• cuma günü son kez gerçekleştirilen "okuldan ciktiktan sonra atlikarinca icin kosmak" eyleminin ardından, bomboş bir hafta sonuna yelken açılmıştır. haftanın son atlıkarıncası büyük bir kurtulma hissi ile izlenir. "yarın" okula gitmeyecek olma hissi dünyanın en rahatlatıcı duygularından biridir o yıllarda*.

    cuma gününün akşamı da başka bir tatlıdır. artık erken yatmak yoktur. anne, babaanne(bkz: sütlü ekmek/#5858369) de töleranslıdır o gun. ilişmez size. diğer hafta içi günlerinde, okul için erkenden yatmak zorunda olduğunuz için televizyon seyredemiyor olmak, o gün sizi "gece yarılarına kadar hatta sabaha kadar televizyon izlicem ulan" isyanına sürükler. fakat artık haftanın yorgunluğu mu dersiniz, yoksa erken yatmak alışkanlık mı olmuştur bilinmez ama yine o gün de televizyonun karşısında elleriniz çenenizde, ağzınızdan salyalar akıta akıta uyur kalırsınız.

    anne yine diğer günlerde olduğu gibi sizi o vaziyette kucaklar ve siz yarı baygın halde iken, yatağınıza yatırır. işte o yatak birden çok içinize tatlı bir serinlik verir. sanki diğer günlerden daha rahattır. yarı uykulu, yarı uyanık halde, anne üzerinizden yorganı örtmeye, açılan bacaklarınızı yorganın içine sokmaya çalışırken, içinize bir güven duygusu, bir sahiplenilmiş hissi uyanır. serin yatakda dönüp durmak ister ve az sonra sızar kalırsınız.

    cumartesi sabahı çok daha zevklidir. bazen çizgi filmler için okula giderken kalkılan saatten bile daha erkek kalkılır. evde herkes uyuyorken, gizlice kalkıp, kısık sesle televizyon izlemek gibisi yoktur. bazen de öğlene kadar yatar, anneniz ya da babaanneniz "hadi yavrum, bişiler ye artık" baş okşaması ile uyanırsınız. önce şöyle bi gerinir, yataktan kalkmak istemez, akşamki ilk serinliğini kaybetmiş, vucud sıcaklığınızla sıcacık hale gelmiş yatakda "birazcık daha lütfen" kadar kestirmek istersiniz.

    o güzel kokulu, taze kahvaltı uykulu biçimde yenir. daha sonra birden bugünün "oyun günü" olduğu hatırlanır. ve ağzınızdaki lokma ile sokağa fırlanır, arkadan anne "yavrum bak çok terleme, kirletme üstünü" derken. arkadaşlar bulunur, her türlü oyunu oynamak için hazır ve isteklisinizdir. gece yarılarına kadar oynanan oyun öyle bi tatlı, öyle bi güzeldir ki...son olarak akşam ezanı yaklaştığında babaanne elinde mendille koşarak gelir. siz topun arkasından koşarsınız, mahalle arasındaki, koşuşan çocuklar nedeniyle toz topraktan hiç bişeyin görülmediği ara sokakta. babaanneniz arkanızdan koşar; "yavrum yeter ama...yeter sabahtan beri...sucuk gibi terledin...bak hasta olursan bakmam -hiç bakmaz mı yaa...yufka yüreklidir onlar- gel buraya...bak dizlerim tutmuyo" (bkz: sirta mendil sokma ritueli)

    cumartesi gecesinde televizyon hafta içine nazaran daha hareketlidir. ama ondan önce, akşam yemeğinden sonra hafta içi özlemi duyulan, "akşam oyunları" vaktidir. akşam sokağa çıkıp oynamanın heyecanı o kadar farklıdır ki...ama evin önündeki sokaktan başka sokaklara da gidilmez korkudan. hatta saklambaç oynarken saklanılan yerde bir ürperti gelir o ufak bünyenin içine; acaba arkamdan sıcağı sıcağınada gördüğüm elinde kanlı bıçak olan adam mı gelicek...

    pazar sabahı biraz tatsız başlar. o tatsızlık, o zaman için öyle hissedilir ama öyle hoş bir sabahtır ki aslında. her ne kadar anne pazar temizliği için sabahın köründe bütün pencereleri açmış evi havalandırıyor olsa da...bi titreme, hafif bi ürperti ile istemeden de olsa uyanılır; "anne bu ne yaa...dondum...pazar pazar temizlik mi yapılır". sanki çamaşırların pazar günü sabah yıkanıp akşamına tv karşısında ütülendiği geleneğini bilmiyormuş gibi. ki yarın okula giderken giyeceğiniz önlük, pantolon ikilisi de vardır o çamaşırların içinde. ha bi de o boynunuza değen kısımları simsiyah olan yaka...

    açık pencerelerden esen sabah serinliği, hafif çiseleyen yağmur ile birlikte nedeni bilinmeyen bir heyecan oluştutur içinizde. o toprak kokusu...

    yağmur yağdığı için bugün dışarda oynamak yoktur, yasaktır. babaanne ve annenin ortak koyduğu yasağa riayet edilmelidir, akşam gelen babanın kulağınızı çemkemesi için. hiç rahatsız etmeyen, ses bile çıkarmayan yağmur evin bahçesindeki büyük ağaç altına geçemez. o güzel serinlik ve koku çevrenizde, babaanneniz ağacın gövdesine dayanmış sedirde oya yapmakta iken, bütün evin bahçesi türlü oyunlar için sizi beklemektedir. yaratıcılığın hat sahfada olduğu bu dönemde, "babaanne çiçekleri sulayalım mı...lütfeeeaann" mazeretiyle su ile oynamak, çamurdan oyuncak araba yapmak, yine çamurdan oyuncak ev yapmak, mandal basketbol turnuvası, mandal futbol turnuvası en favori oyunlardır.

    pazar akşamına doğru bi huzursuzluk başlar. çünkü -kahretsin ki- yarın okul vardır. gerçi okulu sevmeme gibi bir huyunuz olmasa da bilinmez bir hoşnutsuzluk kaplar içinizi. bu akşamın en önemli olayları bizimkiler, banyo (bkz: bizimkiler dizisi bitince banyo yapmak) ve bir hatfa boyunca bangır bangır "tvde ilk kez" uyarıları ile sunulan parliament sinema kulubu filmidir (bkz: parliament pazar gecesi sinemasi/#1979721).

    iki günlük aranın ardından erken yatma zorunluluğu, evin iç işleri bakanı babaanne ve yardımcısı anne tarafından tekrar yürürlüğe konur. değişen tek şey isyan hakkı tanımalarıdır. cünkü o gün parliament gecesi sineması filmi vardır. günler önceden "anne bak...ben bu filmi kesin izlicem...sakın bana o gun yat falan deme" şeklinde isyanın belirtileri fısıldanır. ama yine de her gece olduğu gibi salyalar akıtarak uyuyup kalmaktan kurtulamaz. sabah filmi izleyememiş olmanın hüznü ile uyanırsınız.

    velhasıl çocukluğumuz televizyon karşısında salyalar akıta akıta uyumakla geçmiş. ne büyük icatmış şu televizyon. ya şimdi çocuklar ne diyecek ileride; "ne büyük icadmış şu bilgisayar". ama zannetmeyin ki bizim kadar duygusal, romantik olabilecekler anılarına karşı;

    - varya süleyman bi kantır oynardık sabahlara kadar...
    - olm onu bırak ben cmnin başından üç gün kalkmazdım...

    nereye gidiyor o ağlamaklı hislerimiz...nereye gidiyor tüm mahalle ile akşama kadar deli gibi oynanan dokuz kiremit, istop, yakantop, ortada sıçan, saklambaç...
  • kendine gelmek için iyi bir zaman dilimi.

    mesela çok delirmiş olabilirsiniz. bu delilik ille yıkıcılık içinde olmayabilir, kendinizden sıkılmış ve hatta sıkıldığının farkına bile varmamış bir hale girmek de delirmenin bir türüdür. ama bunu her zaman bilmezsiniz.

    işte günlerden bir gün, "eeeeh sikerler amk, ben böyle biri miydim ki şimdi oturmuş kafayı bunlara takıyorum" deyip "kendinize doğru" bir yol ararsanız, sizi kurtaracak olan şeylerden biri haftasonudur.

    diğeri de this is my truth tell me yours. (temsili.)
    elinizde kendisinden yoksa, benzer malzemeyle de yaklaşık sonuçlar alabilirsiniz.

    - panpa benim derhal bir yere gitmem lazım acil, angara'ya geleyim diyorum müsait misin?
    - hayır değilim. erciyes'e gidicem snowboard yapmaya, hadi sen de gel.
    - ya adanalıyım ben karın üzerinde ne işim var allah allah
    - gel de adanalı bacıma kar öğreteyim gel.
    - malzeme, konaklama, ulaşım kıl tüy?
    - hepsi bende. sen gel.
    - ok.

    topladım sırt çantamı, çıktım bir cumartesi sabahı, gittim kayseri'ye. oradan aldı beni bu hazreti adam aleyhisselam, erciyes'e gittik. yolda enfes kahvaltı yaptık, aman allahım her taraf kar, çok manasız bişey değil mi bu ya ahah. "nesini seviyorsunuz bu kış mevsiminin allaşkına" dedim. "tatlım zaten kışı sevmediğimiz için böyle sporlar yapıyoruz, napalım hava kötü diye bütün kış evde mi oturalım tembel hayvanlar gibi" dedi. makul.

    mesela bir haftasonunda, hayatınızda ilk defa bir kar board'u görmüş olabilirsiniz.
    o botu ilk defa giydiğiniz, size uyan kayak pantolonunun garsonboy olduğunu gördüğünüz, ömrünüzde ilk defa bir aleti sadece ayaklarınız ve duruşunuzla idare ettiğiniz gün bir haftasonu günü olabilir. (bu arada hiçbir malzemeyi satın almanıza gerek yok, orada her şeyi kiralıyorlar. benim kask ve eldiven this is'tendi ama board, bot ve pantolonu kiraladık.)

    this is muadili dostunuz sizinle saatlerce uğraşabilir.
    hatta sizin için vodka redbull hazırlamış bile olabilir.
    daha ilk denemenizde hayvanat gibi düşmüş ve kuyruksokumunuzu sağlam acıtmış olabilirsiniz.
    hatta sonrakilerden birinde öyle bir düşersiniz ki, kask olmasa pekmez akmış gitmiş olacaktı, bilemezsiniz.
    iyi ki o bilek korumalı eldivenleri getirmiş bu this is kişisi, yoksa bileğinizin parçalarını nereden toplayacaktınız belli değil.

    derken bakarsınız ve ohaa resmen oluyormuş ya la?
    tüm hızını ve dengeni, ayaklarının minicik hareketiyle kontrol ediyorsun. (bir de tabii "başın, board'un önünde olacak!" :) )
    wuuhuuuu kaymak ne güzel şeymiş anne!

    this is "dagny sen daha önce bunu hiç yapmadığından gerçekten emin misin" filan diyebilir mesela.

    bunlar hep haftasonu olan şeylerdir.

    ikinci denemeye çıkacağınıza bile inanmazken, önce 5 biter. sonra 6. 7'den sonra artık rüzgar çıkmıştır, yani aslında istemeseniz kaymayabilirsiniz. ama "ya bi tane daha denemesek mi" derken bakmışsınız 9 da bitmiş. "aaa sonuncuya mı geldik... öğrenmiş gibiydim ama bak... neyse akşam da oldu zaten napalım, onda bitsin madem, bi daha gelirim..." dersiniz.

    bakın bunlar hep haftasonudur.

    hazır yeni bir şehre gitmişken gidip oranın yemeklerinden ortaya karışık yaptırabilirsiniz.
    burası kayseri ise, mantı, yağlama, pastırma ve sucuktan hangisinde boğulacağınızı seçmek zor olur. siz de hepsini birden seçersiniz.

    sonra otelinizin barına gidip alkol alırken birer puro yakacaksanız, ihtiyacınız olan şeylerin biri tabii ki this is, diğeri ise haftasonudur.

    ertesi gün çok rüzgarlı olabilir ve kar mesaisi sizin seviyeniz için pek makul görünmeyebilir.

    ama rüzgarlı bir haftasonunda, hayatınızda ilk defa gittiğiniz bir yerde, beraber çok güzel zaman geçirdiğiniz biriyle birlikte, odaya kapanmanız için gerçekten çok geçerli bir sebebiniz... aslında yoktur.

    tamam haklısınız, kahvaltıdan sonra odada oturup, dün başladığınız mu az zam "cloud atlas" filmini bitirmek iyi bir fikir olabilir.

    sonra ise sizi kalkıp ürgüp'e gitmekten alıkoyan nedir?
    haftasonunda değil misiniz?

    güneşli ama soğuk bir günde, dümdüz bir yolda, yokuş aşağı hızla giderken, dinlediğiniz piyanolu kemanı bir "soundtrack" olarak düşündüğünüz gündür haftasonu.

    çünkü o bir film sahnesidir.

    filmlerde görüp, acı ya da tatlı, ama nihayetinde "çok güzel lan" dediğimiz sahnelerle doludur hayatlarımız. işte bunu fark ettiğimiz her an, dönüp kendimize baktığımız haftasonundan bir kesittir.

    kalkar bunu arabayı kullanan arkadaşınıza anlatırsınız. "hişt yakışıklı" dersiniz, "benim çok güzel sahnelerim oldu. ve şu an yine onlardan birini yaşıyorum."

    size arkadaşlık ettiği yolu zaten kendisi açmış olan snowboard hocanıza, ürgüp'te bu kez sizin yardımcı olmanız gerekir.

    - çıtır, bak şimdi, ben dışarı hep "bir şey için" çıkarım. snowboard yaparım, kiteboard yaparım, spora giderim, ne bileyim, dışarı çıkıyorsam bir yere giderim. sırf çıkmış olmak için çıkan sensin. şimdi sen bana anlat bakalım, geldik buraya tamam da, şimdi napıcaz?
    - hiçbir şey. dışarı çıkarsın, bilmediğin bir yola girersin, "acaba burada ne varmış" dersin ve o yoldan devam edersin, gerisi gelir zaten.
    - iyiymiş.

    derken öğrenir bunu, gel şuradan gidelim hadi buraya da bakalım derken kısa bir yürüyüş yapıvermiş olursunuz.

    oradan çıkıp, ortahisar diye ikinizin de ilk defa gittiği bir yerde, foursquare'den nargileci aradığınız gündür haftasonu.

    - dur ben mekandan önce şurada bir lavaboya gireyim, belki içeride yoktur. sen de hediyelikçilere filan bak istiyorsan.
    - tamam.
    (birkaç dakika sonra)
    - alo çıtır nerdesin nereye gittin?
    - ya ben bi sokaklara girdim oradan başka sokaklara döndüm, ama yönümü yerimi biliyorum, sen nargileciye git gelicem ben.
    - peki.

    bilmediğiniz sokaklara girip çok mutlu olduğunuz gün, bir haftasonu günüdür.

    oturup nargile içerken film konuşursunuz, kitap konuşursunuz, dizi anlatırsınız, bunların her birinden söz ederken hayata karşı hayranlığınız, şaşkınlığınız ve heyecanınız iyice artar. "bilinecek ne kadar çok şey var allahım..." diyerek, kendinizi tamamen "öğrenmeye" verdiğiniz bir hayatın hayalini kurarsınız.

    o gün, adliyeye koşturduğunuz değil, hayal kurmaya ayırdığınız bir haftasonu günüdür.

    derken gider güzel bir yemek yer ve havaalanına doğru yol almaya başlarsınız.

    o yolda o kadar güzel olur ki kafanız, hayatınızın neresine nasıl şükredeceğinizi şaşırırsınız.

    yine arkadaşınıza dönüp, "this is'çim" dersiniz, "ben böyle bir insanım ya. bir şeyler öğrenmekten, bir yerleri görmekten, ilgilendiğim şeylerle uğraşmaktan, arkadaşlarımla zaman geçirip kafamın açılmasına sanki onu uzaktan izler gibi şahit olmaktan, anlatamayacağım miktarda haz alan biriyim. ben yaşamayı böyle seviyorum ve böyle yaşamayı seviyorum.

    kafamın açık olmasını, denemeyi, okumayı, izlemeyi, görmeyi, dinlemeyi, paylaşmayı, mutlu etmeyi, mutlu oluşumla dahi mutlu olabildiğini görmeyi seviyorum.

    sürekli hayal kuruyorum, ama bu hayaller hiçbir zaman belirli birine ya da bir şeye endeksli olmuyor, ama bunu bile isteye böyle yapmıyorum. kendiliğinden öyle oluyor. çünkü kurduğum her hayal, kendime yeni bir şey öğretmeye, dünyanın yeni bir cephesini keşfetmeye, kurmadığım yeni hayaller edinmeye ve kendimi daha çok sevdiğim biri haline getirmeye yönelik.

    martta şuraya gideyim, eylülde bunu yapayım, sene bitmeden onu da deneyeyim... bunlar hep tek kişilik hayaller ama ben bunu özellikle böyle yapmıyorum. sadece, hayali kuran hep ben oluyorum, ama onların karşılığı hiçbir zaman bulunmuyor. halbuki ben kendi halini ve hayallerini seven bir insanım ve şu an onlara döndüğüm için aşırı mutluyum, o halde nisanda da kiteboard öğretsene bana ahah"

    "evet" dedi, "işte bildiğimiz çıtır is back."

    sevdiklerim benim için bir şeyler yapınca onlara nasıl şükran duyacağımı şaşırdığım gibi, ben onlara bir güzellik yapacaksam en güzelini nasıl yaparım diye düşünmediğim detay kalmıyor. en güzeli her zaman olmuyor, ama gönül kimi dost bilirse en güzeli zaten o oluyor.

    sonra artık ayrılık vakti geliyor. arabadan inip, 1.5 metrelik bir kadın iki metrelik bir adamla ne kadar sarılabilirse, o kadar sarılıyorsunuz.

    haftasonu, cumartesi veya pazar değildir.

    bunu yapabildiğiniz, kendinize döndüğünüz, döndüğünüzde gördüğünüzü sevdiğiniz, daha da önemlisi, onu severken yalnız olmadığınıza dokunduğunuz herhangi bir andır.

    haftasonu,

    dünyanın en güzel zamanıdır.

    teyitli bilgi. :)
  • aslında buraya ilk gelişimden tam bir sene sonra uğrayayım diyordum da benim kafada ne olduğu belli olmuyor, unutmuşum. iki gün farkla geldik ona da şükür.

    geçen seneki entry'yi 16-17 ocak haftasonu için yazmıştım.
    o haftasonunun bu sene tekabül ettiği günler ise 14-15 ocak haftasonuydu.

    aynı kişiydim.
    aynı kişiyleydim.
    aynı kişi, yine "olmayacak" dediklerimi olduruyordu.
    tek farkla ki, bunu artık sevgilim olarak yapıyordu.

    geçen seneki doğumgününde kendisine bir nickaltı bir de e-posta yazmakla yetinmiştim çünkü o zaman henüz ortak bir dünyamız yoktu, ayrı dünyalarımızda da elimden gelen buydu.

    bu senekinde, yani tam da o haftasonu olan 14 ocak'ta ise, doğumgününü benim mutfak tezgahımı değiştirmek ve yine mutfak duvarında bulaşık/çamaşır makinesi için delik açmakla uğraşıyordu.

    yani ben yine bir şey yapmadım. kendi doğumgününü benim evimle uğraşmakla geçirmeyi kendisi seçerek, bir haftasonuna boyut katan yine kendisi oldu.

    geçen seneki haftasonu, aynen burada yazdığım gibi, kendimi hatırlamamı ve hatırladığım halimi sevmemi sağlamıştı. o iki gün olmasaydı bunu belki kendim de yapardım bilmiyorum. arkadaşlarım biraz kafama vururdu, çokça dalga geçerdi, muhtemelen fazla içer ve sonra mutlaka bundan da sıkılırdım, arada işim gücüm olurdu, bolca alışveriş yapardım ama bunların hepsi kılık kıyafet olurdu, gel zaman git zaman bir kendime nasıl olsa gelirdim ama geldiğim kendim nasıl biri olurdu, bilmiyorum. ve en iyi tarafı, bunu merak da etmiyorum.

    bu seneki haftasonu ise kendimi hatırlamak gibi bir meselem yoktu. geçen seneki bu zamanlar, beni içinde bulunduğum saçma ruh halinden çıkararak tekrar sevdiğim biri haline getirmişti zaten.

    yeni haftasonunun boyutu, artık yapılması elzem hale gelmiş olan ama uğraşabileceğimi düşünmediğim bir sürü şeyin, benim hayatımda olmayı kendi seçmiş biri tarafından, benim hiçbir şey istememe veya düşünmeme gerek kalmadan, tıkır tıkır yapılabildiğini görmenin şaşkınlığı oldu.

    bakın hanımlar beyler ben bunlara alışık değilim.

    benim annem babam bile "kendi işini kendin çöz" diyerek konuyu kapatan insanlardır, bir dandik ikea montajı için bile yardım edecek kimseyi bulamamış olan biriyim ben.

    yani değişmesi gereken bir tezgah asla sadece bir tezgah değil fakat bazen bir de, insanın yalnızlık duygusudur.

    tezgahı bir şekilde kendiniz de değiştirtirsiniz. ama bunun ifade ettiği yalnızlık duygusu silikon tabancasıyla kapatılacak bir şey değildir ve hiçbir haftasonuyla da geçmez.

    yıllardır istediğim bulaşık makinesini ve buzdolabını aslında çok önce de alabilirdim. ama evim biraz sorunlu, makineleri koyacak yer için biraz uğraşmak lazım.

    uğraşmak. kendi fiziki koşullarım için herhangi bir şeyle uğraşmak. motivasyonumun en az olduğu şey. çünkü ben "evde kendi kendime kaldığımda yüzleştiğim hiçbir şeyle uğraşmadım. " (bkz: uğraşmamak/@dagny taggart)

    işte böyle biriyseniz, bulaşık makinesini bir yere koyabilmek için sizin yerinize gösterilen çabanın değeri, 29 harfle veya 1.62'lik bir bedenin diliyle anlatılabilecek olanın çok üzerinde oluyor.

    ve başka tür bir silkelenme haline giriyorsunuz.

    "ben, kendisi için çaba sarf edilmiş biriyim. bunun hakkının verilmesi gerekir."

    hakkını vermek eylemi hem çabanın sahibine, hem de tabii ki direkt kendinize yönelir.

    zira insanların çabasını boşa çıkarmak haddini kendimizde nasıl görebiliriz? bu kadar güzel biri benim için emek sarf ediyorsa ben nasıl çirkin biri olabilirim? benim evim için o kadar uğraşılmışsa, artık ben o eve nasıl özen göstermeyebilirim?

    bana bu değeri böyle biri veriyorsa, demek ki ortada değer verilecek bir şeyler gerçekten vardır. yani kendimi değersizleştirirsem, konduğum yere ve benim için hissedilene saygısızlık olacaktır.

    ve şunu asla unutmamam gerekir: kimse kimseyi mutlu etmek, kimseye değer vermek zorunda değil. ama mutlu edildin ve değer verildin, bunun karşılığını salt "teşekkür ederim" diyerek veremeyeceğinin farkında mısın? teşekkürün içindeki şükran duygusunun içini nasıl doldurduğunu saklayacak kadar nobran mısın? hayır sen bu değilsin. daha önce şükran duygunu bu kadar kullanmanın pek gerekmediği doğrudur, ama aslen hiçbir zaman öyle biri olmadın.

    *
    sabahları evden çıkar, en iyi ihtimalle akşama kadar dönmeyiz.
    bir sürü gereksiz insana tahammül eder, onlarca münasebetsizliğe maruz kalırız.
    akşam tezgah aynı tezgahtır ve ertesi gün, bunun için yine hiçbir şey yapmayarak, bir gün öncesinin mesai bitiminde bıraktığımız yerden devam ederiz.

    haftasonu, bu fasit daireye bir ara verip, ömrümüzün güzelliğiyle yüzleştiğimiz herhangi bir zamandır.

    *
    "haftasonu, cumartesi veya pazar değildir.

    bunu yapabildiğiniz, kendinize döndüğünüz, döndüğünüzde gördüğünüzü sevdiğiniz, daha da önemlisi, onu severken yalnız olmadığınıza dokunduğunuz herhangi bir andır.

    haftasonu,

    dünyanın en güzel zamanıdır."

    *
    bir sene sonrasında tekrar teyitli bilgi. :)
  • sözde hafta sonları evden iş yapıyorum: çalışmam gerekiyor fakat çalışamıyorum, tüm gün mesai harcadığım yerden çoktan maaş almam gerekiyordu ama alamıyorum, freelance iş yaptığım şirketin ödeme yapması gerekiyordu ama yapmıyor. bin hüzünlü haz'ı bitirmem lazım ama vakit yok. ormana gidemiyorum, (yetişkinlere kamp ateşi yasak) iş var, para yok, para yok iş var. karım market alış-verişi diye tutturuyor, halim yok. kızım lunapark diye tutturdu ama dersane taksidinden haberi yok. hava soğuk, ankara sıkıcı, en iyi dostum kardeşinin düğününe katılmadığım için telefonlarımı açmıyor. (ben kendi düğünüme bile başka şansım olmadığı için katıldım oysa.)

    garson! bu ne biçim hafta sonu!
  • tetriste uzun çubuğu bekler gibi beklenen zaman.
  • kış aylarındaki tanımı mutsuzluk çukurudur. şu an o çukura kusuyorum mesela ben.
  • metin üstündağ'ın ''biz o kadar fakirdik ki, haftanın iki günü yaşardık sadece..'' sözünü hatırlatan son.
  • işten eve dönerken yandaki arabada, iski alo 185 yazıyordu, ben viski alkol 185 olarak okudum. söyleyecek başka bir sözüm yok.
  • ayçaşenbaşkan negzel anlatmış...
    ben beş degil de bir diyeyim bari tam olsun.
    "...
    bundan beş sene öncesine kadar hafta sonu geldiğinde pek bir keyfim yerinde olurdu; "hayat," lafıyla başlayan can sıkıcı cümleleri kurduran tatsız ve renksiz iş günleri -yani hafta içi- gitmiş, yerine rengârenk cuma ve cumartesi gecelerinin nedeni tanımlanamaz beklentisi gelmiş olurdu; bir çeşit umut işte. şimdi artık, bilirsiniz, yaşlanmak başlığında, bu gecelerin hiçbir anlamı yok. son beş yıldır hafta sonunun gündüzleri daha güzel; ille güzel bir şey aramak gerekliyse. hatırlıyorum, ne zaman gece dışarı çıksak eve dönüşte bir daha hafta sonu dışarı çıkmayacağıma söz verirdim kendime. yorulmuş, erkenden uykum gelmiş, kafam düşmüş, canım sıkılmış, ayakta durup kendini beğendirmek için bekleyen, birbirini kesen, biz, namus kârhanelerinin birbirlerine tanıdık hafta sonu geceleri simaları. tırmalar gibi hafta içine sarkan benzeri gecelerin majör depresyondaki aşk dilenciliği, umut avcılığı...
    artık 'gece çıkma' lafını duyunca endişe bozukluğu yaşıyorum. tüylerimin dipleri acıyor, nefesim hafifçe daralıyor, biraz üşüyorum ve konuyu hemen kapıyorum. ve zaten gündüz o kadar çok faaliyet yapmış oluyoruz ki, erkenden sızıyorum. hafta sonları belki her günden erken uyuyorum.
    ..."
  • her zaman gereginden fazla cabuk gecen zaman
hesabın var mı? giriş yap