hesabın var mı? giriş yap

  • 1. dışarıda salata yemeyin. o yeşillikler hiçbir zaman düzgün yıkanmıyor, sirkede falan bekletilmiyor, bir suda bekleten işletmelerin beklettikleri su hiç yıkanmamış olması durumundan daha az tercih edeceğiniz kirlilikte bir su.
    2. otellerde açık büfelerde yediğiniz birçok ürün bir önceki günün başka bir ürünü. örneğin dolma yiyorsanız içi bir önceki günün pilavı, pasta yiyorsanız onun kreması bir önceki günün sütlü tatlısı, vs vs. sıkıntılı bir durum değil aslında ama her şeyi taze yemeyi seven bir bireyseniz otel açık büfelerinden bir şey yemeyin.
    3. yediğiniz makarna, risotto gibi pişmesi 5 dakikadan uzun sürecek ürünler çoğunlukla bir ön pişirmeye tabi tutulur, sonrasında porsiyonlanır ve o şekilde saklanır, sipariş geldiğinde sosu/suyu ilave edilerek son 2-3 dakikalık kalan pişme süresi tamamlanır ve size öyle sunulur.
    4. restoranlarda buzlukta saklanmaya müsait tatlılar (örn brownie) asla günlük yapılmaz (günlük yapılmıştır ibaresi yoksa - ki bazen bu ibareye rağmen günlük değildir), siz siparişi verdiğinizde buzluktan çıkartılır, mikrodalgada çözdürülür, soslanır ve servis edilir.
    5. uzakdoğu restoranlarındaki wok tavalar gün içerisinde asla yıkanmazlar, iki sipariş arasında şöyle bir silinir, tekrar yağlanır ve o şekilde kullanılırlar.
    6. türkiye'de yediğiniz hiçbir sashimi veya nigiri (çok üst segment ya da özel bir butik restoran olmadığı sürece) asla sushi grade denilen çiğ tüketime müsait balıklardan yapılmamakta. maalesef ki herhangi bir karadeniz somonu/levreği, yaşadıkları suyun içerisindeki bakterilerden tutun da deniz tuzluluk seviyesine kadar çiğ tüketim için çok müsait balıklar değiller. ha ne olur, yüksek ihtimalle hasta olmazsınız ama asla yerinde yiyeceğiniz bir sashimiyle aynı tadı türkiye'deki ürünlerde yakalayamazsınız.
    7. yine türkiye'de bir uzakdoğu restoranında yediğiniz herhangi bir "çin yemeği" aslında çin yemeği değil. bir ürünün içerisine soya sosunu basıp yollamak bir amerikan adeti ve amerikanlaştırılmış bir çin mutfağı. gerçek çin yemeklerinin içerisinde soyadan çok daha baskın tatlar vardır: tarçın, yıldız anason, karanfil, rezene ve sichuan biberi gibi. gerçek çin yemeklerine yakın tatları bazı büyük şehirlerde olan uygur restoranlarında yakalayabilirsiniz.
    8. pastanelerden alıp yediğiniz poğaça, açma türü şeyler birçoğunuzun midesini yakıyordur. bunu mayalı ürün vs olmasına yorup ev yapımı bir poğaçayı yemekten kaçınmayın. midenizi asıl yakan şey oda sıcaklığında (hatta bir fırının önündeki 40-45 derecelik sıcaklıklarda bile) katı kalmayı başarabilen kimyasallar yuvası alba yağı denilen bir yağ. pastanelerde o sıcaklıklarda seri üretim esnasında katı formda yağ muhafaza etmek çok zor olduğundan bu rezil şeyi kullanıyorlar, sonra bütün gün reflü.
    9. üst segment restoranlarda genelde masada tuz görmezsiniz, karabiberiniz de garson tarafından değirmenle getirilerek istediğiniz miktarda yemeğinize serpilir. bunun sebebi şefin tuz ayarının dört dörtlüğünden emin olmasıdır, ekstra tuz isterseniz bazı restoranlarda azar bile işitebilirsiniz, yanınızda gizlice tuz falan getirmek daha az gerginlik yemin ediyorum.
    10. kapısında kuyruk olmayan restoranlarda yaz mevsiminde beyaz et ürünleri tüketmekten kaçının. türkiyede soğuk zincir bozulması zaten allahın emri bir durum olduğundan ve de bakterilerin üremeyi en sevdikleri sıcaklık aralığı 20-45 dereceler olduğundan illa ki ürün az ya da çok kontamine olmuştur, hele ki böyle hava 34-35 dereceyse eksponansiyel olarak artarlar. tavuk ve deniz ürünleri de nemlilik açısından zengin (yine en çok üremeyi sevdikleri yer) ortamlar olduklarından, hele de çiğ tavukta salmonella gibi illllletyus bir bakteri bulunduğundan aman diyeyim, kendinizi riske atmayın, sebze, tahıl veya kırmızı et tercih edin.
    11. temizliğinden emin olmadığınız bar/pub/köşe dükkanı yerlerde (ki inanın siz temizliğinden emin olamıyorsanız düşündüğünüzden de kötü bir senaryo vardır mutfakta) söyleyebileceğiniz en garanti ürünler kızartmalardır, 180-190 derecelerde kızardığı için ürününüz, üzerinde böcek bile kalmış olsa taşıdığı herhangi bir bakteri/mantar gibi canlının yaşama ihtimali yok. fikrinden iğrenmediğiniz sürece fiziksel olarak size bir etkisi olmayacaktır.
    12. restoran/bar/publarda üzerinde logolu bir bardak/tabak ile yiyecek içecek servisi yapılıyorsa, o ürünü kırmaktan (ya da ceplemekten diyeyim de tabii ki yapmayın bunu, ayıp evladım, sorarsanız bence zaten onu size hediye edeceklerdir) dolayı vicdan azabı çekmeyin, o ürün markalar tarafından reklam amaçlı promosyon olarak getiriliyor ve işletme o ürüne bir para ödemiyor.
    13. garsonlarınıza kötü davranmayın. bardağınızdan, içeceğinizden, çatalınızdan, bıçağınızdan ve yemeğinizden birebir onlar sorumlular ve kindar bir tanesine denk gelirseniz çaktırmadan size çok iğrenç yerlerinden sample'lar yediriyor olabilir.
    14. türkiye'de üst segment bir yerde değilseniz isteyeceğiniz parmesan peyniri genelde kars kaşarının kabuğunun rendesidir, trüflü patates kızartmasında içerisinde trüf'ün t'si bile olmayan tamamen laboratuvar üretimi tatlandırıcılarla yapılmış zeytinyağından birkaç damla vardır, boşu boşuna bunları güzel ürün zannedip kazık yemeyin.
    15. genelde bu tribe steakhouse'larda ve artizan hamburgercilerde giriyorlar ama siz siz olun, türkiyede hamburger köfteniz nasıl pişsin sorusuna az veya orta demeyin. özellikle köftenizi az veya orta pişirmeye çalışacak dallamalar olacaktır ama özellikle türkiye standartlarında (o kıyma makineleri asla düzgün temizlenmez, konulan yüzeyler rezil kirlidir vs) kıymayı az pişmiş olarak tüketmek çok çok çok tehlikeli çünkü az pişmiş bir biftekte etin bakteri bulaşmış yüzeyine zaten ısıl işlem uygulayarak o bakteriyi öldürebilirken, kıymanın her bir yüzeyine bulaşmış bakteriye iyi pişirmekten başka bir müdahalede bulunamazsınız. ayrıca zaten köfteyi az pişirmenin bir manası yok çünkü kıyma yapısal olarak çok ufak parçalara bölünmüş et olduğundan su tutma kapasitesi yoka yakın, dolayısıyla az pişirseniz bile biftek gibi sulu bir yapı göremezsiniz. en fazla yağ sızar içinden.

  • türkçede fransızca sözcük yoktur. türkçede fransızca kökenli sözcükler vardır. tıpkı ingilizcede de fransızca kökenli sözcükler olması gibi. ballet kelimesi ne kadar ingilizceyse türkçedeki bale kelimesi de o kadar türkçedir.

    bir dilin bir kelimeyi alıp kendi dağarcığına katması başkadır, o dilde konuşan insanların yabancı bir kelime alıntılaması (bkz: o kadar strong bir presence'i var ki) başkadır.

    nitekim bu konunun yıllardır tartışılageldiği başlık fransızcadan türkçeye geçmiş kelimelerdir.

    fakat sözlük, daha doğrusu internet toplumu git gide böyle bir yer oluyor. karnını yarsan cim çıkmayacak adam gelip burada alfabe öğretmeye çalışıyor.

    matmazel nasıl yazılır
    stajyer nasıl yazılır
    tape ne demek

    okul kelimesine gelince;

    okul kelimesi tam olarak bunlardan biri değildir.

    fransızca école kelimesi türkçeye zaten ekol şeklinde girmiştir. listeye girecek bir kelime varsa o zaten ekoldür.

    okul kelimesinin serencamı ise (çok özet geçiyorum) dil devrimi yıllarında, doğu vilayetlerinden bir mebusun kendi yöresinde mektep yerine "okula" kelimesinin kullanıldığını iddia etmesiyle başlamıştır. aynı yöreden başka mebuslar "yok öyle bir şey" demişlerse de "okula" kelimesi hemen dağarcığa alınmıştır.

    1930'lu yıllardan kalma yayınlarda "siyasal bilgiler okulası", "güzel sanatlar okulası" tabirini görmek mümkündür.

    sonraları bu kelime okul diye dört harfe indirilerek fransızca école kelimesine benzetilmiştir.

    öte yandan, okula diye bir türeme olmuş olması imkansız mıdır? yani o mebus yalan mı söylüyordu? bence değil.

    eski türkçedeki tarmak kökünden günümüzdeki tarla (tarığlağ) kelimesi türediği gibi okumak fiilinden de okula (okuğlağ) (krş. yaylak -> yaylağ -> yayla) türemesi mümkündür.

    sadece okul kelimesi hakkında daha sayfalarca yazı yazılabilir ama dediğim gibi bu kadar içi boş, öğrenmeden öğretme meraklısı adamın ve onlar gibi davranan troll'ün olduğu yerde şu yukarıdakilere yazmaya ayırdığım zamana bile acıdım şimdi.

  • "türkücüler suya sabuna dokunmaz, ozanlar olana bitene duyarlıdır" demiş bir de.

    söz konusu neşet ertaş olunca, muharrem ertaş'ın oğlu, aşık geleneğinin son güçlü temsilcilerinden biri, kendimi tutamadım. bu şahıs çıkmış insan düşünmeli diyor, türküler basit sözlerle nakaratlarla mı yazılıyor sanıyorsun dümbük.

    o türküler dede korkut masallarından beri kullanılan imgeleri kullanan türküler, toplumsal yaşamla ilgili eleştirileri korkmadan söze döken ozanlar varken senin nefes alman bile boşuna.

    bir tek örnek vereceğim, "manda yuva yapmış söğüt dalına" ile başlayan türkümüzü bilmeyen yoktur. bu türkü başlık sistemine , ağalık düzenine bir başkaldırıdır.
    manda zengin , yaşlı kocayı, söğüt körpe gelini ifade eder. parasını verdim bedava mı sandın denilen şey gelindir. tiridine bandım ( yemeğin işe yaramayan su kısmı) ve yavrusunu sinek kapmış ile anlatılan yaşlı kocanın körpe gelinle beraber olmasının sonuçları ve doğa yasalarına aykırı olduğudur.
    ironi burada uçuk kaçık bulunan sözlerin arkasındaki derin anlamlarıdır. bu arkadaşın anlamasını beklemiyorum, ama neşet ertaş için söylediği sözler için onun, ataları mezarlarından kalkıp , dadaloğlu, karacaoğlan, aşık veysel , köroğlu.... kopuzlarıyla döverler adamı..
    yürü vre..

  • bundan yıllar yıllar sonra, depeyi -ki artık birçokları "depeyi dede" demeye başlamıştı ona- doktorun yasakladığı rakısını çay bardağında hafif hafif yudumlarken, omzunda daha bugün boyamayı bitirdiği kayığının huzurlu yorgunluğu sızlarken,bi parça daha peynir atıp ağzına, sahilden yüzüne vuran rüzgara yan dönüp yanındaki kadının kırışıklıklarına baktı önce. devleşmiş göbeğini kaşıdı hafif hafif,uzamış beyaz sakallarında dolaştı elleri. hareketlerini izledi kadının, elleri hala narin diye düşündü...hala güzel gülümsüyor dedi kendi kendine. bak hep dudaklarının kenarıyla gözlerinin yanları kırışmış dedi,bu gülmekten oldu işte...bir ömür gülümsettin ya onu olum, derdin de oldu tasan da, kırdığın da oldu kırıldığın da, hem ağladın zırıl zırıl hem gözyaşlarını sildin onun...ama şimdi,hayatın sonlarına yaklaşırken, son nefesini vermeden topladığında hala artı çıkıyor ya...işte şimdi mutlusun dedi...şimdi mutlusun...konuşmaya başladı,sigaradan çatallaşmış sesiyle...

    - bence patatessin sen. patates baskısı yapıyosun böyle.
    - ?
    - bi sarılınca şekil şekil izin çıkıyo ruhuma. sonra domatessin üstelik.
    - ?
    - neyin içine senden bi parça koysam güpgüzel oluyo birden, tadı sen veriyosun hep. bi de patlıcansın bence.
    - ?
    - kızdırıp ateşlere de atsam, karnından göğsünü yarıp içine dolmamı bekliyosun. ve taze fasulyesin sonra.
    - ?
    - minicik minicik yavruların çıktı içinden, her biri bi başka güzel. peki bi de marulsun desem?
    - ?
    - dışından bi başlayıp uzuuun uzuun içine doğru indikçe daha tatlılaşıyosun, en içinde, en derininde, en göbeğinde, en kimsenin bilmediği yerinde saklısın en güzel halinle.hem kerevizsin...
    - ?
    - anlamaz herkes öyle neden bayıldığımı sana. kimi burun kıvırır belki, kimi hiç sevmez seni. kimine göre dünyadaki en rezil şeysindir sen hatta...ama en çok nesin biliyo musun?
    - ?
    - pırasa'sın...çünkü ben en çok pırasayı severim..

  • adam on numara konuşmuş. hiç üstelememiş. baya da centilmen davranmış. ama anasını sattığım kezbanı ünlü olmak için mesajları ifşalamış. helal lan czn gözüme girdin.

  • o yumruğu yedikten sonra geri geri koşarken ki o çaresiz bakış var ya.

    tam orda yumruğu ben vurmuşum gibi derin bir nefes verdim.

    gücü erkeğe yetmeyince maalesef dayağı yediği arkadaşın sevgilisine saldırmış. bu saatten sonra fazlalığı kesip attırsın bence.