hesabın var mı? giriş yap

  • benim.

    evet, 35ime kadar olamadım, istedim de olamadım.

    30umda evlendim, 33ümde eşim ilk hamileliğinde düşük yaptı, sebebi tetrapiloidi idi. kendi derdimi bıraktım, eşime destek olmaya çalıştım, kayıp onun için daha dramatikti çünkü, ve o iyiyse ben iyiydim.

    34ümde eşim ikinci kez hamile kaldı, yine düşük yaptı. bu sefer de sebebi turner sendromu idi. eşim bu kez daha da derinlere düşüyor, bense onu yukarı çekmek için daha da güçlü asılıyordum. kendi derdime dert bile diyemiyordum.

    35imde üçüncü kez hamile kaldığında, 6ncı hafta ile 14üncü hafta arası her hafta doktora gitmek zorunda hissettik kendimizi ve gittik. aman bebeğimize bişey olmasın korkusuyla 2 ay geçirdik. ve orada anladım ben bu işin psikopatlık olduğunu. haftalık gitsen günlük, günlük gitsen saatlik, her dakika bilmek ister insan bebeğinin durumunu, e sürekli karnında ultrason probuyla da gezemez ya insan.. deli işi resmen.

    derken 14üncü hafta tam rahatladık diyorduk ki, bir gece ansızın eşimin kanaması oldu, derhal doktoru aradık, durumu söyledik, hocam gitti mi yine diyemedik. hoca sabaha kadar tekrarlarsa direkt arayın, değilse sabah hastanede bakalım dedi. sabahı zor ettik, uyuyamadık.
    sabah gittiğimizde kontroller sonrasında previa olduğunu öğrendik.
    10 hafta eşim yemek ve tuvalet dışında hiç kalkmadan yattı. bu sürede elimden ne geliyorsa yaptım eşim ve doğmamış çocuğum için. şükür onu da atlattık.

    en nihayetinde oğlumu aldım kucağıma 35imde.

    daha önce baba olamadım. olmak istedim, ama olamadım.

    sözün özü, hayatın kendi planı var, sizin ne istediğinizin ya da ne zaman istediğinizin gram önemi yok. olacak olan, zamanı geldiğinde oluyor, ne 1 gün önce, ne 1 nefes sonra.

    o yüzden, olamamak üzerinden eksiklik ya da güçsüzlük çıkarımı yapmaya kalkan varsa, kendi eksikliklerini kapatmak için başka argümanlara yönelebilir. zira hayatın planı gün gelir kendisini de sınar, belli olmaz o işler.

  • cumhurbaşkanı'na geçen hafta, tüm çabalara rağmen randevu vermeyen obama' nın bütçesi reddedildiği için burhan kuzu' yu araması.
    bu ülkede zaytung'a gerek yok bence.

  • kartopu dünya hipotezi. olay su: bazi bilim insanlari bundan 750 milyon yil ile 650 milyon yil önceki periyodda dünyanin tam üc kez tamamen veya cok büyük bir kisminin buzullarla kaplandigini, hatta en son olaninin yaklasik 10 milyon yil sürdügünü öne sürmekteler. bu sebeple kartopu dünya denmekte.

    öyle deli sacmasi diye gecilemeyek bu hipotezi destekleyen ve cürüten pek cok kanit bulunmaktaymis. bu hipotezin en büyük kaniti dünyanin bircok bölgesinde kutuplara cok uzak olan bölgelerde bile rastlanan buzullar tarafindan olusturulmus tortul kayalarmis. öte yandan bir rus bilim adami 1960'larda eger dünyadaki buzul kütlesi yeterince genislerse albedo etkisinden dolayi tüm dünyanin buzullarla kaplanmasinin mümkün oldugunu ispatlamis. baska bir bilim adami o döneme ait olan tortul kayalarda yaptigi magnetizm ölcümleri sonunda grönland ve svalbard adalarinin [kuzey kutbuna yakin iki ada] o dönemde iliman iklim kusaginda olduklarini bulmus [unutmayin: kitalar hareket eder].

    bu hipoteze karsi cikan bilim insanlarina göre dünya'nin öyle bir durumdan kurtulup tekrar isinmaya baslamasi hemen hemen imkansizmis. ancak buna karsi kartopu dünya hipotezini savunanlarin elinde güclü gercekten güclü bir kanit var: yanardaglar. dünyanin böyle bir devirden kurtulmasi pekala cok büyük yanardag faaliyetleri sayesinde mümkün olmus olabilir. bu sadece yanardaglarin püskürttügü sicak magmadan degil aslinda daha cok yanardaglardan cikan karbondioksit gazi sayesinde mümkün olmus olmali diyor snowball yandasi bilim insanlari.

    bu hipoteze karsi olanlarin öne sürdügü daha güclü bir argüman var. eger gercekten dünya öyle bir devir yasadiysa yani tüm dünya buzullar altinda kaldiysa, dünyadaki yasamin tamamen bitmesi gerekirdi ve canli yasami bir daha ortaya cikamazdi veya cok daha gec ortaya cikardi. tabi ki bunun cevabi da verilmis. antarktikada, buzul altindaki denizde arastirma yapildiginda günes isiginin buraya ulasabildigi ve fotosentez yapabilen mavi-yesil alglerin varligi görülmüs. daha da ilginc olansa ordaki buzun yapisiymis. o bölgedeki buz tipki cam gibi saydammis, bu sayede günes isinlari buzulun icinden gecip denizin icinde bir hayata olanak sagliyormus. büyük ihtimalle dünyanin kartopu döneminde ekvator bölgesindeki buzullar da cok kalin degilmis ve bu sayede fotosentez yapabilen canlilar hayatta kalabilmis diyor "snowball"cu bilim insanlari.

    öyle veya böyle ilginc bir hipotez. yarin öbür gün ufocu manyaklar uzaylilar dünyayi isitti da o sayede yasiyoruz simdi de diyebilirler bu hipotez hakkinda, kim bilir.

  • çocukken ışıklı ayakkabıya sahip olanların fazlasıyla zengin olduğunu düşünürdüm.
    bir gün babama ne zaman zengin oluruz dedim, yarın dedi.
    inandım, yemin ederim inandım.
    sabah kalkarken zengin olacağımızı düşünerek uyandım güne.
    belki dedim ışıklı ayakkabım olur.
    olmadı, hiç bir şey değişmemişti.
    iki katlı bir evde oturuyorduk, müstakil bir ev.
    evin tek erkek çocuğu olduğum için şımartılmam gerekiyordu ama durumumuz yoktu.
    bende kendimi şımartmak için, alt kattaki odaya taşınıp, kendime genç odası yaptım
    yalnız ne oda ama..
    öyle ferrari genç odası takımı yok, somya üzerinde uyuyorum.
    oyuncaklarım yok ki, somyanın altındaki mavi leğene doldurayım.
    gazeteden kuponla elektrikli bir soba biriktirmiştim, yalnız çok şaşalı ha..
    odun maketleri vardı, şömine havası yaratıyordu.
    velhasıl uzun bir aradan sonra babama aynı soruyu tekrar sordum, baba dedim ne zaman zengin oluruz?
    odama baktı, bana baktı, sobaya baktı.
    kaloriferli bir evde oturursak o gün zengin oluruz dedi.
    askere gidip geldim yeni bir eve taşındık, güneş enerjisi var kaloliferi var..
    gittim yanına, can alıcı soruyu sordum..
    baba dedim zengin olduk mu?
    ev bizim olsaydı zengin olurduk dedi.
    babam sanki bilge bende öğrencisiyim, sürekli beni cevapları tokatlıyordu. zaten ışıklı ayakkabıda alamamıştık.
    otuzuma yaklaşırken, ev aldı babam.
    inşaat halinde, onunca katta bir daire, haftada bir gün çıkıp eve bakıyoruz.
    babam bakıp seviniyor, ben çıktığım merdiven basamakları nedeniyle söyleniyorum.
    baba dedim zenginlik zormuş, fakirken iyiydi..
    gel zaman git zaman evimize taşındık, kendi evimiz.
    kendi odam, baza üzerinde uyuyorum, gençliğimin rüyası masaüstü bilgisayarım ayrıca elbiselerimi koyacağım şahsıma ait dolabım var.
    baba dedim, zengin olduk mu ?
    bilge vermiş cevabını ; oğlum biz zaten hep zengindik.
    biz gerçek bir aileydik, hayallerimiz vardı, mutlu bir dünyamız.
    her şey çok zordu, ama bir o kadar güzeldi.
    baba dedim gariban edebiyatı yapma,
    şimdi biz zengin miyiz değil miyiz?
    ben direndim o devam ettirdi,
    kendi evin olsun, zengin olursun dedi.
    babamı trafik kazasında kaybettim, trafik sigortası kaza nedeniyle tazminat ödedi.
    annem aldığı tazminatı bana verip kendime ev almamı istedi.
    şimdi bir evim var,
    ama zengin olduk mu diye sorabileceğim babam yok.
    benim zenginlikten anladığım, vallahi de billahi'de beraber gülebileceğin bir ailem olmasıydı.
    küçük dünyanızda mutlu olmaktı, bağlılıktı ve sevmekti en fazla.

  • tam hali 24 mayıs 2021 izmir barosu tarafından süleyman soylu, mehmet ağar, sedat peker, tolga ağar ve erkan yıldırım hakkında suç duyurusunda bulunması olacak.

    kaynak

  • alman ordusu 1. dünya savaşı'nın son dönemlerinde siper savaşlarının aldığı statik durumdan kurtulmak için elit 'sturmtruppen - şok birlikleri yaratmış, bunları düşman mevzilerine sürpriz yaparak hızla saldırtmış ancak piyadenin hareket kabiliyeti istenilen seviyede olmadığı için başarısız olmuşlardı. 1920'lerde ingiliz askeri düşünürleri yüzbaşı sir basil liddell hart, general j. f. c. fuller ve general martell 'hareket savaşı'nın prensipleri üzerine yazılar yayınlamaya başlamışlardı. hepsinin ortak noktası tankların kendi başlarına alan ele geçiremeyeceği fakat savaş stratejilerinde önemli bir etken olduklarıydı. hızla hareket ettirilebilirlerse, bir noktaya yoğunlaştırılmış tanklar düşmanın ön hatlarını yarıp cephe gerisindeki topçu mevzilerine ve ikmal kollarına darbe vurabilirler böylece düşmanın savaş direnci kırılabilirdi. tank, onlar için, düşman bölgesine derin yarmalar yapacak mükemmel bir silahtı. 1920'lerin sonunda ve 1930'ların başlarında charles de gaulle, hans von seekt ve heinz guderian 'hareket savaşı' ile ilgilenmeye başladılar ve ordularında bu tarz harekatlar yapabilecek birlikleri oluşturmaya çalıştılar. ne var ki, ilk başlarda, hepsi engellerle karşılaştılar. ne ingilizler, ne fransızlar ne de almanlar tankın önemini kavrayamamışlardı, hala eski taktiklere bağlıydılar. muhafazakar subaylar piyadenin her zaman ordunun vurucu gücü olduğunu savunuyor, tankın ise sadece piyadeyi destekleyen bir araç olarak kalacağını, asla kendi başına hareket edemeyeceğini savunuyorlardı. bu öncülerden en şanslı olanı guderian'dı. alman ordusundaki bazı ileri görüşlü subaylar sayesinde kendi 'hareket savaşı' prensipleri uyarınca birlikler oluşturma şansına ulaşmıştı. guderian'a göre tank önemlidir ve başlı başına bir silahtır ancak diğer birimlerin de desteğine ihtiyacı vardır. bu yüzden topçu, piyade ve ikmal kollarının da tankların hızına ve de hareket kabiliyetine ulaştırılmaları lazımdır. bunun tek yolu da bu destek birimlerini zırhlı ve paletli araçlarla donatmaktır. bu noktada şurası çok önemlidir, ingiliz ve fransızlar da tankın önemini kabul etmişler fakat onları piyadeyi destekleyen bir araç olarak kabul ettikleri için piyade, topçu veya diğer birimlerin mekanizasyonuna önem vermemişler, tankları cephe hattı boyunca piyade birliklerine eşit sayıda dağıtmayı uygun görmüşlerdi. guderian böylece ilk panzer tümenlerini (unsurları mekanize/zırhlı olan zırhlı tümen) yarattı. blitzkrieg ortaya çıkmış sayılırdı. panzerler demir yumruk gibi düşmana tek noktadan vuracak, piyade ise bölgenin ele geçirilip kalan direnişi temizlemekten sorumlu olacaktı. guderian, tanklarını kendi başlarına kullanmanın yanı sıra onları arazinin elverdiği derecede mümkün olan en dar cephe hattında mümkün olduğunca çok sayıda savaşa sokmanın önemini vurgulamıştır. (fransız ve ingilizler'in prensiplerinin tam tersi). blitzkrieg'in en önemli prensiplerinden biri de budur.

    şimdi de gelelim blitzkrieg'ı blitzkrieg yapan en önemli unsura: pike bombardıman uçakları ve hava kuvvetlerinin rolü. hava kuvvetleri ile kara birliklerinin koordinasyonu çalışmaları ilk önce ispanya içsavaşı'nda denenmişti. haberleşmeye birinci dereceden önem veren almanlar tanklarını telsizlerle donatmışlardı. taaruz bir noktada takılırsa tanklar luftwaffe'yi yardıma çağırıyorlardı (ispanya iç savaşı'ndaki alman tankları karşılarındaki düşman tanklarına oranla çok zayıftılar). bu savaşta hava-kara koordinasyonunun ve mekanize kuvvetler arasındaki haberleşmenin önemini bir kez daha kavrayan almanlar bu savaşta ilk blitzkrieg denemelerini yapmışlardı. tabii ki bunlar oldukça küçük ölçekliydi. ju-87 'stuka' pike bombardıman uçaklarının geliştirilmesi ile blitzkreig iyice şekillenmişti. daha sonra polonya, fransa, norveç, rusya ve afrika'da kullanılan blitzkrieg alman ordusuna büyük zaferler kazandırdı. blitzkrieg anlayışını şu şekilde özetleyebiliriz:

    1. ilk önce hava kuvvetleri düşmanın belirlenen ana direniş noktalarına, gerideki topçu mevzilerine, anayollara havaalanlarına ve haberleşme merkezlerine saldırır. piyade cephe boyunca duman bombaları yardımıyla bir sis perdesi kurar ve birçok noktadan ufak-tefek taaruzlarda bulunur. bu düşmanın saldırının ağırlık merkezinin neresi olacağını anlamaması içindir.

    2. tek noktada yoğunlaştırılmış tanklar ileri atılır ve o noktadan ilk yarmayı yaparlar. piyade ise bu aşamada hala küçük saldırılar yapmayı , düşmanı yanıltmak için, sürdürür.

    3. piyade düşmanın kanatlarına saldırır açılan yarıktan ilerleyerek kalan direnişi temizler.

    4. panzerler daha da ileri giderler, düşman topçusunu susturup kanatlara yönelerek düşmanı kuşatırlar. kanatlardan saldıran piyade ile tanklar arasında sıkışan düşman felç olur.

    5. kuşatılan düşman piyade tarafından yok edilirken, ordunun diğer birimleri ve saldırıyı sürdürecek taze kuvvetler açılan yarıktan içeri girerler.

  • akbank'ın ekrana sığmayan logosunu gördüğünde; bankanın işlem genişliğini, hizmet kalitesinin büyüklüğünü, uzun ömürlü kullanımını anlayan varsa gelsin beni siksin diyorum.