• okumak, sadece gözle gerçekleştirilen bir "yazıyı takip etmek" eylemi değildir. okumak, gözle takip edilen kelimelerin, zihinde bir merkez aracılığıyla anlamlandırılması ile son bulan, gerektiğinde ise okuma sonrası tepki verme süreçlerini ortaya çıkaran bir süreçtir. gel gör ki; aramızda bazı kırılgan zihinler, kelebek etkisine tutularak boyut değiştirdiklerinden veya aslında hiç okuyamadıklarından, türlü türlü cümlelerin hepsini bir kasede karıştırıp, kendilerince ortaya çıkardıkları karışımı tek bir cümleymiş ve genelleme yapıyormuş gibi algılamak konusunda uzman olmuş çıkmışlar.

    ne demişiz efendim bakalım ve görelim(sen de bak, kas işte kendini biraz):
    -----
    "içinde zaten bir şey yok"
    bu, benim en nefret ettiğim basitliklerden birisidir açıkçası. "sen ne kadar dolusun bakalım? dolunun ne olduğunu biliyor musun? içini görebildin mi peki boş dediğin şeyin?" diye sormazlar mı insana? "acaba sen bir halt görememiş olabilir misin?" demezler mi? deseler ne yazar? soracağınız bu soruyu dahi anlayamayacak kadar yüzeysel, sabit fikirli ve kopya zihniyetli bir insandan, kalkıp da içeriği arka plana atılmış herhangi bir film hakkında yorum yapması dahi "yarrak gibi" sözünden öteye geçemeyen bu zihniyetten nasıl bir cevap bekleyebilirsiniz ki? en mantıklısı hiç itibar etmeden içinin boş olduğunu varsaymak, ve ömrünüzden 2 saat çalmasına izin vermemektir.
    -----

    burada haklarında yorum yapılmakta olan insan güruhunun kim olduğunu anlayamayanlar hemen el kaldırsınlar. evet evet, anlıyorum. şimdi bakın sevgili sözlük yazarı bozuntusu kardeşlerim. kimsenin beğenmeme hakkı ile ilgili ileri geri konuşmak gibi bir çabam olduğunu sanmıyorum, hatta sanmamaktan da öte, böyle bir düşüncem dahi olmadığından eminim. burada bir sürü insan, bir film hakkında negatif eleştiri yapmanın nasıl "kabul edilebilir" düzeyde olacağının farkındadır eminim. bir eser üzerinde yorum yaparken, sağlam bir dayanak bulup oraya yaslandıktan sonra "bakın bu eserde şu, şu, şu eksiklikler ve hatalar var. olmamış" demekle, "bu ne ya, sik gibi lan bu film, yarraam bile daha güzel" demek arasındaki farkı oturup da size anlatmama gerek olmadığını sanmıştım, yanılmışım. eleştirmekle bok atmak arasında ince mince değil, kalın bir fark mevcut sevgili kardeşlerim. şöyle bir durup da kendinize bir bakmanızı isterdim açıkçası. ve bir soru ile olaya açıklama bulmanızı: "ben de bazı rahatsız bünyeler gibi filmi beğenmediğimi öküz gibi ifade ettim mi?". eğer cevabınız hayır ise, kalkıp da benim yazdıklarımdan üstünüze alınacak bir şeyler çıkarmanız zaten gereksiz ve saçmadır. ha eğer ki cevabınız "evet" ise, hakikaten size diyecek bir şey kalmıyor zaten. soruyu sorup, cevabı da verdiniz işte, buyrun...

    gelelim şuna:
    ------
    "sıkıcı"
    ah pardon. sinema eserlerinin insanları eğlendirmesi gerektiğini, şen şakrak bir ortam, ya da hatun kaldırma fasilitesi olması gerektiğini unutmuşuz. neye göre sıkıcı be hayvan evladı? kime göre sıkıcı? kitap okumak da sıkıcıdır sorsanız, ya da bir konu hakkında uzun uzadıya yazılmış bir makale okumak, birisinin fikirlerini dinlemek... asıl sizsiniz sıkıcı olan, hayatı çekilmez kılan. bir tarafınızda aksiyon filmi dvd'leri kırılsın inşallah. bu kadar mı basitsiniz? yani sıkıcıdan daha fazla içeriği olan bir yorum dahi bulamayacak kadar mı boşsunuz? eh, görüldüğü kadarıyla öylesiniz. bir filmi beğenmemekle, izleyip de anlamamak arasında fark vardır. izleyip de anlayamayanlar, yaptıkları yorumlarla zaten kendilerini belli ediyorlar.
    ------

    bir eserin "sıkıcı" olması ile, bir insanın sıkılması arasında dağlar kadar fark vardır efendim. bir tiyatro eseri, bir opera, veya bir gösteri sizi sıkıyorsa, esere "sıkıcı" demeden önce kendinize dönüp bakmanız daha sağlıklı olur kanaatindeyim. herhalde burdan çıkarılacak muhtemel sonuçlar şunlardır:

    1) aslında bir bok anlamamışsınızdır. klingonca yayınlanan bir tv dizisi ile o esnada izlediğiniz eser arasında bir fark bulamamışsınızdır.

    2) tabiri caiz ise, tam anlamıyla bir "poser" yapısındasınızdır. izlediğiniz şey veya dinlediğiniz hedelek hiç cool değildir.

    3) "beğenmeme hakkı" veya "zevklerle renklerin tartışılmazlığı" hadisesine sırtınızı verip, 10 adım ileri atma çabasına bürünmüşsünüzdür.

    4) yanlış yerdesinizdir(ki aslında ilk 3 sonuç ile çok uyumlu oldu bu). sizin yeriniz orası değildir. bu dünya sizin değerinizi anlamamıştır. hepimiz salağızdır. kıçımızdan uydurup beğeni şovları yapıyoruzdur.

    eğer ki bu 4 sonuç da size uymuyorsa, yine yapacağınız bir şey vardır, o da benim beyan ettiğim fikirleri üzerinize alınmamak. ha bunca şeyden sonra hala alınabiliyorsanız, mutlaka bu duman, bir ateşten geliyordur, ki zaten o zaman bana diyecek bir şey kalmaz, çünkü söyleyeceklerimi zaten daha önce beyan etmiştim.(neden 5. bir sonuç daha ekleyip "muhtemelen eser harbiden sıkıcıdır" demedin diye soracaklara baştan söyleyeyim, mızıkçıyım ben kardeşim. kendi bildiğim yöne çekerim tartışmaları. eziğim, karaktersizim. kimseye beğenmeme hakkı tanımıyorum)

    ben, entel ve aşırı akıllı bir kişi olarak(senin zihniyetine ne diyeyim bilmiyorum) söylüyorum, filmi beğendim. evet evet, yıkıldınız belki. bu filmi beğenen birisinin varlığı şaşırttı sizi, ama beğendim. ve aksini düşündüğünüz için karşıma çıkıp da "nesini beğendin?" merkezli bir tartışma yapacaksanız, rica ediyorum " ne o ya? yarrak gibiydi lan film" sözünden bir kaç gram daha ağır sözler bulun. bulun ki; tartışmamızı görenler sizi de beni de adam sansınlar.
  • "e bu neydi şimdi yahu" diye kapatıp, aradan 10 dakka geçmeden tekrar seyretmeye başladığım film. burada ya muhteviyat arka kapıdan sızıyor, ya da ben bu scarlett denen merete aşık oldum. filmin binbir karesine itiraz etmek istemekteyim, lakin tekrar seyretmekten başka birşey düşünemiyorum. ayrıca, evet, japonlar bu kadar manyak. hepimiz bunu biliyoruz, yok öyle oryantalizm falan filmde.

    yahu olmamış diyoruz bilmemkaç veriyoruz demek istiyorum ama diyemiyorum.
  • çok iyi denilip gittiğim ama sıkıntıdan öldüğüm film
  • kadın eli değdiğini belli eden film. incelik akıyor her yerinden. değiyor, geçiyor bütün film boyunca. zorunlu olarak gittikleri yerde hallerinden mutsuz bir şekilde sıkıntılı zamanlar geçiren iki kişinin birbirini keşfetmesiyle başlıyor her şey. ortak bir nokta olduğunda ister istemez kesişiyor karakterler. gidilen yerde uğranılan hayalkırıklığı sonucunda ,bulduğun kişiye sarılıyorsun. çünkü o da senin gibi. yalnız. konuştukça anlaşılıyor, evlilikler de bir yerde tıkanmış. sonra birkaç keyifli gün geçiriyorlar birlikte. bana kalırsa asla kötü değil. aynı şekilde çok da iyi değil. ama bill murray ve scarlett johansson çok iyi. evet iyi! aralara tokyo serpiştirilmiş. ama ne olsaydı ya? zaten film tokyo'da bir otel odasına tıkılıp kalmış iki kişiyi anlatıyor. bana hoş vakit geçirtti. iddialı gelmedi. çünkü zaten filmde bir hareket yok. atraksiyon yok. değerlendirirken bunu göz önüne almak gerek. iki saat boyunca heyecanın üst seviyede olduğu bir film, ya da “ hmmm.bakalım şimdi ne olacak?” diye kafada soru işaretleri oluşturan filmlerden hoşlananları elbetteki bayacaktır* bu film. her öyküde illa hız*olacak diye bir şey yok. ben bu filmde bunu gördüm. filmde yapılan tek şey durum kesiti ki bence sofia coppola bunu gayet iyi başarmış. gözlem, gözlem, gözlem. iki saat boyunca kadın ve erkek karakterin durumunu gözlüyoruz. ne yaptıklarından çok, ne hissettiklerini izliyoruz. sanki asıl bütün hareketli sahneler montajlanmış, artan sahnelerle de lost in translation çekilmiş. iyi de edilmiş. bence izleyip de kaybedilecek bir şey yok. hele zaman hiç!
  • harika müzikleri olan film
  • filmde scarlett johansson'un kocasi rolundeki giovanni ribisi gone in 60 seconds'da nicolas cage'in karde$i rolunde oynami$tir.
  • filmi seyreden cogu insanda filmi begenmeseler bile bill murray'e kar$i bir sempati olu$mu$tur ki sergilemi$ oldugu performansiyla bu gayet dogal galiba.
  • filmdeki bill murray'nin baki$lari inanilmaz."mukemmelsin , harikasin , ke$ke biraz daha genc olsaydim , evli olmasaydim senin icin her$eyi yapardim..senden nasil ayrilacagimi bilmiyorum.." butun bunlar baki$larindan anla$ilabilmekte.
  • iyi bir film olsa da rahatlıkla son zamanların en "overrated" filmi olarak tanımlanabilir. senaryo oscar'ını kazanmak bu kadar ucuzmuş dedirtiyor insana, çünkü filmi güzel kılan oyunculuk ve yönetmenlik, yoksa senaryo son derece sıradan.

    ayrıca ota boka takan, spielberg'in minik bi kamera hareketinden musevi propagandası yapmış diyen entellerin bu filmdeki japon aşağılamasını görmemeleri çok ilginç. bu filme durağan diyenleri de tebrik etmek istiyorum, sanırım hiç "durağan" film izlememişler. durağan bi filmde bu kadar durum esprisi, bir ırka yönelik basit espri olur mu?

    ayrıca o son sahne olmasa, bob harris kızı görmese ve uçağa binse, adamcağızın ve kızcağızın içinde ukte kalsa çok daha iyi olurdu. tüm film boyunca "gerçekte aşk böyle oluyor" derken son dakikada film, peri masallarını anımsatan romantikkomedi filmine dönüştü ya şaşarım. kimse buna itiraz etmez, francis ford'un kızıdır ya kimse laf etmez. neyse...
  • basrollerini bill murray, scarlett johanssonve her sahnede tepeden sarkan mikrofonun paylastigi filmde diyaloglar anlamsizca uzatilmis ve kulturel farkliliklar uzerine kurulmus esprilerin suyu cikmis. daha once filmlerde defalarca ele alınan "ozgun" konunun 105 dakikada incelenmesi filmi iyice dayanilmaz hale getirmis. kisaca sofia coppola beklentilerin cok cok altinda bir film yapmis.
hesabın var mı? giriş yap