hesabın var mı? giriş yap

  • ibrahim tatlıses 1, mehmet ali erbil 2 bunlar ne yapsa millet hoşgörü ile yaklaşıyor. ibrahim tatlıses'in bir cinayette azmettiriciliği var, eski karısının topuklarına sıktırmışlığı var ama görsen halkın sevgilisi. mehmet ali erbil'de öyle hangi skandal olursa olsun halk önemsemiyor, hoş görüyor. sanatçı yaşamında aşırılık falan olur eyvallah ama bu artık aşırılık değil bildiğin suç. ilginç milletiz vesselam. yapamadığımız ahlaksızlıkları yapabilenleri hoş görerek kendi iç dünyamızda rahatlıyor muyuz ? çözemedim.

  • abiden gelen mesajda acık ev adresi yazılmış, kendi evimin adresi. mesaj okunduktan sonra tarafımdan aranır;
    -abi birşey anlamadım? yanlışlıkla gönderdin heralde.
    -yoo doğru, evin yolunu unuttun da onu tarif edeyim dedim.

  • ''sinemaya yazılmış aşk mektubu'' diye klişe bir tabir vardır. her ne kadar eskidiyse de bence tadı kaçmış değil. sinemaya olan sevgiyi ve tutkuyu işleyen filmler bir şekilde seyircide karşılık buluyor. zaten sinema bazen yalnızca benzer duyguların paylaşıldığını görmekten, bunu tecrübe edebilmekten ve yalnız olmadığımızı yeniden keşfetmekten ibarettir. o yüzden küçük bir liste yapıp bu konuyu işlemiş olan filmleri bir araya toplayayım dedim.

    hail caesar, coen biraderler, 2016
    1950'lerde geçen film, bir stüdyoda çalışan eddie mannix isimli karakterin bir gününü anlatıyor. eddie, bu bir gün boyunca yapımcıların, oyuncuların ve stüdyoya dair tüm sorunların çözülmesi için uğraşacaktır. ancak film coen kardeşlerin filmi olduğu için sorunlar, "ışık lazım, figüran lazım" türünden değil kaçırılan birilerinin kurtarılması gibi meselelerden oluşmaktadır. film olarak coen kardeşlerin filmografisinde aşağılarda yer alır ama sinema sevgisinden bahsedeceksek bu filmden de bahsedebiliriz.

    the purple rose of cairo, woody allen, 1985
    büyük buhran döneminde, new jersey'de yaşayan cecilia'ya ve sıradan yaşamına konuk oluyoruz. rutinlerden, kasvetten ve sıkışmışlık hissinden kaçış yolu arayan cecilia, elbette en iyi kaçış yolu olan sinemanın büyüsüne kendisini kaptırır. ancak bir gün büyülü gerçeklik somut gerçekliğe dönüşür. aynı zamanda ferhan şensoy'un en sevdiği filmlerden biridir.

    babylon, damien chazelle, 2022
    babylon benim için 2022 yılının en iyi filmiydi. chazelle'in sinemaya olan aşkının boyutlarını bu filmle idrak edebilmiştim. sinemanın/erken dönem hollywood'un sevmediği tarafları olsa da dönüp dolaşıp aşkını itiraf etmekten kendini alamıyordu. eminim ki seyredenler film kadar chazelle'in tutkusundan da etkilenmiştir. sinemanın sesli formata geçiş süreci özelinde yine stüdyoda iş bitirmekle görevli manny karakterini ve bu süreçte yıldızı aniden parlayanlar ile sönenlerin serüvenine şahit oluyoruz. soundtrack'i bile ayrı güzeldi yahu. aylar sonra bile manny and nellie's theme dinlerken manny'nin sinemada gözleri dolduğu an aklıma geliyor.

    the fabelmans, steven spielberg, 2022
    spielberg'ün ''evinin kapılarını ilk kez pazar keyfi için açtı'' tadındaki epey kapsamlı biyografi filmi. ketumluğu ve çekingenliği ile bilinen spielberg, aile sırlarını açıkça anlatmaktan çekinmemiş. ancak bahsettiğimiz kişi spielberg olduğu için sinema aşkının nasıl başladığını ve yeşerdiğini de görme şansımız oluyor. sinemanın spielberg üzerindeki etkisine farklı biçimlerde tanık olabiliyoruz.

    la nuit americaine, françois truffaut, 1973
    truffaut birçok önemli filme imza attı ama hiçbirinde bu filmdeki samimiyeti ve güneşin kızıla çalmaya başladığı cuma akşamüzeri hissini almadım ve alamıyorum. set süreci kişisel münasebetlerle tuhaflaşan bir filmi tamamlamaya çalışan yönetmene odaklanan film, yalnızca yapım sürecini göstermekle yetinmiyor; her köşesinde yönetmenlere ve filmlere dair küçük anımsatmalarla sinemaya olan sevgisini gösteriyor.

    goodbye dragon inn, tsai ming-liang, 2003
    görkemli günleri geride kalmış olan ünlü bir sinema salonunun kapanmadan önceki son gecesine ve son gösterimine konuk olduğumuz goodbye dragon inn, seyretmesi biraz zor bir film. durağan filmlere, hatta bir derece şiirsel sinemaya aşina olmayanlar için zorlayıcı bir deneyim olabilir. bu filmi daha çok klasik anlatı yapılarına alternatif arayan ve sinemanın dibini sıyırmak isteyenler için yazdım.

    holy motors, leos carax, 2012
    bu film sinemaya yazılmış bir aşk mektubundan ziyade, okurken karın ağrıtan ilişki bitiminde yazılan devasa boyuttaki mail gibi. bilen bilir, o mailin her paragrafında ayrı bir konuyla yüzleşilir; carax da holy motors'da, sinemaya ilişkin bildiğimizi sandığımız tüm anlayışları karşısına alıp her biriyle tek tek yüzleşirken anlatı kalıplarının tamamının içinden geçiyor. sinemadaki yapaylığı ağır eleştiriyor, ama bunu çok sevdiğimden yapıyorum diye de ekliyor. sinemayı seviyorum diyen herkes tarafından mutlaka seyredilmeli.

    amator/camera buff, krzysztof kieslowski, 1979
    kieslowski'nin en sevdiğim filmlerinden biri olan amator, çocuğunun doğumu için kamera alan bir işçinin, amatör videolar/filmler çekmeye bağımlı hâle gelme süreci ve hayata dair başkaca konuları keşfetmesini anlatan, özünde naif ancak yer yer soğukluğunu hissettiren bir film. o hava kieslowski filmlerinin genel yapısıyla da alakalı olmakla birlikte, bu filmin belgeselvari bir yönü de var, o yönünden bolca besleniyor.

    la vida util, federico veiroj, 2010
    uzun yıllardır çalıştığı sinemanın kapanmasıyla birlikte aşık olduğu filmlerden de ayrılmak zorunda kalan ve derin bir boşluğa düşen jorge'nin, sevgisini kanalize edebileceği yeni bir şey arayışını anlatır. sakin, zaten süresi de kısa, seyretmesi kolay, bazı eksiklerine rağmen sinema sevgisini iyi anlatan filmlerden biri.

    ed wood, tim burton, 1994
    edward d. wood jr.'ın hayatına odaklanan bu garip film hakkında ne söylenebilir emin olamıyorum. sinemayı sevmekten de öte sinemaya inanan ve güvenen bir yönetmenin, her kötü filminin ardından daha da azimli bir şekilde bir sonraki filmi için uğraşmaya başlamasını seyretmek çok farklı bir deneyim. aynı zamanda sahneleri ikinci kez çekmeye gerek bile duymayan bir yönetmenden bahsediyoruz. müthiş. yazarken özendim. keşke arkadaşım olsaydı.

    die gebrüder skladanowsky, wim wenders, 1995
    wim wenders'tan iki film var. ilki, sinema tarihinin ilk gösterimini yapmış ve aslında sinema sanatını resmi olarak başlatmış olan skladanowsky kardeşlerin hayat hikâyelerine odaklanıyor. ilk gösterimi yapan kişilerin lumiere kardeşler olduğu zannedilir ancak öyle değildir. bu filmde bütün detaylar var. zaten wim wenders, filmin açılışında ''sinemaya katkıda bulunan ve isimleri unutulmuş olanlara ithaf edilmiştir'' der.

    lisbon story, wim wenders, 1994
    wim wenders'tan ikinci film. filmlerde ses şefliği yapan bir karakterin lizbon'a yaptığı bir seyahat özelinde, kullanılan seslerin nasıl kaydedildiğini ve nasıl kullanıldığını görme şansı elde edebildiğimiz bir film olması nedeniyle yeri ayrıdır. ancak bununla da sınırlı değil; sinemaya ve hafızaya dair düşündürücü temaları ve söylemleri barındırmasıyla da ilgi çekici bir yanı var.

    sullivan’s travels, preston sturges, 1941
    yoksul insanlar hakkında sosyal mesajlar içeren bir film çekmek isteyen fakat yoksulluğun ne olduğunu bilmediği için filmin de nasıl olması gerektiğini bilmeyen bir yönetmenin, filmi çekebilmek için bir süreliğine her şeyi bir kenara bırakıp yoksul bir yaşam sürmek istemesini anlatır. aynı zamanda dönem sinemasına eleştirel bir bakış sunar. veronica lake isimli şahıs her zamanki gibi sahneye girdiği anda kendisine aşık eder.

    living in oblivion, tom dicillo, 1995
    bir yönetmenin sette geçirdiği bir gününe şahit oluyoruz bu filmde. düşük bütçeyle, kısıtlı imkanlarla, normal bir sette kısa sürede halledilebilecek sorunların çekim sürecini açmaza sürüklediği bir ortamda yine de o çekimleri tamamlamaya kararlı bir yönetmenin azmini ve sabrını seyretmek çok keyiflidir. bendeki yeri daima ayrı olmuştur bu filmin.

    last film show, pan nalin, 2021
    ilk kez film seyreden 9 yaşındaki bir çocuğun gördüğü anda sinemaya tutulması, sırf film seyredebilmek için uzun yollar katetmeye başlaması ve nihayetinde ışık ile resimlerin gizemini çözüp kendi sinemasını kurmak için çabalamasını anlatan, pek orijinal olmasa da oldukça naif, sinema sevgisinin saflığını olması gerektiği gösterebilen bir film.

    karpuz kabuğundan gemiler yapmak, ahmet uluçay, 2004
    sinemaya aşık çocukların hikâyesinin iyi hâli zaten bizde yapılmıştı. çocukluk, çıraklık yapmalarına rağmen arta kalan bolca zaman ve sıfır imkanla bir film projeksiyon makinesi yapmak için uğraşan mehmet ve recep'in hikâyesi, sinemaya yazılmış en güzel aşk mektuplarından biri değil miydi? heyecan ve tutkularına şahit olmak sinemayı yeniden sevdirmemiş miydi? bu topraklardan çıkmış en özel filmlerden biridir.

    aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni, yavuz turgul, 1990
    sinemamızın kıymetli yapımlarından bir olan film, 60'larda ve 70'lerde çektiği romantik filmlerle ün kazanmış fakat 80'lerde kendini yenileyerek daha farklı, daha sosyal, hatta daha kişisel bir film yapmak isteyen haşmet asilkan'ın hayata geçirmeye çabaladığı yeni film sürecini anlatır. düşük bütçenin, geniş seyirci kitlelerine hitap etmeyecek bir filmin peşinde olmanın ne tür zorlukları beraberinde getirdiğini deneyimleriz.

    bu filmleri tavsiye diye yazmak biraz anakronik hissetirse de sinema sevgisinden bahsederken akla ilk gelen filmlerden oldukları için yazmadan da olmuyor.

    singin' in the rain, gene kelly/stanley donen, 1952
    hızla değişen film endüstrisinde nerede durmaları gerektiğini belirlemeye çalışan karakterlerin karşılaştıkları zorlukları ele alan film, don lockwood karakteri üzerinden 1920'lerin sonlarında sessiz filmlerden sesli filmlere geçiş sürecini anlatıyor. debbie reynolds ve gene kelly ikilisinin uyumu, nadir rastlanır türdendir. gelmiş geçmiş en iyi müzikal diyenler de vardır. şahsen katılırım.

    cinema paradiso, giuseppe tornatore, 1988
    ünlü bir yönetmenin, uzun yılların ardından çocukluğunun geçtiği kasabaya geri dönmesi ve sinema aşkına tutulduğu o günleri anımsamasını anlatır. salvatore'nin alfred ile olan muhteşem ilişkisi, sinema tutkusunun ışık, beyaz perde ve film şeritleriyle somutlaşması mutluluğu neredeyse elle tutulur kılar.

  • mantık hataları içinde inanılmaz mesajlar verir. bir şah'ın aslında bir piyon kadar vasfı olduğu, ülkeyi genelde vezirlerin yönettiği, atların kulağına fısıldadığımizda saçma hareketler yapabileceği, kalelerin çapraz saldırılarda top atmak suretiyle karşılık veremeyeceği, gibi...

  • bugün engelli bir öğrenci geldi yanıma. otosmasyon şifresini hatırlayamıyormuş. üniversitenin ilk günü, öğrenci işleri çok kalabalık olduğu için girememiş içeriye engelinden dolayı. "yardımcı olabilir misiniz acaba? " dedi.
    şifresini sıfırlamak için sistemde kimlik bilgilerini dolduruyorduk çocuk "anne adı" kısmında duraksadı birden. hatırlamaya çalıştı. utandı, sıkıldı, hafızasını zorladı, birkaç isim söyledi girdik sistem yanlış dedi. çocuk da açıklamak zorunda hissetti kendini. "ya" dedi "kusura bakmayın, annem bizi küçükken terk etmiş ben böyle doğduğum için. hiç konuşmuyoruz onun hakkında ben de unutuyorum böyle bazen." içim parçalandı. öyle bir sessizlik oldu ki odada sağır olacaktım neredeyse. "müsaade ederseniz babamı arayıp öğreneyim." ... "baba" dedi "annemin adı neydi?" yine aynı sessizlikten oldu birkaç saniye. ben gözlerimi kaçırıyorum sürekli dolduğu belli olmasın diye. ama gerekçesi sürekli kafamda yankılanıyordu. "ben böyle doğduğum için..." bi isim söyledi babası. ama sesindeki sitemi duymalıydınız. böyle bir isim söyler gibi değildi, içinden bir şeyler kusar gibi söyledi.
    yazdık sistem kabul etti. çocuk aynı utangaçlıkla, sıkılganlıkla gitti. hiçbir şey diyemedim öylece kalakaldım.
    bu başlıkta yazılan şeylere bakıyorum şimdi. yok tipim şöyle burnum böyle, boyum şu kadar vs.
    yapmayın suserlar bunlar sadece kabuk, içinize bakın. o engelli çocuktaki olgunluğu görmeliydiniz. bakışlarındaki sadeliği, mükemmel diksiyonunu, tavırlarındaki nezaketi, "çirkinliğindeki estetiği" görmeliydiniz.
    etmeyin, zarfa takılmayın bu kadar. mazrufa bir bakın hele ne yazıyor içinde.