeyip hitit olaarak kullanılmaya başlamış ve doğru şekliyle dilimize kazandırılmıştır. karya'yı caria, likya'yı lycia şeklinde yazmak ya da okumak ne derece yanlışsa, troya'ya truva demek de o kadar yanlıştır. (bkz: galat-ı meşhur)

    dile yanlış yerleşmiş kelimeleri değiştirmek zordur, ama doğrusunu söylemek ukalalık değildir, kıroluk hiç değildir, nafile bile olsa haklı bir çabadır.
  • schliemann'ın keşfini reddedip truva kentinin ingiltere'de olduğunu iddia eden bir görüş de vardır. clive cussler'ın, iman wilkens'in where troy once stood adlı eserine dayanarak yazdığı trojan odyssey kitabında anlattığı teori şöyledir:

    modern dünyanın truva savaşına dair tüm bilgisi homer'in ilyada ve odesa destanına dayanmaktadır. aslında homer adlı bir ozanın gerçekten yaşadığına dair kesin kanıtlar bulunamamıştır. homer'e ithaf edilen bu destan bir kişinin elinden çıkmış olabileceği gibi bir grubun elinden çıkmış da olabilir, bunu bilmiyoruz.

    bu teoriye göre, homer yunan değil kelt ozanıdır, ve truva savaşı bir kadın yüzünden değil o devirde çok değerli bir maden olan kalay için yapılmıştır. bronz üretimi için ihtiyaç duyulan kalay en bol miktarda ingiltere'nin güneybatısındaki cromwell bölgesinde bulunmakta ve bu madenler ingiltere'deki kelt kavimleri tarafından avrupa'nın geri kalanına fahiş fiyatlarla satılmaktaydı. bu tekele son vermek isteyen avrupa keltleri aka federasyonu altında gevşek bir yapılanmaya gittiler ve güneydoğu ingiltere'de bulunan troad kentine saldırmak üzere manş denizini geçtiler. aka federasyonuna ispanya, fransa, avusturya, hollanda, danimarka ve isveç gibi gibi geniş bir coğrafyada yaşayan kelt kavimleri katılmıştı ve manşı geçmek için kullandıkları ince, tek yelkenli, kürekli gemiler 2000 yıl sonra vikingler tarafından kullanılacak olan longboatlara çok benziyordu.

    destanda yunanlılar'a direk bir ithaf yoktur, truva kentine saldıranlar akalılar olarak adlandırılır. zaten m.ö 11.yy da askeri bakımdan gelişmiş bir yunan medeniyetinin varlığından söz edilemez. bunun yanında, truva kentine saldıran akalılar'ın çok sayıda gemiyle geldikleri anlatılmıştır, ne var ki o tarihte yunanlılar denizcilikte ileri değillerdi; ege denizi'ni geçebilecek gemiler inşa etmiş olamazlar. destanda tasvir edilen iklim ve bitki örtüsü de ege'den çok ingiltere avrupa arasındaki kuzey denizine uymaktadır, şöyle ki; homer akalıların kapalı, sürekli sisli ve yağışlı bir gökyüzü altında dalgalı bir deniz geçtiklerini, bitki örtüsünün ise yapraklarını döken ağaçlardan ve geniş düzlüklerden oluştuğunu yazmıştır. bu tasvir yunanistan ve türkiye'nin batısındaki akdeniz tipi makilerden çok manş denizi etrafındaki coğrafyaya uymaktaktadır. bunun yanında ilyada ve odesa destanında istiridye çıkarmak için dalan köylülerden bahsedilir; ne var ki ege kıyılarında sadece sünger avcılığı için dalınır. ayrıca homer truvalıların ölülerini yaktıklarından bahsetmiş, oysa bu bir kelt adetidir. akdeniz bölgesindeki insanlar genellikle ölülerini gömerler.

    destanda bahsedilen kişilerin fiziksel özelliklerine gelince, menelaus kızıl, odysseus kızıl kahve ve achilles sarı saçlı anlatılmış, ayrıca savaşçılar açık tenli tarif edilmiş. bu özelliklerden hiçbiri esmer akdeniz insanını çağrıştırmıyor.

    bu iddiayı destekleyen en büyük kanıtlar destanda anlatılan coğrafya ve topoğrafya incelendiğinde karşımıza çıkıyor, çünkü anlatılan yerler ege'deki karaların ve denizlerin yapısına hiç uymuyor. homer'in kullandığı kent, bölge ve nehir isimlerinin karşılıkları kıta avrupa'sında ve ingiltere'de bulunmuştur. destanda tarif edilen truva kenti de çanakkale yakınındaki antik kentten ziyade cambridge'in 14 km kuzeyindeki troad harabelerini işaret etmektedir. homer, truva çevresinde 14 kısa nehirden ve savaş alanının ortasındaki iki uzun hendekten bahseder. doğu anglikan düzlüğü civarında da tam 14 nehir vardır ve isimleri üç bin yıl sonra bile çağrışım yapmaktadır. örneğin homer'in bahsettiği temese nehri thames nehrini hatırlatıyor. iki tane paralel uzun hendek ise hala cambridge'in kuzeydoğusunda durmaktadır.
  • show tv'de kendilerini kan tutanlar için yayınlanmakta. paris'in dudağı kanıyor ve dudağı buğulanıyor. bu ne lan rtük kıçını görse yara zannedecek artık.
  • ankara devlet opera ve balesi tarafından sahnelenen ve yarın dünya prömiyeri gerçekleştirilecek olan bujor hoinic eseri. canım hocam, alkışınız bol olsun*

    bu akşam congresium'da genel provayı izleme fırsatım oldu. ya arkadaş, siz nasıl insanlarsınız. evet izlemeye gelenler, size diyorum. akşamın dokuzunda başlayacak prova için zamanınızı, belki işten çıkıp akşamın yorgunluğunda kalan son gücünüzü vermiş gelmişsiniz, dakikalarca kapıda sıra beklemişsiniz. peki yapılan işe ve emeğe saygınızı neden kapıda bırakıp içeri giriyorsunuz be sayın seyirciler? sahnede orkestra var, solistler var, koro var, baletler balerinler var; şakur şukur flaşla fotoğraf çekmek nedir ya! vıdı vıdı vıdı konuşmak nedir? sadece yanındaki duyuyor sanıp sürekli fısıldamak nedir? bir saat içmeseniz öldüğünüz o suyun plastik şişelerinin çatır çıtır sesi nedir? ve en kötüsü, ellerinizden asla düşüremediğiniz telefonlarla kayıt almak nasıl bir arsızlıktır. genel prova durdu yahu kayıt alanlar yüzünden. çekmeyin diye ışık masasından uyarı yapıldı, buna rağmen hâlâ çekenler vardı. pes! ikinci perde başlarken kayıt alanlar salon dışına çıkarılacaktır diye uyarı yapıldı da kesildi kayıt alma yarışı. çünkü izlemek yerine telefonun o lanet ışığını herkesin gözüne sokmak daha önemli. ya sanatçılar selam verirken alkışlamak yerine selfie çekme derdinde olanlar... allah sizi ıslah etsin, size diyecek bişey yok.

    gerçekten bazen diyorum, fazla ya... bizim insanımıza bu kadar emek fazla. adamlar senelerce çalışmış, meslek edinmiş, ortaya güzel bir iş çıkarmışlar. ve sen oraya instagram için gelmişsin. arkadaşla dedikoduya gelmişsin, havaya fiyakaya gelmişsin. ama kaçırdın işte... ilk perdede baletlerin sahnede resmen döktürdüğü enfes savaş sahnesini kaçırdın. eserin bestecisinin şeflik yaptığını ve bunun tarihi değerini kaçırdın. hector'un zarafetini, aşil'in muteşem bacaklarını görmedin, paris'in o güzel sesini duymadın. truva atı'ndan kaç düşman çıktı, saymadın. tan sağtürk'ün selam vermek için sahneye adeta bir kelebek gibi çıktığını görmedin. hepsini ka-çır-dın. çünkü watsaptan gelen mesaj daha hayati, çünkü instagram hikayesi paylaşmazsa kalp yetmezliğinden ölecek, çünkü selfie... yahu bu provadan bu işin içinde olanların eşi dostunun haberi vardı onlar geldi, sanırsın yoldan geçen herkesi toplayıp doldurmuşlar, hiç opera bale konser görmemiş insanlara zorla işkence ediyorlar. peki gerçekten bilmeyen ne yapsın be çok sayın seyirci? her şeyin bir adabı, yolu yordamı var. ne zaman öğreneceksiniz?

    işte beni mesleğimden de siz soğuttunuz, konsere operaya tiyatroya gitme sevgimi de siz öldürdünüz, insan içine çıkma hevesimi de siz kırdınız. sevmiyorum. toplum içinde toplum kurallarından bihaber yaşayan saygısız, kültürsüz ve düşüncesiz insanlarla aynı yerde duramıyorum.

    esere gelecek olursak; iki perde. ilk perdesi gerçekten çok güzeldi. hayatımda izlediğim en estetik savaş sahnesini, en uyumlu, en senkronize baletleri bu akşam izledim, sonsuz keyifle. hepinizin eline koluna bacağına sağlık. dekor gayet modern ve pratik düşünülmüş. etek boyları son derece diz altı ve geleneklerimize uygundu*. eh, orkestrada taklaya gelen yerler oldu anlamadım sanmayın ama ritim olarak takip etmesi zordu, olacak o kadar napalım :) iki eleştiri, birincisi hector'un annesi olduğunu tahmin ettiğim ama oradan oraya uçuşan giysisiyle koşturmaktan başka bişey yapmayan teyzeciğim. şarkı söylemedin, dans etmedin. sen naptın allah aşkına? dans ediyor gibiyidi ama bacağı en fazla 40 derecelik açıyla kalkıyordu. güzelliklerin arasında fazlaca gözüme battı, söylemeden duramadım. ikincisi, eserin geneli güzel ve akıcı, hatta ikinci perdede çok sevdiğim prokofiev'in dance of the knights eserini andıran bi yer vardı, orayı çok sevdim. dili türkçe ve söylenenler kesinlikle anlaşılıyor. operada buna şahit olmayalı baya olmuştu, severek dinledim ve üst yazı sayesinde de kolayca takip ettim. ancak coşkulu ve onurlu bir bitiş verilmeye çalışılmış ama o bize ne yazık ki ulaşmadı. uyuz seyirci kitlesi yüzündendir diye düşünmek istiyorum. eminim yarın çok güzel bir prömiyer olacak ve emeğe saygısı olan, yapılan işe kıymet veren bir seyircilere güzel bir akşam yaşatacaklar. emeği geçen herkese, tek tek herkese teşekkür. bol alkışlar.
  • şahsi fikrim olarak gelmiş geçmiş en güzel konumlu yerleşim yeridir. ha benim bu kanıya varacak kadar yerleşim yeri görmüşlüğüm var mıdır, bu tartışma konusu. ama bence hafif yüksekte kalan konumu, muhteşem ova ve boğaz manzarası, çevresinde bulunan meşe ve incir ağaçları ile halihazırda en beğendiğim yerlerden biridir ve gezerken "zamanında şu şehirde yaşamış, şuralarda şu ovaya bakmış olsaydım" diye hayaller kurdurmuştur. tabii ölümcül derecede gerçekçi bir insan olduğum için akabinde bu hayaller "sonra da şu boğazdan yanaşan düşman gemilerini görüp ilk baskında hakkın rahmetine kavuşur muydum" formuna bürünse de hayal etmesi yine de keyifli olmuştur.
  • bu akşam congresium ankara'da bir salon dolusu adamın ayakta (pardon oturduğu yerde) öpülmesine (büyüklerimizden okuyan olur, yanlış olmasın) vesile olan temaşadır. orta sıralarda sayılabilecek bir koltuktan izlenimlerim:

    1) adamlar gösterinin arka fonunu yansıtan projektörü sahnenin bodoslama karşısına (seyircilerin arasına) koymuşlar. bu projektör sürekli çeşit çeşit resimler yansıttı ve buradan yansıtılan görüntüler direkt olarak dansçıların üzerine düştü. dansçılar koşturdukça üzerlerindeki kıyafetler fonun neresine denk gelirlerse o renge büründü. kostümlerden hiçbir şey anlaşılmadı. bu akşam orada olanlara sorun, hemen hepsinin en beğendiği bölüm arka fona resim yerine sabit bir rengin yansıtıldığı o tek bölüm olacaktır.

    2) sahnenin arkasındaki perde dalgalı olduğundan arka fona yansıtılan yazıları okumak için ekstra çaba gerekti. doğumumdan bugüne yazı gösteren bir projektörün karşısına dalgalı bir perde konulduğuna ilk kez şahit oldum.

    3) seyircilerin ortasında konuşlanmış projektörün sağında solunda çalışan adamlar, ışıklı cihazlar ve açık olan laptop'lar vardı. çoğu kişinin kamera çekimi yapan insan evlatlarından dahi rahatsız olduğu bu tarz bir gösteride insanların ortasına ışık saçan elektronik cihazlar koymak gibi fantastik bir düşünceyi aklına getiren kimse onu yürekten tebrik ediyorum.

    adam bir de gösterinin sonunda çıkıp bir araba alkış topladı. problem bendeyse söyleyin, bileyim.

    not: dansçıların performansıysa tebrik edilesiydi. keşke şovu daha profesyonel bir ortamda sergileyebilselerdi.

    not 2: bir de gösteri boyunca alkışlamamız için birdenbire suratımızda patlatılan ışıklar vardı. tam sahneye odaklanmayı başarmışken gözümüze neden ışık sokuyorsunuz? tavşan mıyız olm biz? kaçmayalım diye mi?

    not 3: dansların birbirinden ve hikayeden ne kadar kopuk, anlatımın ne kadar zayıf olduğundan ise bahsetmiyorum. zira daha önce yazılmış. zaten bunlar diğer problemlerin yanında önemsiz kaldı.

    not 4: sahneye yansıtılan animasyonların takıla takıla (bilgisayar zorlanıyormuşçasına) hareket ettiğinden bahsetmiş miydim?
hesabın var mı? giriş yap