1 entry daha
  • lied bir form değil tiptir, janrdır, üsluptur. yapısı fludur. daha iyi anlaşılması için karşı örnekle açıklayayım: rondo. rondo’da yapı nettir. muhakkak birbirine zıt iki parça, kuple vardır. a ve b diyelim bunlara. rondo’nun primitif hali a-b-a formundadır. zamanla bu değişmiştir, gelişmiştir. a-b-a-c-a olmuştur mesela. meşhur örneği beethoven’in für elise’sidir. biçimi dışında tonal yapısı da bellidir. yani şunu demek istiyorum rondo, sarabande, sonat gibi terimler formdur ancak lied bir türdür. rock müzik gibi. çünkü rock müzik denen şeyin bir çerçevesi yoktur. başka bir yazıda neye niçin rock diyoruz, diyorlar bahsedeceğim. şimdi konumuz neye lied diyoruz?

    klasik müzikte insan sesinin yeri neydi ve şimdi ne?
    insan sesi, avrupa müziği henüz sanat değilken dini müziğin bel kemiğini oluştururdu. hatta öyle ki insan sesi (daha doğrusu erkek sesi) dışında hiçbir ses kullanılmazdı. bu müziklere chant denir. tek sesli, monofonik müziklerdir bunlar. bir yanda da halk müziği var tabii. secular music, din dışı müzik dedikleri bu. daha az yavan bir müzik. chanson var mesela. halk müziği türü. chant ile aynı kökten geliyor; canere - şarkı söylemek. chanson bunun frenkçesi. sonra madrigal var. bu da italyan halk müziğinin türlerinden biri. bunun gibi yüz tane tür sayarsın. çeşit bol. nüveyi sanata dönüştürmek her dönemde ve her toplumda imtiyazlı kesimin sorumluluğu olmuştur. o zamanın mümtazları da din adamlarıydı. bu yavan müzikten bir sanat doğmasına olanak tanıyan kişi de bir din adamıydı: martin luther. şimdi biraz ondan bahsedeceğim:

    sanat, düzen, sistem, örgüt, hiyerarşi, din, kast... bunları kuran, inşa eden her zaman seçkinler olmuştur. bunu az evvel başka biçimde söylemiştim. hristiyanlık düşüncesinin nüvesi dahi isa'nın mahsülü değildir. halk adamı olan isa olsa olsa bir esindir. ondan geriye aziz petrus'un aktardığı dağınık birikinti kalmıştır. onu belagatiyle toparlayan augustinus olmuştur. o dahi bir hazırlayıcıdır. çerçeveyi çizen, ekolü oluşturan ise benedikt'tir. benedikt'ten sonra 500 küsür sene kadar mirasyediler ve yineleyiciler hüküm sürer. bu atalet devrinden sonra yeni bir söz ihtiyacı doğar. homurtular francesco (san francesco d'assisi) ile başlar, dominik ile sürer. gelenekten, şatafattan, bayağılıktan bıkan bu insanlar daha yalın bir yol peşinde olmuşlardır. fakat onlar da kurumsallaşır, evcilleşir ve karşısında durdukları şeye benzemeye başlar. bu cılız ve uçucu alev ısıtmasa da dikkat dağıtır. thomas aquinas kendi zamanına kadar olan bitenin (13. yüzyıl) toparlayıcısıdır. skolastik felsefenin şah babasıdır. kendi devrine kadar tartışılmış tüm konular hakkında bir fikir beyan etmiş, yakasını açmadığı sorun bırakmamıştır. son sözü söylemiştir. işte bunlar martin luther'i yeni bir söz söylemeye ve ısıtan hatta yakan bir ateşi tutuşturmaya mecbur bırakmıştır.

    martin luther'in bu entry'de işi ne? luther bir müzisyendi. lavta ve flüt çalardı. yaptığı reform sade dinle sınırlı kalmadı, müziğe de sirayet etti. conrad rupff ve johann walter'e dini törenlerdeki müzikleri düzenlemesi ve bestelemesi ödevi veren bizzat kendisidir. dini tören ilk kez yeni bir düzende, yeni müziklerle yapıldı. hatta koro eserlerinin kimisinin söz ve müziğini kendi yazdı. ein feste burg ist unser gott en bilinenidir. "bu müstahkem kale/şehir bizim tanrımızdır" . şimdinin dinleyicisine verecek hiçbir şeyi yok bu müziklerin fakat o dönem için hakiki bir devrimdir. çünkü kilise müziğine halk müziğinin motifleri sirayet etmiştir. dufay ve binchois'de ufak ve ilkel kıpırtılara rastlanır ancak luther'den sonrakiler sıçramadır. bakın adam 1546'da öldü. fikirlerinin tüm kıtaya tesir etmesi 50 yılı bulmuş olmalı. yine de çizgiyi 1550'den çekelim düz olsun. şimdi 1550'den evveline ait müziklere kulak verin, en çılgınını arayın; palestrina, lassus, tallis ... size çarpacak hiçbir şey bulamayacaksınız emin olun. bu müziklerde sanatın izini sürmek zor iştir. fakat 1550'den hemen sonrasına bir bakın: gesualdo! tek isim yeter. adamdan 100 sene evvel müzik hala büyük ölçüde homofonikti fakat adam bırakın polifonik eserler vermeyi, kromatik yürüyüşler, disonans akorlar falan denedi. çağının anomalisidir bu adam ve luther'in müziği sayesinde yeşerebilecek iklim bulmuştur. koro müziğinin şahıdır gesualdo. günümüzde dahi aşılamamıştır. şimdi luther faslını bitirelim ve devam edelim;

    avrupa'nın müziği bir sanat müziğine dönüştükten sonra (1500 sonrası) form ve tür sayısı da kabarmıştır. koro ekseriyetle konusu din olan müziklerde kullanılırken, konusu aşk, meşk, doğa vs. olan müziklerde insan sesi uzun süre (bir asır kadar) duyulmadı. sebebi ne olabilir bilmiyorum. yeni çalgı arayışlarının verdiği heyecandır belki. düşünsenize bach hiç piyano görmedi. günümüz piyanosu mozart döneminin ürünüdür. 1600'ün başında monteverdi l'orfeo'yu bitirdi. ilk opera sayılır. bu italyanların avrupa sanat müziğine verdiği son önemli katkılardandır (vivaldi, paganini, scarletti, puccini vs. büyük müzisyenlerdir ancak ne çağ açmışlardır ne de çağ kapamışlardır). bundan böyle tümüyle almanya-avusturya güdümünde bir müziğe dönüşecektir. ekseni akdeniz'den kuzeye kayan müziğin mayasının bir anda karanlıklaştığını en amatör kulak bile duyacaktır. cemiyetin yerini yavaş yavaş birey alacaktır. lied cemiyetten ayrı insanın şarkısıdır. cemiyetin dışındaki insan evvelden de şarkı söylerdi. bahsettik işte madrigal, motet, chanson vs. diye. fakat dikkat edin burada ekseriyetle vokale bir başka vokal eşlik eder. bir vokale bir çalgı eşliği sık değildir. illa ki örnekleri vardır ancak unutmayınız ki bu örneklere dönemi içerisinde sanatsal bir değer atfedilmemiştir. hatta küçümsenmişlerdir. insan sesinin çalgı yada çalgılarca desteklendiği ya da yüceltildiği eserler ilk olarak ingiltere'de filizlenmiştir. milad john dowland kabul edilmelidir. 1600lerin hemen başında yazdığı song book'lar ilk song cycle örnekleridir. insan sesinin ön planda olduğu ilk seküler şaheserler bunlardır. şaheser kelimesini bir övgü sözcüğü olarak kullanmadım. eserlerin büyüklüklerini, çok parçadan oluşan birliğini vurgulamak için seçtim sözcüğü. magnum opus yani. dowland'dan önceki 'şarkı'lar single gibiler. her biri bağımsız. fakat bu tastamam bir albüm gibidir. şaheserin ingiltere'de doğması da doğaldır çünkü ingiltere dinden yakasını sıyırmış bir felsefenin ve sanatın yeşerdiği ilk topraktır avrupa'da. hobbes ve bacon'un dowland'ın akranı olduğunu hatırlarsanız demek istediğimi daha iyi anlarsınız. dowland'ın şarkılarında (song) insan sesine eşlik eden çalgı lavtadır. 18. yüzyıldan sonra lavtanın sesini bir daha duymayacağız. bu garip. dowland'tan sonra almanlar çıkacak sahneye. zaten felsefede de öyle oldu değil mi? haydn, beethoven ve mendelssohn ilk liedleri yazmaya başladılar. bunlar sadece kıpırtıdır. lied'i duyulur yapan kişi şüphesiz schubert'tir. yüzlerce lied yazmıştır. dolayısıyla lied'in ne olduğunu ve olmadığını da o belirlemiştir; "bir vokal ve bir piyano eşliğinden oluşan, din dışı konuları ele alan, güfteleri ekseriyetle meşhur şiirler olan, almanca şarkılar" bu geleneği brahms sürdürdü ve teamüllere harfiyen uydu. bu beraberinde liederkreis(song cycle) diye bir geleneği doğurdu. konsept albüm gibi bir şey. ignaz brüll, franz abt, günther bartel, ferdinand hiller gibi bir dolu alman besteci lied bestelemeye başladı. bu isimlerin ürünleri selefleriyle yarışacak düzeyde değildir. schubert'i aşabilmiş tek isim hugo wolf'tur. hugo wolf'u dikkatle dinleyen biri, şarkı diye sunulan günümüz ürünlerinin ne kadar yavan, incelikten ve zekadan yoksun şeyler olduğunu anlayacaktır. her şarkı yazarının ve dinleyicisinin hugo wolf'tan öğrenecek şeyi vardır. sadece klasik müzik bestecileri ve dinleyicilerini kast etmiyorum.

    hugo wolf ve akranları yeni bir paragrafı hak ediyorlar. 1850 sonrasını konuşuyoruz. romantik dönemin -yani saplantılı, yontulmamış erkek devri- sonları. fransızlar ve az da olsa ingilizler klasik müzikte duyulur olmaya başlıyorlar. sonra ruslar gelecek. du dönem şarkı devrinin de sonudur. ingiltere'den britten, fransa'dan césar franck, rusya'dan mussorgsky ve şostakoviç ile bu gelenek tarihe karıştı. türkiye'de tek tük denemeler olmuştur ancak bunlar lied ile alakası olmayan şeylerdir. piyanonun eşlik ettiği vokal için türkü düzenlemeleri türk lied'i gibi sunulmaya çalışıldı ama gülünç ürünlerdi. yıllar sonra 22 yaşında bir türk, halis muhlis lied yazmayı başardı. nihayet laf cem esen'e gelebildi. önce şunu söylemeli; herif müthiş bir piyanist. enteresan bir duyuşu var. valslerini dinleyerek bile anlarsınız bunu. ve adam vals besteliyor, lied besteliyor, impromptu besteliyor... (bir tane de senfoni bestelemiş ama seslendirilmedi bildiğim kadarıyla. muhtemelen senfoni bestelemeyi ödev gibi gördü kendine) biliyorsunuz bizim genç bestelerimiz işe symphonic poem, vurmalı çalgılar dörtlüsü yahut "canlı elektronikler için...", "bas blok flüt ve kontrbas için..." eserler bestelemekle başlıyorlar. bir leğen örtümüz eksikti, onu dikiyorlar. cem işe daha 'basit' şeyler besteleyerek başladı. iki lied albümü yaptı. liedleri elbette hugo wolf'un çok gerisinde ve zaten öyle olmalı. bunun hiçbir önemi yok. önemli olan bu liedlerin hugo wolf'un eserleriyle kıyaslanabilecek nitelikte olmasıdır. bu şu demektir; cem demek ki çalgısına hakim, besteciliği öğreniyor ve en önemlisi hiyerarşideki yerini biliyor. bu dönemin sesi hangi dönemden miras farkında. genç bestecilerimizin birçoğunun yapıtları soysuz, köksüz işlerdir. mazisi ile teması yoktur. canlı elektronikler için poem? neyin devamı bu? bülent arel mi? varese mi? kime atıfta bulunuyor? yoksa yepyeni bir söz olduğu iddiasında mı bestecimiz? şu iyice bilinmeli ki günümüz dünyasında 20'li yaşların başında olup da söylenmemiş bir söz icat edecek babayiğit yoktur. o yüzden önce kendilerine kalan mirasları tanımalılar, hazmetmeliler ondan sonra yeni bir dil yaratma hevesine kapılmalılar. cem bunu genç yaşında başarmış gibi duruyor. niçin böyle düşünüyorum?

    "halis muhlis lied" demiştim. niye? çünkü teamüllere uygun, mazisi ile iletişim halinde. somutlaştıralım. vokale piyano eşlik ediyor ve rondo, madrigal, kantat gibi formlara/türlere uymuyor. ve bana kalırsa en önemlisi ustalarına (schubert ve wolf) atıfta bulunan bir teknik kullanıyor. word painting bu iki ustanın liedlerinde vazgeçilmez ve taklidi güç bir öğedir. nedir word painting? çok kabaca ifade edeyim; metnin söylediğini melodiyle pekiştirmek. mesela purcell'in dido's lament'ine (when ı am laid in earth) bakın. eski ve kusursuz bir numunedir. bir ağıttır bu. şarkıyı söyleyen toprağın altına giriyor (...toprağa, kara toprağa verildiğimde, hatalarım sızlatmasın ciğerini...) ve ona eşlik eden müzik kromatik şekilde pese düşüyor. adım adım. 11 kez. sade müzik değil insanın tüylerini diken diken eden, bestecinin zekasını böyle uçuk şekilde göstermesidir vurucu olan. cem esen hemen her lied'de denemiş bunu. mesela küçük bir yaz sabahı'nda metnin çığlık dediği yerde piyanonun birden tize sıçraması, kanatsız kuşlar'da "çırpınırdı" sözcüklerini tripletler ile canlandırması, yağmur'da metnin "yağmurun sesi" demesiyle piyanonun trill'e başlaması... usta işi olmasa da usta işi olmaya aday ifadeler bunlar. niçin böyle söylüyorum izah edeyim. yağmuru, su sesini trill'ler ile ifade etmiş cem. çoğu besteci yağmuru böyle betimlemiştir. debussy'nin jardins sous la pluie'sini (yağmurda bahçeler) dinleyince ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. fakat ravel'in jeux d'eau(oynaşan su, su oyunları?) başlıklı parçasını dinlediğinizde bambaşka bir ifade görürsünüz. hem tınıyla, hem vurguyla hem de melodiyle pekiştirilen çok kuvvetli bir betimlemedir bu.

    cem şimdiye kadar mirası tanımakla uğraştı. eşelediği yerden iki mücevher çıkardı bana kalırsa. sonra bunları spotify'a falan yükledi. yetmedi notalarını paylaştı. genç bestecilerimizin amel defteri kapalı diyelim ama bir önceki kuşak bile hala soundcloud'da tutuyor kaydını. üstelik bu kayıtlar konserden alınmış derme çatma şeyler. bu özensizliktir, ciddiyetsizliktir. sonra da seslerini duyan olmadığından şikayet ederler. sesiniz çıkmıyor ki duyalım. sade bunun için bile örnek alınmalıdır bu genç adam. kendi adıma teşekkür ediyorum. iftihar ettim.
2 entry daha
hesabın var mı? giriş yap