hesabın var mı? giriş yap

  • ethem sarısülük'ün abisi mustafa sarısülük tarafından twitter hesabından bu tweet'le duyurulmuş tahliyedir.

    '' ak saray'a, ak parti'ye ve tayyip'e daha fazla katil lazım olduğundan kardeşimizin katili serbest bırakılmıştır.''

    başka söze gerek yok sanırım.

  • liseyi beraber okuduğum bir arkadaşım vardı, büyük hedefleri olan çalışkan bir arkadaşım. mühendis olmayı liseye başlar başlamaz aklına koymuştu, sıraya da mühendis olacağını, istediği üniversiteyi yazdı, teknik üniversitesi inşaat mühendisliği.

    garip bir çocuktu. sessiz, sakin, hayatında kavga bile etmemişti. derin bir havası vardı, altını kazdıkça daha derine indiğini görüyordum. rahatsız oluyordu sorularımdan, üstüne gitmiyordum. lisede aynı ranzada altlı üstlü yattık. önceleri üstte yatıyordu, geceleri haykırarak uyanıyordu, uyuyamıyordu çoğu zaman, üzülüyordum, anlat derdini diyordum, susuyordu. yer değiştik, ben üst ranzaya geçtim. daha rahat uyumaya başladı. sebebini sorduğumda daha az sallanıyor, ben rahatsız olmuyorum ama istersen değişelim tekrar dedi. yok dedim. konuyu da daha fazla irdelemedim. telefonla konuştuğunu neredeyse hiç görmedim, bazen telefonla uzun süre konuşup döndükten sonra yatağına geçip ağlıyordu. okulun kütüphanesine ve bilgisayar laboratuvarına sık sık giderdi. geçmişi de hep silerdi. ne baktığını ne araştırdığını bir türlü anlayamadık. zamanla hocalarında dikkatini çekti, psikolojik destek aldı. okul müdürü çocuğun geçmişini biliyordu ama bize söylemiyordu.

    ikimizde üniversiteyi aynı şehirlerde okuyacaktık. heyecanıyla bir şeyler yapma peşindeydik, ben gezmeye çok meraklıydım, o kitap okumaya. daha büyümüştük, zaten olgun olan arkadaşım daha olgundu. artık yüzündeki hüzünün yerini hırs almıştı. daha çok çalışıyordu eskisinden. başarılı oldu, büyük şirketlerde staj yapma imkanı buldu. bir gün bir kafede otururken tuvalete gitmişti, telefonu da masada. tanıştığımızdan beri telefonuna şifre koymazdı. açtım hemen, safariye girdim. yer imlerine baktım, kandilli rasathanesi, en sık tıklanan sayfaydı. önceleri bir şey demedim. evine gittiğimde bilgisayarına baktım, yine aynı şekilde. evde 1999 senesine ait gazeteler, kitaplar. kandilli rasathanesi yine yer imlerinde. sürekli son depremlere bakıyor.

    soramadım yine kendine. lisedeki müdürü aradım, tam bir hafta sonra ulaştım. sordum arkadaşımı, önce hatırlayamadı, sonra hatırlayınca okula davet etti. tüm hikayesini dinledim arkadaşımın. 99 depreminde ailesinin hepsini kaybetmiş, amcası büyütmüş hep, yatılı okumuş hayatı boyunca. inşaat mühendisliğini neden seçtiğini, telefonuna neden şifre koymadığını, geceleri neden haykırarak uyandığını, neden üst ranzada yatamadığını o an anladım. her şey bir anda gözümün önünden geçerek anlam kazanmıştı.

    bunları kendine anlatamadım, eğer bilseydim daha çok yanında olurdum. keşke daha çok yanında olabilseydim.

  • yukarıda birinin daha yazdığı gibi orada mahsur kalıp da öldüyse en korkunç korku filminden daha ürkütücü bir ölüm olmuş demektir. düşünüyorum da ben asansörde kalıp sesimi kimseye duyuramasam, günlerce bi umutla beklesem ama kimse duymasa.. yok yok düşünmeyeyim en iyisi. sanırım birinin öldürüp cesedi oraya koyması iyi ihtimal oluyor bu durumda.

  • olmayacaktir. akp (tabi ki aslinda tayyip erdogan) daha once kimsenin yapmadigi sekilde rakiplerine ve rakip olacaklara cozum buldu, onlari yok etti, sindirdi, korkuttu, kendine katti, secmenlerini caldi ve bunlari yaparken kendini durdurabilecek gucleri, ordu, yargi vs etkisizlestirdi, kendi amacina uygun hale getirdi. degisiklikleri yaptiktan sonra da kanunlari eski duzene donulemeyecek sekilde degistirdi, simdi de sistemi degistiriyor. bundan sonra bu duzenden donulmesi mumkun degil. olene kadar tayyip erdogan, ondan sonra da uygun gorecegi bir kisi, damadi, oglu, torunu vs basta olacaktir. bu ulke bitmistir. gecmis olsun.

  • kendisiyle 2 yıl önce 2-3 kere aynı masada bulunmuştum. o zamanlarda kaç tane arabayı haşat ettiğiyle, istediğimi yaparım kimse birşey diyemez havasıyla konuşuyordu. sonradan sinan çetinin oğlu olduğunu öğrendim ki onu da kendi babasının çalışanların çoğunu minimum maaşla çalıştırdığını gururla anlatarak ve bunun şark kurnazlığı değil ticari zeka olarak gördüğünü söylüyordu.

    o zamanlar kendisiyle tanışma sebebim bir arkadaşımla olan muhabbetleriydi. daha sonra arkadaşımla aralarındaki şeyi bitirmişler. sebep ise rüzgar çetinin arabayı manyak gibi kullanması, arkadaşımın korkuyorum, düzgün kullan demesi üzerine kavga etmeleri ve en sonunda kendisine hakaret etmesi olmuş.

    haşat ettiği arabalarla, ve babasının insanları az maaşla çalışmaya zorlamasıyla övünen biri için hiç üzülmüyorum açıkçası. keşke hayatını kaybeden polis emniyet kemerini taksaydı da çocuklarını babasız bırakmasaydı. zira bazılarının babaları çok güçlü, onlara birşey olmuyor.

  • marketteki 7 yaşında bi kızın, 3-4 yaşlarındaki kardeşinin elinden tutup "gel elimi tut düşme" demesi..
    diş fırçalarına baka baka ağladım ahahsgd deliricem kız olmak çok zor

  • bütün dünyada makedon basketbolu denildiği zaman akıllara bo mccalebb geliyor olabilir... elbette türkiye hariç. sabaha karşı yayınlanan nba maçlarından bile önce perşembe geceleri efes pilsen'in deplasman maçları banttan verilirdi. yayın akışı ne kadar uzuyorsa o kadar geç verilirdi. ertesi gün okulu olan ben, ev halkını uyandırmamak için televizyona yarım metre mesafeye gelir oturur, çoktan bitmiş fakat skorunu bilmediğim efes pilsen maçlarını izlerdim. naumoski'ye olan güvenim tamdı ve o bu güvenin hakkını verirdi. bencil oynuyordu, topu elinde tutuyordu diyenlere itibar etmeyin zira işin aslı öyle değildi. efes pilsen o dönem çok kısıtlı bir rotasyonla oynuyor ve üst düzey alan savunması yapıyordu. kısıtlı rotasyon derken; 5.5 bilemedin 6.. alan savunması ise bütün avrupa'da namı yayılan korkutucu bir savunmaydı. smaç yüzdesi yüzde 47 olan tamer oyguç, ortayı kapatır, diğer oyuncular dört dönerdi. hal böyle olunca efes pilsen ister istemez tempo yapmaktan kaçınırdı. beş kişiyle oynuyorsunuz ve sert savunma yapıyorsunuz haliyle koşmak bir alternatif dahi değildi. naumoski, otuz saniyenin yirmisinde topu yere sektirir sonra hareketine başlardı. böylece biraz önce savunmada yorulan takım arkadaşları yeni savunma için dinlenmiş olurlardı. riskli işlere girmez, top kaybı yapmaz takımını haybeye geri koşturup temponun artmasına izin vermezdi. mecburiyetin yan etkileriydi efes pilsen'deki oyun karakteri.. italya'ya gittiği zaman farklı sistemle orada da başarılı olmuştu. yirmi saniye top sektirdikten sonra yaptığı hücumlar, atıtğı üçlükler... rüya gibiydi. o'nun yaptıkları sayesinde maçlar banttan yayınlanmamaya başladı. efes pilsen deplasmanda oynuyorsa türkiye kitleniyordu, efes pilsen istanbul'da oynuyorsa boş yer bulunamıyordu.

    yedi numaralı formasıyla terini silen, elleri titremeden üçlük atan, sonsuz güven veren büyük bir oyuncuydu. bu ülke basketbolu sevdiyse, murat murathanoğlu iyi akşamlar basketbol severler dediği zaman iyi akşamlar diye cevap veren bir kitle oluştuysa, insanlar çocuklarını basket takımlarına yollamaya başladıysa sebebi bu adamdır.

  • isveç'te refah devletinin düzgün işlemesini sağlayan kültür.

    isveçli bir zengin lagom kültürü sebebiyle her ne kadar zengin olsa da amerikan rap şarkıcıları veya hint rajaları gibi görgüsüz yaşamaz, bu yüzden fazla para harcamaya da ihtiyaç duymaz ve "niye ben vergi veriyorum da o işsizlik maaşı alıyor? o para benim hakkım" demez. isveçli bir yoksul da lagom kültürü sebebiyle devlet yardımlarından ideal bir şekilde faydalanır, devletten daha fazla yardım beklemez.

    günümüzde isveçlilerin lagom'dan uzaklaşması, lagom'dan bihaber göçmenler, globalizm gibi faktörler sebebiyle lagom görünür bir şekilde etkisini yitirse de izleri hâlâ isveç kültüründe bulunur.

  • 90's en çok o dönemde çocuk olanlara güzeldi. bunu birine anlatmak çok zor, zira 2020's de kendisinden sonraki nesillere bunu anlatamayacaktır. herkesin yazdığı gibi; çocuktuk, sokaklarda oynayan, herkesi tanıyan, tek endişemiz; annenin pencereye çıkıp, '' çabuk eve gel yeter çocuğum '' demesi olan dönemler. oyun oynarken sabit kalmayan çocuklardık, ahmet'lerin evin önünde bir başlardık, akşama doğru 3 km ilerlemişiz. sabit duramayan çocuklar, asla koyduğunuz yerde bulamazdınız ama yine de endişeye mahal yok. çünkü mahalle diye bir şey vardı, tüm çocuklar herkesindi. karnı acıktı mı, tüm çocuklara bir anne bakardı. genelde salçalı ekmek ile tüm çocukları doyurmayı bilen bir anne. o da çocuklar artık oyun oynarken kimin kapısına denk geldiyse, o günün şanslı annesi o olurdu.
    şimdiki çocuklarda inanılmaz bir dikkat bozukluğu var, misal mahallede 30 çocuk varsa hiç biri aynı şeyi sevmiyor, hiç birinin zevki diğerine uymuyor, birinin yediğini diğeri yemiyor. en önemlisi, okul dışında bir araya gelmiyorlar. biz pazar sabahı erkenden kalkıp o da varsa, trt'de aynı çizgi filme bakardık, hepimiz varyemez amcayı bilirdik, onu konuşurduk, onu severdik. şimdi milyon tane çizgi film kanalı var, bir çocuğun bildiğini bir milyon çocuk bilmiyor. bu çocuk duygularını kiminle paylaşabilir ki!
    biz tarkan'nın şarkılarını dinlerdik, ( ya da en fazla bir iki kişi daha ) herkes onu bilirdi, aynı şarkıya oynar, aynı şarkıya hüzünlenirdik. hepimizin hayali de benzerdi, duygu durumu da benzerdi, aşkları da benzerdi, çocukluğu da benzerdi. şimdi bir sürü şarkıcı ve bir sürü tanınmayan, bilinmeyen şarkılar... herkesin duygu durumu farklı ve ortak noktada buluşmak o kadar zor... ortak noktada buluşmak imkansız ise olan şey şu; birbirine güvenemeyen, dertleşemeyen, anlaşamayan, empati kuramayan, birey olduğu farz edilen ama yalnız insanlar... ortak nokta yoksa ve bağ kurulamıyorsa, bir şeyi sevmek de o kadar zor olur. çünkü birbirlerini tanımıyorlar, merak da etmiyorlar.
    '' peki, farklılar iyi değil mi ?'' diye sorabiliriz. evet farklılıklar her zaman güzeldir ama dezavantajları da insana dokunuyorsa, onları sindirmeden yaşamanın da kişileri kötü etkilediğini görebiliriz. konu burada farklıların olması değil, kişilerin ortak nokta bulup bağ kuramaması ile alakalı.
    90'lar emek harcanan dönemlerdi. navigasyonsuz adresleri bulurduk, neredeyse sevdiğimiz herkesin telefonunu ezbere bilirdik, herkesin ailesini tanırdık, çarşıda, bakkalda, sokakta hepsine denk gelirdik. komşu komşuyu bilirdi, arkadaş arkadaşı. ilgilenir, derdi ile ortak olurdu. bu paragraf için erich fromm sevme sanatı kitabında şöyle der; sevginin temel öğeleri etkin ilgi ve emek, sorumluluk, saygı ve bilgidir. yani şartlar insanların birbiri ile ilgilenmesini sağladı. dikkatlerini dağıtacak çok az şey vardı ve teknoloji gelişmediği için de herkesin birbiri hakkında ezberlediği, öğrendiği de çok şey vardı. şimdi ise sadece en yakın arkadaşımın telefonunu ezbere biliyorum. o da çok kolay olduğu için... yani bir insana karşı pişmeden, emek harcamadan onu da sevemezsin.

    yukarıdaki entrylerde 90's için siyasi iklimin bugünden daha kötü olduğu, insanların neyini özlediği vs... yazıyor. evet çok doğru, 90's siyasi olarak karanlık, aydınlatılması da belki 90 sene sürecek kadar kötü siyasi gelişmeler doğurmuş bir dönemdi. ama bu ülkenin rahat geçen bir on senesi zaten yoktu. 80's den sonra muhtemelen 90'lar günlük güneşlik gelmiştir. insanlar alışık oldukları için, bir şekilde hayatlarına bakmaya da devam ettiler. yokluğa rağmen bağ kurmaya ve var olmaya devam ettiler. çünkü yokluk, herkes için yokluktu. o yüzden o dönemin siyasi ortamı bu konu açıklamaya yetmez.