• ırıs murdochun ilk romanı..dilimize ag olarak cevrilmistir..cok fazla sartre etkisinde kalmıs bir roman oldugundan zamanında cok elestirilere maruz kalmıs bir kitap..insanın hayatla iletisim kurma sorununu iki farklı acıdan ele almıs murdoch..insanın bir birey olarak bireylerle iletisim kurması ve bir sanatcı olarak hayatla iletisimi..bu iki sorunu romanda birlestirip birbirini butunleyen bir sorun olarak islemis..roman kahramanı gecimini yazılar yazıp ceviriler yayımlayarak kazanan bir yazar..insanlarla dogrudan iliskilere girmekten hep kacınmıs ve roman sonunda da insanları gercekte oldukları gibi degil kendi istedigi gibi gormustur..
  • (bkz: undernet)
  • uzun zaman önce okumuş olmama rağmen aklımda fazlasıyla yer etmiş bir iris murdoch romanı. 1950li yıllarda yayımlanan bu romanda jake adlı baş karakter, hayatını düzene koyma çabasındaki bir yazardır. sevgi ve özgürlük arasındaki çelişkili ama yakın ilişki romana hakimdir.
  • çan ve kara prens ile birlikte en sevdiğim iris murdoch kitabı. yazarın varoluşçuluk ile ilgisi ve sartre takıntısı daha önce (sözkonusu kitabından türkçeleştirilmesinden yıllar önce) yazko adlı ilginç kitaplar dizisinden çıkan sartre nin yazarlığı ve felsefesi adlı incelemesinden belli hiçbir şey bilmiyorsak da*.
    ağ adıyla türkçeleştirilen bu kitap karakterleri finn ve jack'i o o kadar et ve kemiğe büründürür ki, anna karakterinden daha inandırıcı gelir bana. bir kadın yazarın erkek karakterler konusundaki bu yetkiliği ilgi çekici gelmişti ilk okuduğumda. sonradan bana yöneltilen "okuyucunun cinsiyeti de önemli değil mi? sen belki karakteri görmek istediğin gibi gördün, aradığını buldun" türünden fındık kabuğunu doldurmayacak soru üstüne düşünmüştüm bir süre. ama kısa bir süre.
    içeriği geçersek, kitabın türkçeleştirilmiş halindeki arka kapak yazısıda bulunan 'gerçekle yüzleşme anı yakıcıdır ancak yıkıcı değildir' türündeki ifade de herkes yazar mı ne? türünden düşünceler uyandırmadı değil. kitabı orjinalinden okumak isteyenler-ki isabetli olur- için ucuz basımları tünel civarındaki malum kitapçılarda satılıyor.
  • bir ilk roman için fazlasıyla başarılı. içerdiği diyalogları ile iris murdoch a hayat boyu saygı duyma sebebim.
    sanırım şöyle bir alıntı da yapabiliriz:

    “hiç” dedi hugo. “yalnızca her şey daha baştan yanlışlanıyor anlamına gelir; hepsi bu. bir şeyin sonrasında ben, şöyle şöyle bir duyguya kapildım, dersem… söz gelimi, ‘kaygılandım’ dersem… hiç de doğru sayılmaz bu.”

    “ne demek istiyorsun?”

    hugo, “ben böyle bir duyguya kapilmamıştım” dedi. “o sırada hiç de öyle bir duygu yoktu içimde. bu benim sonradan söylediğim bir şey yalnızca.”

    “ya ben doğruyu tam olarak vermeye gayret ediyorsam?”

    “veremezsin ki” dedi hugo. “tek umut duygularını dile getirmekten kaçınmaktır. betimleme yapmaya başlar başlamaz benim işim bitiktir. sen şimdi herhangi bir şeyi betimlemeye çalış, şu konuşmamızı örneğin, bak göreceksin, nasıl tamamen içgüdüsel olarak hemen…”

    “rötuşa mı başlıyorum yani?”

    “daha da derine giden bir şey” dedi hugo. “dil, senin o duyguyu gerçek haliyle dışa vurmana izin vermeyecektir.”

    “betimlemeyi tam duyguyu yaşadığımız anda yaptığımızı varsayalım, öyleyse.”

    “görmüyor musun?” dedi hugo, “ortada bir şey kalmıyor o zaman. insan o sırada böyle bir betimleme yapmaya kalkışacak olursa söylediklerinin doğru olmadığını mutlaka görecektir. o anda insanın söyleyebileceği tek şey, ne bileyim, yüreğindeki çarpıntıdan söz etmek olabilir. kalkip kaygılı olduğunu söylerse bu ancak karşısındakini etkilemek amacı güdebilir. poz takınmak olur, yalan olur.”

    bu sözler de benim kafamı karıştırmıştı. hugo’nun söylediklerinde bir aksaklık olduğunu sezinliyor, ama bunun ne olduğunu çıkaramıyordum. sorunu biraz daha tartıştık, sonra ben, “ama” dedim. “bu gidişle insanın söylediği her şeyi… ‘marmelatı uzat’ ya da ‘damda kedi var’ gibi laflar dışında her şeyi yalan sayacağız demektir.”

    hugo, bir süre düşündü. sonra ciddi ciddi, “bence öyle” dedi.

    “eğer öyleyse kimse konuşmasın daha iyi.”

    “sahiden de, konuşmasalar daha iyi olur bence.” dedi hugo; alabildiğine de ciddiydi. sonra göz göze geldik ve günlerden beri konuşmaktan başka bir şey yapmamış olduğumuzu düşünerek kahkahalarla güldük.

    hugo, “harika, doğrusu!” dedi. “hepimiz konuşuyoruz elbet.” gene ciddileşerek, “ama iletişim kurma ihtiyacına gereğinden fazla ödün veriyoruz” diye ekledi.

    “ne demek istiyorsun?”

    “konuştuğum sürece, şimdi bile, düşüncemi tam olarak belirteceğim yerde seni etkileyecek, senden tepki alacak şeyler söylüyorum. bizim aramızda bile bu böyle; birbirini aldatmak için daha güçlü nedenleri olan iki kişi arasında daha da beterdir elbet. aslını ararsan bizler buna öyle alışığız ki doğru dürüst farkına bile varmıyoruz. dilin tümü, yalanlar üretmekte kullanılan bir makinedir.”

    ben, “ peki, ya insan doğruyu söyleseydi ne olurdu?” diye sordum. “böyle bir şey mümkün mü?”

    hugo, “ben kendimden biliyorum” dedi. “sahiden doğruyu söylediğim zamanlarda sözler dudaklarımdan kaskatı, cansız bir şekilde çıkıyor, karşımdakinin yüzünde de mutlak bir boşluk okuyorum.”

    “yani gerçekte asla birbirimizle iletişim kuramıyor muyuz?”

    “eh” dedi hugo. “eylemler yalan söylemez, sanırım.” (sf. 69–70)
  • "insan, başka bir insanı gerçekten ne zaman <öğrenebilmiştir ki?> belki de öğrenmenin imkansızlığını kavradığı, öğrenme arzusunu dışladığı ve en sonunda öğrenmeye ihtiyaç bile duymaz olduğu zaman... ama o zaman insanın ulaştığı şey ise bilgi değil, bir tür ortaklaşa varoluştur ki bu da aşkın sayısız kisvelerinden biridir."
hesabın var mı? giriş yap