• dokuz yıl önce soğuk bir bayram tatiliydi. her fırsatta kaçtığım yer olan köye, dedemin yanına gitmiştim. tatilimin son günü, evde yalnız kaldığımız bir anda dedem bana seslendi. koştum gittim, "gel dedi, yanıma otur" oturdum. kolunu attı, sarıldı, iki damla yaş düştü gözlerinden. şaşırmıştım. çerkes ihtiyarları sert olur. sert adamdı benim dedem de. neredeyse altmış yıl aynı yastığa baş koyduğu babaannem öldüğü gün bile tek damla gözyaşı görmedim ben bu adamın gözlerinde. bana yakında öleceğini, bir daha görüşemeyeceğimizi söyleyerek vedalaştı ve helalleşti benimle. o an tek düşündüğüm şey dedemin bunamaya başladığıydı ama çok geçmeden ölüm haberini aldım. ölürken bile kendini bozmadan öldü. durup dururken " oğluma (babama) haber verin, ben ölüyorum" demiş, yatmış ve ölmüş. bir daha asla ne bir bayramın tadı oldu eskisi gibi, ne de köyün. evin direği yok o öldüğünden beri ve kimse yıl 1934, ağustosunun 26'sı diye başlayan hikayeler anlatmadı bir daha. ve eminim ki dünyada bir kez daha bu kadar saygı duyacağım bir insan olmayacak.
  • memleketi terk ettim diye çok kızmıştı bana ama yine de belli etmemeye çalışıyordu. kariyerim öyle mi denk geldi bilmiyorum önce tank motorlarına çalıştım sonra uçak motorlarına en son ramjet motoruna.

    ne zaman yanına gelsem bana motorları anlattırırdı. uzun uzun dinlerdi. bunları öğreniyorsun memlekete gelince anlat bunları kendine saklama derdi. az önce ölüm haberini aldım. aslında 2-3 haftadır bekliyordum. hasta yatağında görüntülü aradığımda bile amcanla babana yük oluyorum oğlum diye üzülüyordu.

    çocukken çok vakit geçirmişseniz daha da ağır oluyor. alışmak ya da kabullenmek çok zor. babamın hışmından yanına kaçardım küçükken sonra büyüdükçe ne zaman istanbul'a gitsem baklava alıp giderdim yanına. iett'den emekli motor ustasıydı, çok kibar insandı dedem. insan bazen sessiz ve karanlık bir odada ağlayarak acısını yaşamak istiyor sadece.
  • dedemden bahsederken ağlamamayı yeni yeni başarıyorum, şu an bile burnumun ucuna bir karıncalanma hücum etmiş olabilir.

    dün 4 yıl oldu, spoiler vereceğim, kabullenilmiyor. kabullenemedim. ilk başlarda daha kafam gidikti, mesela ölümünden 4 ay sonra bir yaz günü koşa koşa eve gelip dedemi çağırmadan önce yemekleri ısıtmak için ocağa koymuştum ki, altlarını yakmaya çalışırken dedemin öldüğünü hatırlayıp ocağın başında sonsuz bir zaman dikili kaldım.
    çok iyi adamdı benim dedem, sizinle sokakta yürüsek ve bizi görse hemen yanımıza gelip bize dondurma alırdı, kim bilir belki alt kattaki kuru temizlemecinin çırağı olsanız bir gün kafanıza dedemin "evde yerim" diye eve götürdüğü ama yemediği, annemden korkusuna çöpe de atamadığı için camdan aşağı attığı şeftali ya da karnıyarık isabet edebilirdi. öyle cömert adamdı. hiç unutmam yine marie antoinette gibi yaşadığım bir ayın sonunda meteliksiz kalıp "dede bana 50 lira ver, 2 gün sonra maaş alınca ödeyeceğim" demiştim. çünkü anama babama gidemem ve tutumluluk üzerine bir nutuk dinleyemem ama har vurup harman savurma konusunda bir ekol olan dedeme giderim. iki gün sonra 50 lirayı verdim, elinde evirdi çevirdi, hayatında ilk kez para görüyormuş gibi uzun uzun inceledikten sonra cebinden çıkardığı 1 tl'yi 50 liraya sararak isabet ettiği yeri morartsın diye bana geri fırlattı.

    alışılmıyor. 2-3 ay önce annem gelip "bugün dedenin mezarına gittik" dediğinde kendime çay koyuyordum, çok sıradan bir tavırla "aaa öyle mi, ne yapıyormuş?" diye sordum. çünkü dedem şu an yaşıyorum diye etrafta gezen binlerce kişiden hâlâ daha canlı, daha yaşıyor, benim zihnimde ölemiyor.
    babamın babası ben doğmadan önce ölmüş, babaannem sanıyorum sarışın olmadığım için benden pek hazetmezdi, anneannem "melaike" bir insandı mesela, ben 12 yaşındayken, dilay doğmadan 6 gün önce ölmeseydi ne iyiydi, güzel kokusunu hala hatırlarım. ama dedem oradaydı, 5 yaşındayken teyzemle anneannemin çokokremi kaşıklayarak yememi engellemesini önlüyor, 13-14 yaşındayken kuzenlerimle beni boğaz turuna götürüp hepimizden hızlı yürüyor, dondurma alarak tüm arkadaşlarımın sempatisini kazanıyor, 24 yaşındayken birlikte asi dizisini takip ediyoruz çünkü tuba büyüküstün'ü çok beğeniyor, 25 yaşındayken "dede kahvedekiler seni sordu, amca hacca gitti galiba dediler" dediğimiz için kardeşimle bana "hiç çıkmıyor deseydiniz!" diye bağırıp çıkıp gidiyor, yaşlanmaktan nefret ediyor, "dede kaç yaşındasın 90 var mısın" diyince "doksanbeşşşş" diye bağırıyor ve bizimle konuşmuyor, bu sırada sürekli ankara'ya birkaç eski evinden alamadığı kiraları almaya gidip avukatlara kiraların toplamını geçen paralar veriyor, ömrünün son 3 ayı boyunca sadece keşkül yiyerek hayatta kalıyor, kendisinin bu alemdeki 80. yılında, benimse 27. yılımda dedem bektaşilerin deyimiyle "yürüyor".

    çoğunluğun dümdüzlük timsali olduğu buralarda, dünyadaki en nevi şahsına münhasır adamı, seni çok özlüyorum dedeciğim. keşke gitmeseydin, ben seninle cesur ve güzel'e de bakardım.
  • bir devrin kapanmasi. buyuk bir cinarin devrilmesi gibidir. cocukluk donemini dedelerinin yaninda geciren, benim gibi insanlar icin saf acidir. baska tanimi, izahi yoktur. babanizla beraber sessizce aglayip, hüzünlenmenize, bir yandan dedenizle gecirdiginiz o masum günleri dü$ünürken, o yillari, anlari tekar tekrar ya$arken, babaniza bakip, üzerindeki kirkbe$ yilin sonrasinda gelen kaybin verdigi izdirabi ölcersiniz. hem dedenize, hem babaniza aglarsiniz caktirmadan.

    cocukluk yillarinin en buyuk kabusudur dedenin ölmesi. henüz ölümleri idrak edemediginiz zamanlarinizda basit hesaplar yaparsiniz dedenizin olumu uzerine. kendi adima, dedemin be$ ya$ büyük abisi yasiyor, dedemin de az be$ yili vardirlarla gecirdim cocuklugumu. ölenlere baktim, kendi dedemin ölüm tarihini hesapladim ve babamin diger olumlere karsi olan soguk tutumundan dolayi dedemin olumu karsisinda babamin yasinda olmak icin hep dua ettim. $imdi yaslar usul birakiyor kendini sogukca. acinin, saf acinin hissedilisinin hickiriklarla dogru orantida olmadigini da ögrenmi$ oldum.

    en acisi ise, dedenin yasarken ölmesidir. bilincinin sizi - günde lafi dondurup dolastirip en az bes kere getirdigi sizi- tanimamasina kadar ulasan bir hafiza kaybi yasarlar. o gördügünüz adam, bütün ailenin üzerinde olan artik cocuk gibi olmustur. arada bir taniyabildigi sizden anlamsizca cakmak getirmenizi ister, baka kalirsiniz. dedeniz ölmü$tür, resmiyet kazanmasini beklersiniz aglamak icin.

    hani su vardir, karakterinizi olusturan yapi cocukluk zamanlarinda verilen sevgiyle direk baglantilidir. ve bilirsiniz, dedeniz, sizin mimarinizdir da ayni zamanda ve onun ölmesi, özünüzden bir parcanin kaybidir aslinda ve bu yuzden sizden bagimsiz vucudunuzun tepki verdigi bir acidir. saf acidir..
  • hiç bir ölümün geç olmadığını hatırlatan olay. deden iki apartman ötede oturuyordur ve sen tembellikten aylardır evine gitmemişsindir. bir akşam eve gelen telefonla öldüğünü haber verdiklerinde kendine küfretmekten başka yapacak bir şey olmadığını anlarsın. çok geçtir. toprağın altındadır artık. üstelik orada olmasına sen de yardımcı olmuşsundur. değerini bilemediğin bir şey daha elinden gitmiştir.
    (bkz: ağlarken entry girmek)
  • artik...geceleri tv seyrederken leblebi getiren kimse yok. usuyunce yelegini odunc alacagim kimse yok. keyfi yerinde olunca 'ver bi sigara' deyip icine cekmeden puf puf icen sevimli adam yok. her secim zamani neden chp'ye oy vermemiz gerektigi konusunu uzuun uzun anlatan biri yok. gunesin batisina grub, haberlere ajans diyen biri yok. her gordugunde kucagini acan biri yok. alisverise gidince iyi domates secmenin kurallarini anlatacak biri yok. denize girince beni kirmamak icin dalarak bacaklarinin arasindan gecmeme izin veren biri yok. daha iyi goren sol gozu ile sol seritteki refujleri takip ederek saatte 50km ile araba kullandigi icin arkadaki arabalarin surekli selektor yaktigi sofor yok. sokakta orda burda her gordugune gururla 'bu benim torunum' diyen biri yok. her seferinde 'isin nasil, aman isteki insanlarla arani iyi tut' diye ogut veren kimse yok. incecik elli o zarif adam yok. 50 yillik buyuk aski babaannem oldugunde zaten olmustu dedem. oldugunde yaninda olamadigima, cenazesine bile gidemeyecek kadar uzaklarda olduguma mi yansam, henuz mezarina gidecek cesareti bulamama mi...
  • bir devrin kapanmasına işaret eder.
    her ölüm erkendir de, insan dedesine ölümü hiç konduramaz.
    hep ailenin başında olacakmış gibi, tekrar dinlediğinizi istemsiz biçimde hissettirdiğiniz için kimi zaman yarım bıraktığı aynı hikayeleri ellinci kez aynı şevkle ve neşeyle anlatacakmış gibi gelir.
    sabredip bir kez daha aynı hikayeyi dinlesen ölür müydün be akıncıbeyi? bak, artık anlatacak bir deden kalmadı...

    ________________________________________________________

    yazdıklarımın yukarıdaki bölümü kenarda bekliyordu. ancak beni tatmin etmediğini fark ettim. dedemi hayli trajik bir şekilde kaybettim. oldukça kişisel ve kolay üzülen arkadaşları olumsuz etkileyebilecek bir öykü var dedemin ölümünün ardında. müsadenizle paylaşacağım.

    3 ay kadar önce yoğun karın ağrısı ve yeme düzensizliği ile dedemi hastaneye kaldırdık. yapılan uzun süreli ve ayrıntılı tetkikler sonucunda lenfoma kanseri olduğu ortaya çıktı. üstelik 2 yıldır sürekli doktor doktor gezmemize rağmen bu oluşum fark edilmemiş ve metastaz yaparak karın boşluğu, pankreas ve kemik iliklerine de sıçramıştı.

    doktorunun isteği ile bu durumu kendisine söylemedik. 80 yaşında bir insana "kanserle mücadele et!", "haydi, yapabilirsin!" demenin pek faydası olmayacağı düşüncesindeydi doktorumuz. şahsi düşüncem de bu yönde. nihayetinde, doktorumuzun tavsiyesiyle dedeme ağır bir ülser yarası olduğu, bunun kansere dönüşmemesi için kemoterapi görmesi gerektiği yalanını söyledik.

    dedem bir kaza sonucunda reo altında kalan bir askeri kurtarmak için şoföre manevra yaptırırken kendisi de aynı aracın altında kaldığı için ağır iç kanama geçirmiş, iç organ kaybetmiş ve sonrasında da malülen emekliye ayrılmış bir istihkam astsubayıydı.

    türk silahlı kuvvetleri, sanat enstitüsü mezunu böylesine yetişmiş bir personeli kaybetmek istemediğinden, 1 yıl yatıp sayısız ameliyatlar geçirdikten sonra çıktığı hastanede iken kendisine sivil memur olmak isteyip istemeyeceğini sormuş. dedem de onur duyacağını söyleyerek astsubay olarak başladığı hayata sivil memur olarak yine türk silahlı kuvvetleri'nde devam etmiş. en sonunda da kara kuvvetleri komutanlığı karargahından ikinci kez emekli olmuş.

    varmak istediğim nokta, dedem cahil bir insan değildi ve kemoterapi gören bir kişinin ülser olamayacağını biliyordu. dönüp de baktığımda biz onu idare ettiğimizi sanırken aslında onun bizi idare ettiğini, masum yalanımızı bizi üzmemek adına yutmuş göründüğünü düşünüyorum.

    kemoterapi süreci hayli sancılı oldu. istanbul'da yaşayan annem gelip dedemlere yerleşti. ankara'da yaşayan dayım, yengem, teyzem, eniştem sürekli koşuşturmaktaydılar. sorun midede olduğu için yemek yemekte çok zorlanan dedem serumlarla ve sıvı vitaminli mamalarla ayakta tutuldu. ancak koca çınara bu durum çok ağır geliyordu. kaçınılmaz bir şekilde içine girdiği depresyon son zamanlarda iyice ağırlaşmış, dedem hayata dair her şeyden elini eteğini çekmişti. gazete okumuyor, televizyon izlemiyor, fenerbahçe'yi bile sormuyordu.

    geceleri sessiz sessiz ağlamaları başlamıştı. başında kalan, annem, dayım, teyzem, yengem veya eniştem oluyor, dedemin bu hali onları da depresyona sokuyordu. ancak, allahı var, hepsi mükemmel rol yaptılar, hepimiz mükemmel rol yaptık. dedemin yanında asla umutsuz laflar etmedik, hep geleceğe dair konuştuk. sonradan dayımın söylediğine göre doktoru 6 aydan kısa bir süresi kaldığını söylemişti ama yine de biz umudu sürdürdük. ailemizin temel direği bizi hep ona destek olurken hatırlasın istedik.

    üçüncü kemoterapi kürünü aldığında vücut ağırlığının %25'inden fazlasını kaybetmişti. yemek yemesi daha iyi durumdaydı ama kilo aldıramıyorduk. kemoterapi sonrasında ortaya çıkacak sıkıntıları atlatabilmesi için mutlaka bol miktarda su içmesi gerekiyordu ama çok istemesine rağmen içmeyi başaramıyor, ısrar ettiğimizde midesinin kaldıramadığını söylüyordu. o dönemde belki kullandığı xanax'ın da etkisiyle halusinasyonlar görmeye başladı. 20 gün kadar önce anneme ve dayıma "beni çağırıyorlar" dediğini ben sonradan öğrendim. bir kaç kere de yattığı odadaki cama doğru gidip hamle yapmaya kalkışmış, ancak annem, dayım ve kendisi de alzheimer hastası olan anneannem engellemişler. bu noktadan itibaren yattığı odada 24 saat usulü nöbete başlandı. nedense kendisinden hep gece bir delilik yapması bekleniyordu.

    ancak geçtiğimiz cuma günü (14 kasım 2008) dedem, gündüz vakti, saat 12 sularında anneannemin bir dakikalığına mutfağa gitmesini fırsat bilip salonunun camını açmış ve dördüncü kattan aşağıya düşmüş... veyahut atlamış.

    atladı mı, yoksa yoğun bir şekilde yaşadığı tansiyon düşüklüğü o anda kendisini mi buldu da bilincini kaybedip düştü bilemiyoruz, ama sonuçta 4 kat süren bir uçuş sonrası dedem beton zemine çakılmış ve oracıkta canını teslim etmiş.

    akabinde karşı apartmandan yerde yaşlı bir adamın yattığını görenlerin yan komşuya haber vermeleri, onun gelip bizimkilere durumu aktarması, annemin, anneannemin ve yengemin uçarcasına merdivenlerden inmeleri ve yerde kanlar içinde yatan dedemi görmeleri... buradan sonrasını anlatmak çok zor... ambulanslar, acil servis, dayımı alıp mesaiden uçarak hastaneye gitmem ve acilde sinir krizi geçiren annemi toparlamaya çalışmam, başaramayıp tavsiye edilmemesine rağmen sakinleştirici bir iğne yaptırtmam...

    olay sonrasında özellikle o anda evde olan üç kişide sürekli bir kendini suçlama hali...
    anneannemde baş gösteren "ben de kendimi atacağım" söylemleri...
    duyarsız komşuların ağzında sakız olan "intihar eden dede" lafları...

    bu durum ailemiz için çok büyük bir travma oldu. özellikle dedemi yerde kanlar için yatar halde gören annem, anneannem ve yengemi nasıl toparlayacağımızı bilemiyorum. pazartesi gününden itibaren psikolojik yardım almaya başladık. ancak acı henüz çok taze olduğu için henüz bir farkını görebilmiş değiliz. nihayetinde anti-depresan yazmaktan öteye gidebilen bir psikiyatrist olmadı.

    çok uzadı, farkındayım... ancak biraz da kişisel tarihçeme not düşmek istedim. bunlar unutulsun istemiyorum. acı geçecek ama sızı hep kalacak.

    karmakarışık duygular içindeyim.
    eğer düştüyse kısa bir süre sonra başlıyacak tarifsiz ağrı ve acılardan kurtulduğu için dedem adına seviniyorum.
    eğer atladı ise de bu müthiş cesaret isteyen kararına saygı duymaktan başka elimden gelen bir şey yok. intihar son derece kişisel bir karşı koyuş, hayat ve acılara son derece kişisel bir "siktir" çekiş. insanın en temel güdüsü olan yaşama isteğine böylesine cesaret dolu bir şekilde karşı gelebilmek bence yürek ister. dedemde de bu yürek varmış... ancak bu düşüncemi da kimseyle paylaşamıyorum çünkü intiharı yücelttiğimi düşünerek kendileri de aynı yolu seçmeye yeltenebilecek derecede travma geçirmiş aile bireylerim var artık...

    sonuç olarak tek dileğim, dedemin hayatının son döneminde bulamadığı huzuru artık bulabilmiş olması.
    zaman herşeyin ilacı ve ben olaydan 6 gün sonra bunu fark edebilecek düzeye gelmiş bulunuyorum... acı ve hüzün yavaş yavaş geçiyor...

    dedemden geriye, elli kez anlattığı komik anıları; terbiye sınırlarından dışarı asla çıkmayan fıkraları; eşine, bütün çocuklarına, bütün torunlarına, tanıdığı-tanımadığı herkese hala "siz" diye hitap etmesi; o eski istanbul beyefendisi tavırları ve daimi kibarlığı; kemoterapiye giderken bile pijama giymeyi reddedip üzerinden çıkarmadığı takım elbisesi; sürekli eleştirse de canı gibi sevdiği fenerbahçesi; atatürk ve türk silahlı kuvvetleri sevgisi; her yaz tatilinde yanına kalmaya gittiğimizde ablamı ve beni önce anıtkabire sonra gençlik parkına götürmesi; salata yaparken kestiği salatalık uçlarını bizi güldürmek için alnına yapıştırması; braun marka 1970 model makinesiyle traş olurken yanına gittiğimde makinenin yan tarafını yanaklarıma sürterek "traş olduğuna göre sen de artık erkek oldun" diyerek gülmesi; beraber geçirilen 1980 dönemi yılbaşı gecelerinde ne yapıp edip masaya gelmesini sağladığı yerli anamur muzları; ben hala beceremezken şu yaşında iddaa oynamayı öğrenip her hafta kupon yapması kalıyor... ve bu anılar onu hatırlayıp gülümsememi sağlayabiliyor.

    çok güzel bir insandın, nur içinde yat dedeciğim...
  • çocukluğa dair son hatıraların yaşadığımız dünyanın üzerinden eksilip, ellerimizle bir mezara konulup üzerinin örtülmesidir.

    dedemin öldüğünü öğreneli henüz yirmi dört saat olmadı. zaten o kadar hızlı oldu ki her şey. hala artık olmayışını anlayabilmiş değilim. hem telefonlar böyle haberleri neden en olmayacak saatlerde çalarak haber verir ki? sabahın 6:30'unda kardeşim beni neden iki kere arasındı?

    açmadım o telefonu. neden çaldığını bile bile açmadım. uyandırmak için dört kere daha aradılar. hiç birini açmadım. doğruldum, derin bir nefes aldım. haberi duymaya kendimi hazır hissediyorum galiba dedim. öyle aradım. o kadar da hazır değilmişim sanırım.

    dedem ilk defa ölmedi ki benim. niye bu kadar zor olmalıydı?

    dizine yatıp "vallahi bu sefer uyumayacağım!" deyip tırnakları sırtımı ince ince çizerken usulca uyuyakaldığım, ilk saatimi ellerinden alıp güzel bir saatin inceliklerini öğrendiğim, henüz evlendiğim eşime "hanım" diye seslenme sebebim, en kıymetli torun olmanın getirdiği mutluluğu iki gün öncesine kadar hissetme sebebim.

    babamın babasının gidişine bu kadar içerlememiştim, hayır. nedense korkmuştum büyükbabamdan o zaman.

    nişanlandıktan sonra yanına koşa koşa gittiğim dedemi nasıl bıraktıysam öyle buldum yine. başkası değil, dedemdi taşın üstüne yatırdığım. izmirli bir kızla yanına geldiğimi duyduğunda başladığı gibi;

    izmir'in kavakları
    dökülür yaprakları
    biz de kırıkkaleli derler
    öyle de delikanlıyız biz

    alzheimer idi dedem. herkesi unutsa da beni unutmayan dedem, beni bile unutur olmuştu artık. gün geçtikçe ufak bir çocuğa döndü. "sen kimin oğluydun?" sorusuna cevap vermeye hiç üşenmedim. bir kaç dakika ara ile gelen sorulara her seferinde aynı sabırla cevap verdim. "delikanlılığı öğrettiğin torununum ben dede!" diye diye hatırlattım kendimi.

    iki gün önce arayıp da "dedem yarın ölecekmiş gibi konuşmayın!" diye kızdığım annemin "babam! yaşlandın artık çok üzülmem diyordum, öyle değilmiş!" diye feryat etmesine sarsıldım.

    evlendiğim gün dönüp de babama "sen olmasan ben ne bok yerdim, eksik olma başımızdan" diye ağladığım geldi aklıma. gasilhanede döndüm babama sordum "nasıl dayandın babanın ölmesine?" diye. "doğan, ölüyor oğlum." deyiverdi.

    dedem değildi de sanki babamdı taşa yatırıp yıkadığım. başı incinmesin diye taşa güzelce kafasını yerleştirdiğim. imamın elinden düşen kapağa irkilip "lan canı yanacak!" diye paniklediğim.

    hep sevdiğim gibi başını sevdim. yıkadım, sabunladım, temizledim. hep sevdiğim gibi okşadım, tuttum ellerini.

    imam bolca sıktı galiba. gül kokusu duyarak indirdim mezarına vasiyet ettiği gibi. alnım hala acıyor. sessizce ağlamaktan mı acaba? otuz üç yaşımı bitirmiş, dokuz tane ameliyat olmuş bedenime ikinci defa ağrı kesici içme ihtiyacı hissettim.

    dedim ya; çocukluğumun en güzel hatıralarını bıraktım galiba o mezara.

    yetişkin olmayı o kadar da istemiyordum aslında.

    sıralı ölümlere o kadar da hazır değilim ben. "doğan, ölüyor." tamam da. ben o sıranın gelişinden çok korkuyorum.

    sen ufacık çocukken kaybettiğin anneciğine, pek sevdiğin ağabeyine, ismini sayıkladığın memleketine kavuştun dedeciğim.

    mezarın başından sesin kulağımda ayrıldım. sana da döndüm mırıldandım.

    izmirin kavakları
    dökülür yaprakları
    bize de kırıkkaleli derler
    öyle de delikanlıyız biz

    nur içinde yat. güle güle.
  • zihninizin gizli köselerinde duran hatiralar bazen bir davetiye beklermis gibi birden su üstüne çikip size biz buradayiz, hep seninleyiz, hep içindeyiz derler.

    1983.

    dede 2-3 senedir hastadir. sindirim sistemi göçmüs, bagirsak, mide hiç bir sey çalisir vaziyette degildir. ancak can’dir, yasatilan, yasatilmak için ugrasilan. 80’li yillar teknolojisine sahip modern hastanelerde bakilmaktadir. gelenler gidenler, yurtdisindan getirilen ilaçlar... bagirsak disari alinmistir, torbali bir sistemle yasamaktadir. gün geçtikçe zayiflamakta ancak nesesinden, bizlere destek çikmasindan bir sey kaybetmemektedir. siz esek sipasisinizdir ve degismeyeceksinizdir. dede adam olmaz bu der devamli, siz düsünürsünüz neden ama ama.. neden adam olmayayim diye. ilerki zamanlarda da kendi kendinize sorarsiniz, adam oldum mu acaba ben diye, kendinizi 80’lerden gelen bu sözle ölçmeye çalisirsiniz. umrunuzda midir bilinmez.

    dedenin durumu agirlasinca hastane der ki artik evde bakin. siz, bilinçsiz, mutlusunuzdur, dede evdedir, anne evdedir, anneanne evdedir, herkes hatta ayni evdedir. sabahlari sizi okula yollarlar ve neler olup bittigini anlamazsiniz, gelirsiniz, vakit geçirirsiniz. dedeye ara ara gidersiniz, artik hastadir bunu bilirsiniz, “dede gel güreselim, beni sirtinda gezdir hadiii” diyemezsiniz, çünkü torbasi vardir, torbasi olmasa bile yatmaktadir. hemsireler gelir belli saatlerde, bazen siz de gidip bakarsiniz nasil igne oluyor dedem, cani yaniyor mu diye yüzünü dikkatle incelersiniz, zamanla ignenin degisik yerlere yapildigini görürsünüz, ama neden ayagindan igne yapiyorlar ki daha önce hiç görmemistim dersiniz. bilemezsiniz ki damarlarin zamanla çekildigini. torbaya açilan bagirsak ucuna bakarsiniz, hmm benim de içimde bundan var mi diye meraklanirsiniz. dedenin basucunda bir kitap vardir, psikopat bir kitaptir: bir çöp bidonu ve içine tersten girmis bir adam, ayaklari disarda. bunu düsünüp durursunuz, dedem neden çöp tenekesine bakar diye. dede zaman zaman annesini sorar size de, “annem... nimet hanim nasillar?” der. size esek sipasi, it kirigi diyen adamin annesine bu kadar saygili davranmasina gizliden hayran kalirsiniz. *

    siradan bir gün siz okuldan dönersiniz, annenizin bir arkadasi karsilar sizi. gel hadi bize gidelim diye. uysal, tabi dersiniz, seversiniz o ablayi, güzel kurabiye yapmaktadir. aksam eve geldiginizde dedenin odasina gidersiniz, bostur yatak. “anne nerede dedem?” “hemsire onu hastaneye götürdü” der anneniz. mecbur inanirsiniz. sabaha kadar otururlar onlar, siz uyursunuz, sabah annenizi ayni kiyafetle görürsünüz, hafif gözler sisik. “dedem nasilmis?” sorusuna bir seyler gevelerler agizlarindan. anneniz bir daha paça çorbasi* içmez. sizi okula yollamazlar o gün. camiye gidilir, birileri bir seyler söyler, anneanneniz avucunuza dedenizin resmini koyar ama dedeniz yoktur piyasada hiç. yesil bir kutu vardir sadece. kadinlarin basi kapanmistir, hafif hiçkirirlar. çiçekler gelir, normalden farkli bir araba. yüklerler oraya yesil kutuyu, sizinkiler de takip ederler onu. arada bir sürü olay olur, birileri bir yerlere kosturur, siz izleyemezsiniz, resim avucunuzda islanmis, burusmustur. aksam eve gidilince bir sürü kalabalik karsilar sizi. kadinlar bir yerde, erkekler baska yerde. dualar okunup durur, ikram ikram... eline tencereyi kapan solugu anneannenizin evinde alir. sosyaldir o vakitler yasam. artik yemeksepeti com’dan ismarlanir yemekler. ve yasam akar gider böyle, siz bir daha dedenizi göremezsiniz, hemsire onu bir daha hiç salmaz hastaneden.

    ilerde “aujourd’hui maman est morte” cümlesini okuyup öyle sade, öyle aleni, öyle reel bir cümle duydugunuzda hep kaybettikleriniz ya da kaybedecekleriniz gelecektir akliniza. bu kadar basit, gitti, öldü, soldu, bir yasama sigdirilanlarin bir cümle ile sonlanmasi.

    konusmaya ihtiyacim vardi, gitmemenizi tercih ederdim dersiniz sonra**...
  • insana birini daha goremeyecek, konusamayacak olmanin nasil birsey olacagini hatirlatan, dede seviliyorsa, cok buyuk aci veren bir hadise.
hesabın var mı? giriş yap