hesabın var mı? giriş yap

  • ingiliz yazar john farndon'ın cambridge üniversitesi ve oxford üniversitesi mülakat sorularından derlediği kitaba ismini veren cambridge üniversitesi hukuk bölümü mülakat sorusudur.

    soru oldukça basit.

    mülakata giriyorsunuz ve mülakatı yapan kişi size "zeki olduğunu düşünüyor musun?" sorusunu soruyor.

    bu soru üç şekilde cevaplanabilecek bir soru.

    1- hayır cevabını vermek.
    2- evet cevabını vermek.
    3- lafı gevelemek.

    birinci seçeneği inceleyelim:

    siz sayılı ve seçkin insanların okuma imkanı bulduğu dünyanın en prestijli üniversitelerinden birine başvurmuşsunuz ve bu üniversiteye girebilmek için bir mülakattasınız. karşınızdaki kişi size kendinizi zeki bulup bulmadığınızı soruyor ve siz bu soruya hayır cevabını veriyorsunuz.

    bu durumda iki ihtimal var;

    ya doğru söylüyorsunuz ya da yalan söylüyorsunuz.

    eğer doğru söylüyorsanız bu sizin kendinizi zeki bulmadığınız halde başvurduğunuz üniversiteye girme imkanına sahip olduğunuzu düşündüğünüz için bu üniversitenin öğrenci seçiminde bir çeşit zeka kriteri aramadığını, bu durumda öğrenci ortamının seçkin olmadığını ve üniversiteyi prestijli bulmadığınızı itiraf etmiş oluyorsunuz. yani siz üniversiteye muhtemel daha iyi seçenekler olabileceğini, ancak o seçeneklere kendinizi layık görmediğiniz için oraya başvurduğunuzu söylemiş oluyorsunuz.

    eğer yalan söylüyorsanız hukuk bölümünün size göre olup olmadığı söylediğiniz yalanda ne kadar inandırıcı olduğunuza bağlı. bu durumda hakkınızda verilecek karar karşınızdaki kişinin sizi inandırıcı bulup bulmamasına ve inandırıcılığınızın hukuk bölümüne uygun olup olmaması konusundaki fikrine bağlı. eğer karşınızdaki kişi hukuk etiğine bağlı bir insan ise sizin onu inandırdığınız taktirde hukuk için uygun olmadığınızı düşünebilir, ancak eğer karşınızdaki kişi rekabetçi ve başarıya giden her yolun mübah olduğuna inanan biriyse hukuk için biçilmiş kaftan olduğunuz kanaatine varabilir.

    ama karşınızdaki kişiyi inandırmış olmanız aslında o kişinin sizin doğru söylediğinizi düşünmesini ve sizi inandırıcı bir yalan söylüyormuş gibi değil, doğruyu söylüyormuş gibi değerlendirmesine sebep olacaktır. yani aslında yalan söylediğinizde yalnızca inandırıcı olmayan bir yalan söylemiş olabiliyorsunuz ve eğer söylediğiniz yalan inandırıcı ise de doğru söylemiş gibi muamele görüyorsunuz. yalanınızın ortaya çıktığı durumda hem inandırıcı olmayan bir yalan söyleyerek aslında zeki olmadığınızı kanıtlamış, hem de hukuk etiğine aykırı davranan biri olduğunuzu göstermiş oluyorsunuz.

    bu durumda hayır cevabını vermek eğer doğru söylüyorsanız da yalan söylüyorsanız da pek işinize yaramıyor.

    peki ya evet cevabını verirseniz?

    bu durumda da hem yalan söylemiş olma hem de doğruyu söylemiş olma ihtimaliniz ortaya çıkıyor.

    eğer doğruyu söylüyorsanız başvuru yaptığınız üniversitenin zeki insanların başvurduğu bir üniversite olduğunu kabul etmiş ve kendinizin de onlardan biri olduğunuza inandığınızı göstermiş oluyorsunuz. ancak bu durumda üniversitenin zeki insanları kabul eden bir yer olduğunu kabul etmiş olduğunuz ve bu üniversiteye kabul edilmek istediğiniz için zeki olduğunuzu kanıtlama sorumluluğunu üstlenmiş oluyorsunuz. bu durumda risk almış oluyorsunuz çünkü bu durumda karşınızdaki kişinin sizi zeki olduğunuzu kanıtlayabilmeniz için hazır olmadığınız bir teste tabi tutma ya da sizden direkt olarak zeki olduğunuzu kanıtlamanızı sizden talep etme ihtimali doğuyor. bu durumda ya hep ya hiç için oynuyor ve ya batıyor ya da çıkıyorsunuz.

    eğer gerçekten zeki olduğunuzu düşünmüyor ancak kendinize güvendiğiniz izlenimini vermek için bu soruya evet cevabını veriyorsanız olay yine inandırıcılıkta bitiyor. karşınızdaki kişiyi doğru söylediğinize inandıramadığınız durumda karşınızdaki kişi sizi hem beceriksiz hem de kendine güvensiz biri olarak görüyor ve kaybediyorsunuz. eğer karşınızdaki kişiyi inandırırsanız yine karşınızdaki kişi sizin doğru söylediğinizi düşünerek size doğru söylemiş gibi muamele yapıyor ve bu durumda kendinize güvenmediğiniz halde kendinizi kendinize olan güveni kanıtlama durumunda buluyorsunuz. bu durumda evet diyerek doğru söylediğiniz duruma göre de, hayır diyerek doğru söylediğiniz duruma göre de avantajsız konumda oluyor ve işleri kendiniz için zorlaştırmış oluyorsunuz.

    eğer iki seçeneği de seçmez ve üçüncü seçenek olan lafı geveleme tercihine giderseniz kendinizi ya kararsız ve özgüvensiz biri olarak gösterme durumuna, ya da karşınızdaki kişiyi sorguya çekme girişiminde iken buluyorsunuz.

    lafı gevelemek için konuyu saptırmaya ya da konuyla ilgisiz ve net olmayan bir cevap verdiğinizde ilk duruma, karşınızdaki kişiden soru hakkında daha spesifik olmasını ve zeka tanımını yapmasını isteyerek buna göre cevap vermesini talep ettiğinizde ise ikinci duruma düşmüş oluyorsunuz. ilk durumda her türlü kaybederken ikinci durumda manipülasyon yeteneğinizin insafına kalmış oluyorsunuz. eğer karşınızdaki kişiyi manipüle ederek sorunun tanım kapsamını kendi işinize yarayacak biçimde değiştiremezseniz zeki olmadığınızı, bunu yapabilirseniz de zeki olduğunuzu kanıtlamış oluyorsunuz.

    bu soru aslında hukukla tamamen ilişkisiz bir soru gibiymiş görünse de aslında sizi kendinizi ve görüşünüzü savunmaya çalıştığınız bir mahkeme simülasyonuna sokup sizi bir savunma stratejisi seçme zorunluluğunda bırakıyor ve seçtiğiniz stratejiyi uygulayabilme beceriniz üzerinden yapmak istediğiniz mesleğe ne kadar uygun olduğunuzu ölçüyor.

    her ne kadar bu bir mülakat olsa ve hakkınızda varılan her bir kanaat öznel olsa da bir kişinin bir işe uygun olup olmadığını o kişiye o işi farkında olmaksızın yaptırarak ölçmek bana o kişiyi daha önce hazırlanabileceği ve başkalarının cevaplarını kullanabileceği bir sınava tabii tutmaktan daha mantıklı geliyor.

    ileri okuma için: (bkz: zeki olduğunu düşünüyor musun)

  • ismini zühtü koyup, sırt üstü yatmayı ögrettim diye bissürü eleştiriye maruz kaldıgım kus modeli. millet konusmayi ogretiyo, naapcak kardesim kus konusupta bakkala gidip ekmek mi alcak? hayvancagız sırt ustu yatmayı ogrendide en azından hayatını ayakta gecirmicek artık.

  • bir program için 20bin lira alıyordu, gözleri doluyordu, ağlıyordu nihat hoca. bu kadar mal insanı bir arada ilk kez görüyordu bu sene de yolunu buluyordu. şeklinde hikayeler anlatacak muhteremin marifeti.

  • elbette yayaya çarpmak.. ki seneler önce yaşadım.. sanırım sene 1997 idi. kör bir virajı döndüm, hızım 60-65 km/s falandı. 70 yaşlarında bir teyze yola yeni adım atmıştı. beni görünce duracağına koşmaya başladı,fren mren derken muhtemelen 20 km/s civarı bir hızla kadıncağıza çarptım. önce kaputun üstüne sonra yere düştü.. hemen indim,yanımdaki kız arkadaşıma ambulans çağırmasını söyledim. etraftan koşan esnaf kadını çekiştirmeye çalıştı, oynatmayın vs dedim. neyse,kadın hastaneye ben karakola.. sadece bacağında bir morluk oluştu ama gel de bana sor.. vicdan azabı vs eşi emekli bir diş hekimiymiş ve olayı balkondan görmüş. polise "çocuğun suçu yok, bizim hanım resmen koşup arabaya çarptı" demiş ve şikayetçi olmamışlar. ertesi gün çiçek vs yaptırıp utana sıkıla evlerine ziyarete gitmiştim.. o zamandan beri yayaya çarparım diye altıma sıçıyorum..

  • uzaktan serbest vuruş denince akla gelen ilk isim değildir, akla gelen ikinci isim de değildir, binaenaleyh serbest vuruş denilince akla gelen bir isim de değildir.

  • ortalama bir düğünle yine standart bir ev düzme masrafını toplayıp kendilerine yatırım yapsalar belki hayatları değişecek çiftlerin dramıdır. herkesin ihtiyaçlar hiyerarşisine kimse karışamaz ama siksok bir televizyon ünitesiyle yemek takımına vereceğin parayla dil kursuna yazılabilirsin hiç olmadı. o parayı orta direk olarak sitcom dekoruna gömüyorsan o zaman başka şeylerden mahrum kalıyorsun hiç beni yeme. uzun süre o evden çıkamamayı garantiledin bir kere.

    doğrudan aile evinden çıkıp evlenenleri bir kenara koyarsak hep şunu merak etmişimdir, bu insanlar bu zamana kadar mağarada mı yaşıyorlardı? yani iyi kötü birer televizyonları, çalışır halde çamaşır makineleri, oturacak koltukları yok muydu da her şeyi baştan aldırıyorlar? ben olsam düşünüyorum da evden kitaplarımı iki üç sevdiğim eşyamı alırım, ya da karşı taraf ne lazımsa getirir hangi evde yaşanmaya devam edilecekse yerleşilir, zaruri eksikler tamamlanır oturulur. çok istersen istediğin model alırsın bir şeyler. iki kişiyiz ona göre gardrop düşünelim denebilir, ekstra bir çalışma masası alınır. olan perdeyi atıp yenisini almak nedir biri bana bunu izah etsin mesela. o parayla git kendine istediğin kıyafeti al üstünde paralansın.

    velhasılı çok acayip ve hafiften de çakallık kokan işler bütünüdür bu evleniyorum şımarıklığı. ailelerin sırtına yük, o da olmadı borç batağıdır. ele güne gösteriş yapmak için değer mi sevdiğin insanla strese girmeye diye düşündürür. gümüş takımda yemezse, sıfır çarşafta uyumazsa ölecek hastalığı olan misafir gelmesin zaten. o paraya piyano alınır, gitar alınır, tatile gidilir... çok acayip, anlamadığım, anlamadığım için de yaşıtlarımca salak olarak değerlendirilmeme sebep olan acayiplikler silsilesidir.

  • yıllar evvel (yaklaşık 8-9 sene oluyor) iş dönüşü atm'ye uğramıştım.biraz para çekmem gerekliydi.atm önüne geldim.önümde iki kişi var.dede torun muhtemelen.dede 70li yaşlarda torun 10-11 yaşlarında bir kız çocuğu.

    atm bu.hızlı hızlı para gönderme ,para çekme yeri.baktım baya baya oyalanıyorlar.sonra sonra anladım işlemi yapamıyorlar ya da bilmiyorlar.

    -amcaaa!! sorun mu var?

    dedim gevşek gevşek.

    +yeğenim askere para yatıracağız beceremiyoruz.

    dedi.

    -dur amca ben halledeyim,

    dedim yanlarına yanaştım.

    çocuk,ben,dede atm'nin başındayız.

    -ver amca kartı,söyle hesap numarasını vs….

    -kaç para amca? dedim…

    +10 lira

    dedi adam.

    hayatımda garibanlık yüzünden böyle yutkunduğumu hatırlamıyorum.

    on liraya muhtemelen o zamanlar 2 paket filan sigara alınıyor. ya da üç ne bileyim.paranın o zamanki değerini hatırlamıyorum ancak hatırladığım bir şey var, çok bozulmuştum bu duruma.

    -tamam

    dedim girdim bilgileri, ileri falan filan geçtim para yatırma kısmına,

    -ver amca parayı dedim,

    adam çıkardı verdi iki beşlikten oluşan on lirayı.

    hayatımdaki en “hiçbir şeye yetmeyecek” on lirayı o akşam orda gördüm.on liranın en “yetmeyecek hali”. atm'nin alamayacağı kadar eski,kırışmış iki adet beşlik…

    beşlikleri tümlüyor gibi yaparak temiz bir on lira çıkardım çaktırmadan,rencide etmeyecek kadar parayı çaktırmadan ilave ederek askere yolladım.

    diliyorum o asker çok büyük yerlerdedir,dilerim o güzel çocuk çok iyi okullarda rahat rahat okuyordur,dilerim o amca hala sağlıklı ve mutludur.

  • bir görme özürlü adam vardır maltepe pazarının girişine yakın yara bandı satan...

    bir karton kutusu vardır, onun üzerine oturur, yanında getirdiği küçük siyah çantasından 10lu yara bandı paketlerini çıkarır, ve çekine çekine duyurmaya başlar işini:

    "10 adet yara bandı 1 milyon lira..."

    yandan akıp giden kalabalığın yarısı adamın görme özürlü olduğuna inanmaz, birazı duygu sömürüsü yapıyor zanneder, bir kısmı değecek birşey olsa sattığı kandırmanın hesaplarını yapar... çok azımız farkederiz adamın hakikaten namusuyla para kazanma çabasında olduğunu...

    1 milyon uzatır, kendi kendinize iyilik yapmaya niyetlenir "bana 2 tane ver, yeter" dersiniz...
    "olmaz abi, 10 tanesini satıyorum 1 milyona" der...
    ısrar edersiniz, inatla kabul etmez, "abi, haketmediğimi almam ben" cümlesini duyarsınız...
    "ben helal ediyorum" demeniz birşey ifade etmez, o daha keskin "bakıyordur" duruma, daha fazla uzatmaz, 10 yara bandını alır gidersiniz...

    iş biter, dönüşte sizin yaptığınız konuşmanın neredeyse aynısı iki genç kızla onun arasında yapılıyordur.
    kızlar sizden ısrarcı çıkınca başka bir çözüm önerir adam;
    "abla, o zaman ben sizin almadığınız bu artanları sizden sonraki müşterime veriyorum, ama helal edin..."

    konuşmanın ardından ne olacağını görmek için beklemeye başlarsınız...

    biri gelir birkaç dakika içinde, verir 1 milyonu alır 10 tane yara bandını, tam gidecekken bizimki "pardon abla," diye başlar anlatmaya, ve ısrarla ona verir elinde önceki seferden kalan 8 tane yara bandını...

    az üzülür, biraz burulursunuz,
    az önce 50 yara bandı parasına yediğiniz döner ekmek düğümlenir boğazınızda...

    bir görme özürlü adam vardır maltepe pazarının girişine yakın yara bandı satan,
    bakmanın ötesinde görmeyi öğretiyordur insana yanından her geçildiğinde...

    malum,
    10 adet yara bandı 1 milyon değerinde...

  • -eee yetti be dokuz ay dokuz ay kafama kakıp durma gel bakiim buraya
    -indir beni yere derhal
    -olmaz dokuz ay taşıyacam başka türlü susmayacaksın sen