hesabın var mı? giriş yap

  • ` :öğretmen`- hangi okula gidiyosunuz siz çocuklar
    - anadolu öğretmen
    - öğretmen mi olucaksınız peki ?
    - yoo
    - olmayın zaten
    ` :elemanın biri`- niye hocam
    - çok uğraşmalı,zahmetli
    - e diğer meslekler de uğraşmalı değil mi hocam
    - ne iş yapıyo baban senin
    - bilmemnerde genel müdür
    - ee nesi zor onun.şunları şunları yapıcaksınız diye yaz ver kurula gitsin.
    - öle olur mu hocam geçen gün 11 de geldi eve.
    - niye ?
    - toplantısı varmış annem dedi
    - annene öyle demiştir.

  • bir drama etkinliği,

    8 yaş ile girilen bir diyalog

    çünkü ile zincirleme bir dizi yapılması gerekmektedir. çocuklardan birisi ile örnek çalışma yapılır.

    bugün okula geç kaldım çünkü servisi kaçırdım

    (devamında çocuktan istediğim, cümlenin ikinci kısmının çünküsü) servisi kaçırdım çünkü uyanamadım.
    uyanamadım çünkü geç yattım
    geç yattım çünkü sevdiğim filmi izledim
    .
    .
    .

    ta ki iki kişiden biri cümle kuramaz hale gelir ve oyun biter.

    öğretmen: bu şekilde en çok çünkü'lü cümle ben kurarım diyen var mı? (çılgınlar gibi parmak kadıran çocuklardan iki kişi kaldırılır)

    selçuk: öğretmenim, burak diyecekmiş ki, (kızarır bozarır): "öğretmenim seni çok seviyorum çünkü çok güzelsin"(kızarır bozarır sırıtır. birbirlerine karşı cümle kurmak için çıktıklarının daha farkına varmış değiller)

    öğretmen: şimdi çünkü atışmasında burak ve selçuk'u izliyoruz çocuklar.

    burak: amaaaa öğretmenim, ben sizinle yarışacaktım. ona göre cümle buldum.

    öğretmen: ne farkeder, selçuk'a söyle o cümleyi.

    burak: söyleyemem.

    öğretmen: neden?

    burak: selçuk'a, "seni çok seviyorum çünkü çok güzelsin" mi diyeyim öğretmenim.

    öğretmen: o zaman şöyle de, selçuk'u çok seviyorum çünkü çok iyi bir arkadaş, çok iyi bir çocuk ya da çok akıllı diyebilirsin.

    burak: şakacıktan mı?

    öğretmen: neden şaka olsun, gerçekten.

    burak: söylüyorum o zaman: ben selçuk'u hiç sevmiyorum çünkü birinci sınıftayken defterimi çöpe attı.
    selçuk: defterini çöpe attım çünkü o da bana salak dedi
    burak: salak dedim çünkü...

  • film midir değil midir ben bilemem

    1. usta'nın hikayesi
    2. usta'nın hikayesi
    3. usta'nın hikayesi
    4. usta'nın hikayesi
    5. usta'nın hikayesi
    6. usta'nın hikayesi
    7. usta'nın hikayesi
    8. usta'nın hikayesi
    9. usta'nın hikayesi
    10. usta'nın hikayesi

    zöge: zamanın ötesine bu kadar hızlı gitmesi de bir o kadar absürt.

    edit: bu entry zamanının ötesine gitmiş geri dönmüş basamakları birer birer tırmanmış ve en beğenilenler arasında yerini almış görmüş geçirmiş bir entrydir.

  • her sporun efsaneleri var. mesela basketbol deyince akla michael jordan, futbol deyince maradona gibi isimler akla gelir. formula 1’de bu sayı diğer sporlara göre daha az. çünkü her sene grid’e çıkan pilot sayısı sınırlı. örneğin 20 tane pilot desek ortalama, bu sayı yedekleriyle falan toparlarsanız iki tane nba takımı etmiyor. ancak ben bu durumun bir dezavantaj olduğunu düşünmüyorum. hatta efsaneler konusunda formula 1 daha avantajlı çünkü yaşanan en ufak bir olay bile yıllar sonra hatırlanabiliyor. (bkz: 2010 istanbul gp, mark webber – sebastian vettel kazası) ayrıca pilot sayısı az olduğu için insanlar efsaneler ile daha yoğun bir şekilde bağ kurabiliyor. özellikle ayrton senna gibi dramatik isimler ile.

    bir formula 1 izleyicisi olarak senna’nın yeri benim için de ayrı. işlerin daha mekanik ilerlediği yıllarda gösterdiği pilotluk yeteneği, birincilik hariç her şeyi yenilgi saymasına rağmen pist dışında takındığı mütevazi tavırları ve ’91 brezilya gp'deki efsane zaferi ile aklıma kazınan bir isim. bir de '94 imola var maalesef. senna da ayrton'un kariyerini bizlere aktaran müthiş bir yapım. şimdi asif kapadia yönetimindeki bu belgesel ayrton senna’nın kariyeri hakkında neler söylemiş bir bakalım.

    --- spoiler ---

    senna’nın karakteri ve f1 kariyerini tek cümle ile tanımlamak gerekirse ben kesinlikle "duygu yüklü.” derdim. f1 konusunda şu nokta doğru, basketbol ya da futbol gibi sporlara göre pilotlar genelde gelir seviyesi düşük ailelerden gelmiyorlar. o yüzden hikayeleri de yokluktan gelen yetenek kalıbına pek uymuyor. senna’nın ailesi de görece zengin. ancak bu ayrton’u daha az brezilyalı yapmaz. bu nedenle senna f1’e geldiğinde brezilya’nın tüm ruhunu da beraberinde getiriyor.

    belgeselin burada çok mantıklı bir tercihi var. f1 fanları bir araya geldiğinde genelde işin mühendislik kısmı hakkında konuşmayı sever. tam bir sözelci olan ben bile lastik ısısından ne bileyim aerodinamik detaylardan bahsedilmesini severim. ancak belgesel bu tür detayları genelde dışarıda tutmuş. çünkü çok fazla mekanik bilgi, insani olan tarafı gölgeleyecekti. örneğin altıncı viteste takılı kaldığı '91 interlagos’ta yaşadığı sıkıntıların teknik detaylarla anlatılması zaferini daha yukarılara çıkarabilirdi. çünkü gösterdiği çabanın tam olarak ne üzerine olduğunu görürdü insanlar. yine de bu bilgiler, belgesele farklı bir ton ekleyeceğinden ve bu yön anlatının genel dengesini bozacağından bu bölüm üzerinde çok detaylı bir şekilde durmamışlar.

    peki hangi kısma öncelik vermişler diye soracak olursanız bir insan olarak ayrton senna’ya yoğunlaşmışlar diyebiliriz. bu da tüm f1 hayranları için alt tarafı bir vites kutusundan daha değerlidir tabi ki. öncelikle senna’nın yarış tutkusu ve aile ilişkileriyle başlamışlar. burada altını çizip drama peşinde koşmuyorlar ancak senna’nın ailesi motor sporlarının geçici bir heves olduğunu düşünüyor ve ayrton’un aile işinde çalışmasını istiyor normalde. bunu da belgeselde çok yalın bir bölümle aktarıyorlar. açılış jeneriğinde anne ve babası röportaj verirken yarışçı olmasını çok da desteklemediklerini söylüyorlar. burada ayrton’un yüz ifadesinden aile arasında yaşanan o gerginliği çok rahat bir şekilde anlayabiliyoruz. bu da belgesele müthiş bir derinlik katıyor.

    belgeselin geneli de bu mantıkla devam ediyor. senna’nın kariyerini tanımlayan nokta atışı anlara şahit oluyoruz hep. ’84 monaco’da yağmur altında rakiplerini bir bir geçip ikinci sıraya çıkması, ‘85’de portekiz’i kazanarak yağmurlu pistte ne kadar başarılı olduğunu göstermesi ve alain prost’la yaşadığı rekabet gibi.

    senna hakkında konuşurken prost’tan bahsetmemek de olmaz tabi ki. belgeselde de aynı takımda yarışmaya başlamadan önce prost’u ve onun yarış stilini tanıtıyorlar. senna, mclaren’a geçtikten sonra da tıpkı anne babasıyla olan röportaj gibi prost ile arasındaki huzursuzluk da görülebiliyor. yine de prost’un senna’ya burada biraz daha olgun bir bakışı var. ancak bu duruş ayrton 88’de dünya şampiyonluğunu kazanınca değişiyor haliyle. ve gerginlik, kıyasıya bir rekabete dönüşüyor. bu rekabet pistte kalsa yine bir derece ancak jean-marie balestre’nin olaya dahil olması işin rengini değiştiriyor. çünkü balestre o dönemde fia başkanı ve prost ile yakın bir ilişkisi var. 89 yılında japonya grand prix’de yaşananlar ise hem belgeselin hem de senna’nın kariyerindeki en kritik noktalardan biri. çünkü prost’un burada ne yapmaya çalıştığı çok açık. ayrıca aracın kırılan burnuna rağmen senna’nın pite dönüp yarışı kazanması anlatı olarak da çok değerli.

    yalnız bu belgeseli izleyen insanların prost’a nefret kustuklarını fark ettim. hatta konuştuğum birkaç arkadaşım prost’un o kadar da efsane olmadığını söylediler. ancak ben durumun böyle olduğunu düşünmüyorum. çünkü biz bu belgeselde prost’un kariyerine sadece senna’yla yakın olduğu dönemde şahit oluyoruz. gerçek prost ise bundan çok daha fazlası. bir pilot her zaman rekabetçi olmayabilir ancak f1 gibi bir organizasyonda (biri tartışmalı da olsa) dört şampiyonluk kazanmak kolay bir iş değil. belgesel de prost’un üzerine çok gitmiyor zaten. onu da hırslarına yenik düşen biri olarak gösteriyor ki bence bu durum insan olmanın normal bir hali. esip gürlediğiniz takıma yeni gelen genç bir pilot tarafından geçilmek, onun şampiyon olmasını izlemek herkesin olgunlukla karşılayacağı durumlar değil. ayrıca ufak bir yarış dışı kalma ile şampiyonluğunu garantileyeceğini bilen birçok insanın aynı şeyi yapacağı da ortada. bu nedenle prost’a burada kızılması anlaşılabilir. ancak belgesel olarak bakarsak insan profilini yansıtmak konusunda başarılı olduğunu söyleyebiliriz. ayrıca dünya şampiyonluğu gibi bir unvanın olduğu yerde böyle şeylerin yaşanması da kaçınılmaz. bu nedenle yarışın doğası bu diyebiliriz.

    prost konusunda söylediğimiz gibi belgesel insan doğasını aktarmak konusunda çok başarılı. örneğin brezilya’da kazanmak ayrton için çok önemliydi. dağılan meşhur vites kutusuna rağmen bunu başardığında harcadığı fiziksel çaba ve yaşadığı yoğun duygular nedeniyle senna’nın arabadan çıkamaması ancak izleyicileri mutlu etmek için kupayı güçlükle kaldırması onun nasıl müthiş bir insan olduğunun da özeti gibi.

    belgeselin birçok konuyu tempolu bir şekilde aktardığından bahsetmiştik. zaten bir f1 pilotunun hayatı da ancak bu şekilde anlatılabilir ancak bu durum ’94 imola için geçerli değil. çünkü bu yarış f1 için acı bir kayıp. bu nedenle anlatının bu kısmında daha düşük tempolu ve biraz da detaylı şekilde ilerlemişler. senna’nın kazasına neyin sebep olduğu hala tartışılıyor. belgeselin buna mutlak bir cevap vermek gibi bir amacı yok. ancak yine de williams aracının yaşadığı denge problemlerinden burada bahsedilmiş. daha sonra ise canımızı acıtan yarışa geçilmiş.

    ben belgeselin bu kısmından gerçekten çok etkilendim. normalde hangi yarış anlatılacaksa önce ekranda tarih ve yarışın adı yazılıyor. senna’nın kariyerini okuduysanız bunları da heyecanla bekliyorsunuz ancak '94 imola yazısını görünce beni bir hüzün kapladı. yarışın nasıl başlayacağını biliyorum, işlerin nasıl gelişeceğini biliyorum ve her şeyin nasıl biteceğini de biliyorum. yine de senna şikana doğru giderken işlerin farklı gelişmesini istedim. ancak yine değişen bir şey olmadı. hızla duvara doğru giden bir araç, aynı helikopter görüntüleri ve aynı çırpınan sağlık görevlileri vardı. ve sarı kask aracın içinde öylece duruyordu.

    bu andan sonra belgesel ayrton’un brezilya’da düzenlenen cenazesi ile devam etti. ben bu olaylar yaşandığında iki yaşındaydım. yani dünyadan haberim yoktu ama bu belgesel bana sevdiğim sporun efsanelerinden birine bir ekran başından da olsa veda etme şansı vermiş oldu. sırf bu nedenle bile girişilen çabanın çok değerli olduğunu düşünüyorum.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak senna’nın, her formula 1 sever için çok önemli bir belgesel olduğunu söyleyebilirim. sinema açısından bakarsak da merkeze aldığı insanın ruhunu anlayabilmiş kişiler tarafından yapıldığı ortada. çünkü belgesel sizi şaşırtmıyor ayrton senna’yla tanışsanız oturup konuşsanız muhtemelen burada anlatılandan çok farklı bir insan olduğunu sanmıyorum. bu nedenle önce bu belgeseli yapan insanlara teşekkür etmek lazım, sonra da bu sporu insanların kalbine yerleştiren en önemli insanlardan biri olan ayrton senna’ya. tutkusunu bizimle paylaşıp girdiği her yarışı unutulmaz kıldığı için.

  • gezi parkına açılacak avm'de yer almayacağız da demişliği olan iş adamı için şaşırtmamıştır. o zaman rte çıldırmıştı, bakalım şimdi ne yapacak.

  • ''sabahın altı buçuğunda bir çalar saatin sesine uyanıp yataktan fırla, giyin, zorla bir şeyler atıştır, sıç, işe, diş fırçala, saç tara, başka birine büyük paralar kazandırmak ve sana tanınan fırsata müteşşekkir olmak için berbat bir trafiğin içine dal. nasıl razı olunur böyle bir yaşama?''
    charles bukowski

    ''hergün işe gidiyorsun. akşamları erken uyuyorsun ve bunun karşılığında alabildiğin tek şey koltuk takımı.
    gerçekten acınası bir durum.''
    tyler durden

    ''nabıcan mecnun ekmek parası.''
    ismail abi

  • bir ingilizce öğretmeni olarak hakkındaki tartışmalara müdahil olmak istediğim sistemdir.

    sistem eleştirilerine geçmeden önce dil eğitimindeki durumumuz konusunda biraz bilgi vereyim. yabancı dil eğitiminde ülkemizin durumu tabi ki parlak değil ancak bunda bulunduğumuz dil ailesinin de payı büyük. "alman-fransız çocuklar şakır şakır ingilizce konuşuyorlar, bizde tık yok" demeden önce bizim ingilizce ile dahil olduğumuz dil ailesi konusunda ciddi farklar olduğunu hatırlatmakta fayda var. avrupa ülkeleri arasında cognate dediğimiz ortak kelime sayısı çok yüksek iken bizde o bu kadar fazla değil. bu da bizi avrupa ülkelerine kıyasla dezavantajlı kılıyor. ingiltere'den farklı dil ailelerine aidiyet göz önüne alındığında rakiplerimiz iran, rusya, çin gibi ülkeler kalıyor ve vakt-i zamanında okuduğum bir araştırmaya göre bu ülkelerin arasında durumumuz kötü değil.

    ama sonuç olarak 12 sene gibi uzun bir süreye bakınca ortada bir başarısızlık olduğu aşikar.
    sistemsizlikler ülkesi olan türkiye'mizin, uzak ara en kötü yönetilen kurumu olan milli eğitimin bünyesinde böyle bir sonuç çıkmasına şaşırmak bence abes.
    birkaç madde halinde durumu özetlemeye çalışayım.

    1. bir sene önce ingilizce eğitimi 2. sınıfa indirildi. ilk bakışta çok acayip bir gelişme gibi gelse de ortada şöyle bir durum var. eskiden 5., 6. sınıflarda dörder saat ingilizce eğitimi verilirken malum seçmeli derslere yer açmak için üç saate indirildiler. ikinci, üçüncü ve dördüncü sınıflarda hepi topu iki saat ingilizce dersi olduğu düşünülünce ingilizce eğitimi ikinci sınıfa kadar indirilse de öğrencilerin eğitim hayatında göreceği ingilizce dersi sayısı sadece 1 saat artmış oldu. yani meb ders sayısını arttırmadan arttırmış gibi yaptı.

    2. bir öğrenci 8. sınıftan mezun olduğunda şu zamanları etkin olarak kullanması bekleniyor.
    simple present, present continuous, will future, going to future, simple past, past continous, present perfect tense.ayrıca envai çeşit modal. in order to, so that/such that/incase vb. yapılar da cabası.ve bunları haftada 3-4 saat ile kazanmalarını bekliyorlar.

    bunun yerine öğrencilere sadece basit simple present,present continuous, will future ve simple past versek. bunlarla bol bol çeşitli cümleler kursalar, mektuplar yazsalar, bunları içeren videolara maruz kalsalar. bol kelime öğrenip bunlar hepi topu 4 zaman içerisinde ama bol bol kullansalar. (ki ben böyle yapıyorum ve öğrencilerim dil bilgisine boğulmamış oluyorlar.ayrıca haftada 4 saat ile perfect tense ne lan?) çok basit konuşmaları öğretsek ama harbi öğretsek. çoğu öğreteceğiz derken boğulmasak.

    3. öğretmenlere kızıyoruz ama öğretmenden beklenen o öğrencileri konuşturması değil ki. ben bir köy okulunda öğrencilerime ingilizlerin çektiği videoları izlettim, bol bol listening yaptım. bir gün öğrencilere sobalı köy okulunda whitney houstan'dan i will always love you şarkısını dinlettikten sonra okul müdürüm tarafından müfredatı takip etmem, dışına çıkmamam konusunda tenkit edildim. görev yaptığım bölgede başarısız öğretmen ilan edildim. bunun üzerine ben de dershane öğretmenine evrildim. ezber, test vb. yollara saptım, öğrencilerimin netleri arttı, gördüğüm saygı hayvani boyutlara ulaştı. yani beklenen test, sınav vb. iken öğrenci konuşturmaya vakit harcarsanız okul idaresi, müfettişler, milli eğitim müdürlükleri tepenize biner müfredatta geri kalındı diye.

    4. yine öğretmenlere kızıyoruz ama meb'in umrunda mı? şu anda sınıf öğretmenliğinden ingilizce branşına geçmiş, ingilizce'den bihaber sınıf öğretmenleri çoluğunuzun çocuğunuza ingilizce öğretmeye çalışacaklar.sayıları da 3 bin'in üzerinde. bir tanesi bana gelip "hocam ben tv programmslarını anlattım bugün" dedi. oradan anlayın artık.

    5.dil eğitiminin en kritik boyutu edinim. yani öğrenciyi dile maruz bırakmak. çok sıkışık müfredatlar dahilinde haftada 3-4 saat ile kime neyi edindirebilirsiniz ki?

    6.biraz klasik olacak ama meb kitapları konusunda şikayetimi de belirtmeden geçemeyeceğim. bin tane ingilizce dizi izlerim, hiçbirinde raslamadığım abuk konuşma kalıpları mevcut ama en sık rastlananları ara ki bulasın.
    bir tane dizi gösterin bana "fine thanks and you" geçen. çok mu zor selam kalıplarını çeşitlerini arttırmak. benim öğrencilerim "how are you?" dediğimde "we are great, what about you?" diye bağırırlar karşılık olarak. çok mu zor arkadaş müfredatı yaratıcı ve güncel hale getirmek. daha güncel, daha kaliteli yayınlar var ve bazı veliler de almaya hevesli ama bu sefer de karşımızda; (bkz: okullarda kaynak kitap kullanımının yasak olması)

    7. bu kadar kafanızı şişirmezdim ama akşam aldığım bir telefonun üzerine bu başlığa yazma gereği hissettim. geçen sene 8. sınıftan mezun edip iyi denebilecek bir anadolu lisesine daha yeni yerleşmiş bir öğrencim aradı beni. "hocam bugün ilk ingilizce dersimiz vardı. öğretmen "where do you live?" diye sordu, baktım kimseden ses çıkmıyor ben kalktım "i live in kahramanmaraş" dedim, öğretmen de beni"4 tane 9. sınıf grubunun içerisinde bir tek sen kalkıp cevap verdin" diye tebrik edip sizi sordu. çok teşekkür ederim, sayenizde beni çok sevdi" dedi. tabi gururum okşandı önce ama biraz düşününce halimizin nasıl bir rezillik olduğu yüzüme çarpıldı. en basit cümle be arkadaş. bundan aciziz. en basit cümleyi 9. sınıf öğrencisinden duyunca havalara uçacak kadar aciziz.
    bu kadar rezillikten ne öğrenciler ne öğretmenler tek başına sorumlu sayılamaz, tüm suç bu grupların üzerine yıkılamaz.

  • başlık: kız arkadaşım 4 yıldır mesaj atmıyor

    1. az işim var ben sana mesaj atarım demişti
    bugün tam 4 yıl oldu artık şüphelenmeye başladım
    acaba ne yapıyor ki merak ettim
    ne işi var bu kadar ya

    mesaj atsam mı?
    yanlış anlar mı?
    ona güvenmediğimi düşünür

    of of

  • 85. dakika hertha - stuttgart maçı 0-0 gitmektedir. gol olmadan 5-10 saniye önce bir yorum yapmış biri.

    "allahbelanı versin hertha hepiniz oç siniz istersen banla admin bu oç lere koyim.allah belası ya"

    akabinde gol gelir ve 1-0 olur, aynı kişi birşey daha yazar.

    "alalhrazı olsun hertha çok büyük takımmışsın.kandilin mübrek olsun sen ne güzel takımsın.

    iyi güldüm valla.