hesabın var mı? giriş yap

  • dostoyevski çok sevdiğim budala isimli kitabında bundan bahseder fakat başlıkta subjektif şekilde belirtildiği gibi bu duyguyu herkeste olan bir hissiyat olarak ele almaz.

    dostoyevskiye göre herkes özgün olmak ister. üstelik bu istek sadece fakir, aciz, imkanları az olan insanlara özel değildir.

    ne miktarda olursa olsun, para, sosyal konum veya güzel dış görünüş, özgün ve özel fikirler üretememe hissiyatının verdiği rahatsızlığı karşılayamaz. herkes bu hissiyatı yenmek için mücadele eder ama özelliksiz insanlar için bu mücadele sadece depresyon kaynağı haline gelir.

    "basit insan" sıkça sıradanlıktan kurtulmayı amaçlayıp, yersiz ve saçma gözüken hareketlere girişir. dışarıdan kimi zaman sıradışı gözükse de, bu insan özünde sıradan olduğunu ve bundan kurtulmaya çalışmanın zorlama bir çaba olduğunu bilir.

    özel olmayan fakat daha akıllı olan insanlar da vardır.

    bu insanın sıradanlığını benimsemiş olması onun en önemli özelliğidir. farklı olmak adına büyük hayallere kapılıp hatalar yapmazlar. mutsuz olmazlar fakat özünde özelliksizlerdir.

    gerçekten farklı ve özel insanlarınsa özel olduklarını göstermeye ihtiyaçları yoktur. farklılıkları yaptıklarından, söylediklerinden bağımsızdır, varoluşlarının bir parçasıdır.

    not: bu arada budala eserini okumanızı öneririm, oldukça ilginç bir mega klasiktir. tamamen şahsi görüşümdür fakat budala eserinde 4 adet sıradışı olarak nitelendirebileceğimiz karakter bulunur ve 4'ü de yaratılmış en özel karakterlerdendir diyebilirim.

    (bkz: lev nikolayeviç mışkin)
    (bkz: aglaya ivanovna yepançin)
    (bkz: parifon semiyonoviç rogojin)
    (bkz: nastasya filippovna)

  • mekan: iddaa bayisi

    - lan naci namaza başlamışsın diolar doğru mu?

    - he valla başladık abi, hakkımızda hayırlısı..

    - 5 mi la?

    - ne 5 mi abi tabi 5 vakit alla allaaa

    - sistem 4-5 yap lan naci bi vakit kaçırsan da günlük sevabı kurtarıyon tek vakitten yatma bak!

    kompil bayii : tehaha tehahahaa vir eyle kahkahatül tufaaaan!

  • büyük şair olabilmesinin nedeni, kafasında bir şeyleri netleştirememiş olmasından ileri geliyor. eğer insan kafasında bir şeyleri netleştirebilmişse, belki ondan iyi bir bilim insanı olabilir, eleştirmen olabilir ama ondan iyi bir sanatçı olmaz. sanatçının zihni sürekli bir şüphenin etkisi altında kalmalıdır, çünkü bu şüphe olmadan sanatçı dünyayı her yönüyle, bütüncül bir şekilde kavrayamaz. bu yüzden büyük şairler söz konusu olduğu zaman “şucudur, bucudur” diyemiyoruz. ömer hayyâm'ın şiirlerinde müslümanın da agnostiğin de ateistin de deistin de; stoacılığın da septisizmin de hazcılığın da platonculuğun da sesini duyabilirsiniz. bu çok seslilik onu büyük bir şair yapıyor. her olaya karşı aynı tepkiyi veren kişi çok sesliliği ıskaladığı için yavan şiirler üretiyor. bizim edebiyatımızda nazım hikmet'in yaşlılık öncesi şiirleri veya necip fazıl'ın islâm'ı benimsedikten sonraki şiirleri yavandır. çünkü ikisinin de o sıralar kafasındakiler netti, hayata yalnızca bir açıdan bakabiliyorlardı. oysa ömer hayyâm'ın şiirlerinde böyle bir şey yok. şöyle örneklendirilebilir:

    epikuros felsefesinin de etkisi bulunabilir:

    “gönlümün dilediği gül yüzüne bakmak;
    elimin özlediği kadehi kavramak.
    her zerrem nasibini almalı dünyadan
    yarın güle kavuşturmadan beni toprak.”

    antik yunan melankolisinin etkisi bulunabilir:

    “can verinceyedek bu çorak yerde
    dertten başka ne geçer ki eline?
    ne mutlu çabuk gidene dünyadan;
    hele bu dünyaya hiç gelmeyene!”*

    stoa felsefesinin de etkisi bulunabilir:

    “şu dünyada üç beş günlük ömrün var,
    nedir bu dükkânlar, bu konaklar?
    ev mi dayanır, bu sel yatağına?
    bu rüzgârlı yerde mum mu yanar?”

    tasavvufa da göz kırpmıyor değildir:

    “sevgiyle yoğrulmamışsa yüreğin
    tekkede, manastırda eremezsin.
    bir kez gerçekten sevdin mi dünyada
    cennetin, cehennemin üstündesin.”

    ———

    (*): bu dizeleri okuyunca, sophokles’in oidipus kolonos’ta adlı tragedyasının şu bölümünü anımsamamak mümkün değil (1225 vd.):

    “hiç doğmamak her hâlükârda en iyisidir;
    ancak gördükten sonra bir kez günışığını insan,
    ikinci en iyi, mümkün olduğunca çabuk
    dönmesidir geldiği yere.”

    friedrich nietzsche bu dizelerin hemen hemen aynısını kullanarak “antik yunan melankolisini” anlatmaya çalışmış. o yüzden ben de “antik yunan melankolisi” demiş bulundum.

    not: ömer hayyâm'ın şiirlerinin çevirilerini sabahattin eyüboğlu'ndan aldım.

  • lise zamanlarında bir kış günü çok yağmur yağıyordu, bende şemsiye kullanmayı sevmeyen bir insan olarak yine arkadaşın eşin dostun şemsiyesinin altına girmeye çalışıyordum. arkadaşlarda ya git kendi şemsiyeni getir vs. vs. dedikleri için aman be sizin şemsiyenize mı kaldım diyip önde daha önce okulda gördüğüm ama hiç konuşmadığım bir kızın pat diye şemsiyesinin altına girdim. sonra bende şaşırdım bunu nasıl yaptığıma normalde çok fırlama bir insan değilimdir. neyse şemsiyenin altına girdikten sonra aramızda şöyle bir diyalog geçti.

    ben: arkadaşım şemsiyesinin altından kovdu da bende seninkine sığındım
    şemsiyeli kız : ( gülerek ) olsun iyi yapmışsın, ıslanma çok yağmur yağıyor zaten.
    ben : teşekkür ederim. ( tabii içimden 90 +larda galibiyet golünü atmış forvet gibi seviniyorum. yağmur bereket getiriyormuş gerçekten )

    sonrası kızın sokağına kadar beraber yürümüştük, sonra okulda birbirimizi gördükçe konuştuk ettik çıktık ayrıldık, barıştık, ayrıldık.

  • otobüs içinde bile arkaya ilerlemeyip ortada kümelenmesiyle ünlü bir millet hakkında uydurulan yalan.

  • dönerciler döneri böyle yaprak kadar ince kesip ekmeğin arasına koyuyor ya hani, göze de az geliyor. birgün bütün döner halkasını kocaman, böyle hayvan gibi ısırmak istiyorum sözlük.