• sen bana yar olmazsın, yüzüme gülme bari.
  • ''cahildim dünyanın rengine kandım
    hayale aldandım boşuna yandım
    seni ilelebet benimsin sandım

    ölürüm sevdiğim zehirim sensin
    evvelim sen oldun ahirim sensin...''

    (bkz: ahirim sensin)
  • "arayıpta öz yarini bulmuyan
    yari bulup yar gönlünü bilmiyen
    iki vücut bir tek gönül olmuyan
    ne yaşamış ne yaşıyor ne yaşar" *
  • "nice kaptan kaba boşaldım doldum
    karıştım denize deniz ben oldum
    damlanın içinde evreni buldum
    yine benden bana getirdi beni"

    aşık daimi

    "güçlü bir su damlası bir dünya yaratmaya ve karanlığı bozmaya yeter. gücün hayalini kurmak için derinlemesine imgelenmiş bir damladan başka şeye ihtiyaç yoktur. böylesine devingenleşen su bir tohumdur; yaşama tükenmek bilmez bir ilerleme kazandırır."

    gaston bachelard

    aşık daimi'nin, yukarıdaki sözleri içeren "bir gerçeğe bel bağladım" adlı deyişini, ilk kez üniversitedeyken bir muhabbet esnasında alevi bir arkadaşımın ağzından duymuştum. 15 seneden fazla olmuştur. o gün bugündür, bu türkünün manasına ermeye uğraşırım.

    "benim ol aşk bahrisi denizler hayran bana,
    derya benim katremdir, zerreler umman bana"

    yunus emre, 800 yıl önce böyle demiş. her şey bir damladan mı mütevellittir bilinmez ama daimi'nin evreni bir su damlası üzerinden kavramaya çalışması, alevilik inancında bağlamaya "telli kuran" denildiği düşünüldüğünde, inen ilk ayet olduğuna inanılan "ikra" ayetinin, "pıhtı" manasına gelen "alak" suresinin ilk ayeti olması, hem tasavvuf hem de edebi açıdan muazzam bir ustalıktır.

    bu deyiş, yaşam döngüsünde olagelen cümle eylemin, kendimden başlayıp, kendimde bittiğini düşündürüyor bana. yakınmaktan vazgeçip, şah hatayi'nin 500 yıl önce farkına vardığı "eksiklik kendi özümde" şiarına iman ettiğimden beridir, sorumlu arama prangasından kurtuldum... sartre'ın dediği gibi; "insanoğlu ilkin vardır, sonra şu ya da budur. kısacası insanoğlu kendi özünü eliyle yaratmak zorundadır; kişiliğini dünya sahnesine atılarak, acı ekerek, kavga ederek yavaş yavaş belirler..." o yüzden daimi de sartre da hatayi de haklı. yunus'un dediği gibi; "dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek..."

    mevlana, bu konuya yine "su" metaforu üzerinden şöyle yaklaşıyor:

    "sen, kendin, testiye benzeyen bedeninde su gibisin; yaydığın dedikodu, yaptığın barış ve savaşın da sudaki kabarcıklar gibidir! ey akıllı kişi; bu şekiller, bu suretler, akarsuyun üstündeki kabarcıklara benzer! yahut da içteki sırlar dışarı çıkıncaya kadar, içteki suyun üzerindeki köpükler gibidir! tandır içinde pişen yemeğin ne çeşit yemek olduğunu kaynayışı, çıkardığı köpüğü ve kokusu belli eder! o yemeğin tatlı veya ekşi oluşu, gence de, ihtiyara da öyle görünür; her nasılsa kendini öyle belli eder! tıpkı bunun gibi, insanların canları, iç yüzleri de yaptıkları işlerden, sözlerinden belli olur! insanın canı, mertebe bakımından nasıldır, nedir; mümin midir, kâfir midir, veli midir; işinden, sözünden anlaşılır!"

    aşık daimi, deyişin devamında şöyle diyor:

    "çiğnediler dişlerinen ezildim
    vücut eleğinden geçtim süzüldüm
    çaldı kalem bir deftere yazıldım
    irfan mektebine yetirdi beni"

    bu dizeler, elisabeth kübler ross'un, "tanıdığım en güzel insanlar yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi, kaybı yaşamış olan ve diplerden çıkış yolunu kendileri bulmuş insanlardır. güzel insanlar, öylece ortaya çıkmazlar; onlar oluşurlar." sözünün 11'li hece ölçüsüne sığdırılmış hâlinden başkası değil. bu düzlemde, daimi ve ross arasındaki tek fark, birinin isviçreli, birinin erzincanlı olması.

    tasavvuf ehli değilim; seyr-i süluk haddime değil elbet ama en azından vahdet-i vücuda hasıl olabilmek için evvela bir su damlasının manasına ermek gerektiğini idrak edebilirsem, ne mutlu...
  • anlatmam derdimi dertsiz insana,
    dert çekmeyen dert kıymetini bilemez.
    derdim bana derman imiş bilmedim,
    hiç bir zaman gül dikensiz olamaz.

    (bkz: aşık veysel şatıroğlu)
    cengiz özkan'ın sesinden

    "derdin varsa git denize anlat, kedilere, bulutlara anlat, pencere pervazında çiçeklere anlat.
    insana dert anlatılır mı hiç?"
  • genellikle türkülerin sadece bir yerinde değil, bütününde de rahatlıkla görülebilen sözlerdir. zira türküler, kendisini yaratanların hissettiklerinin tezahürüdür. bir türküde, laf olsun diye yazılmış bir dörtlük, dize, kelime yoktur. "büyük cevizin dibi, na nay kibarim na nay" dendiğinde bunun bir betimleme biçimi olduğu anlaşılmalıdır.

    2000 yılından 2012 yılına kadar türkiye'de milyonlarca lira kazanmış, bütün popçuları toplasak aşık veysel'in bir dizesindeki derinliğe karşılık gelen bir şey üretemezler. zaten türküyü de diğer müzik biçimlerinden ayıran bir özellik de bence budur. günümüzde magazin gazeteciliği denilen ne işe yaradığı belli olmayan meslek yüzünden, nihat doğan, izzet yıldızhan, alişan vesaire gibi müzikal anlamda vasıfsız şeyler üreten adamlara "türkücü" denir oldu. "türkücü" bir aşağılama, küçümseme sıfatına büründü. fakat şimdi ben türkü dinleyen bir insan olarak bunu onur kırıcı buluyorum. eğer o adamlar "türkücü" ise, aşık mahzuni şerif ne? neşet ertaş, nida tüfekçi, mehmet erenler, yavuz top, muhlis akarsu, sabahat akkiraz, münevver özdemir, canan başkaya, aysun gültekin, hasret gültekin, arif sağ, erol parlak, adile kurt karatepe, hacer buluş, okan murat öztürk, musa eroğlu, celal güzelses, mükerrem kemertaş, güler duman ne? bu listeye daha onlarca isim yazabilirim.

    şimdi, bu "türkücü" dinleyen bir türk halk müziği aşığı olarak, kabuğumu kırmışlığım ve birkaç satır okumuşluğum var. aristo'nun doğa bilimleri üzerine adlı eseriyle, aşık veysel'in bir ulu ağaçtan bir yaprak düşse adlı türküsü arasında çok bir fark göremiyorum mesela ben. türkülerde, özellikle de deyişlerde, doğayla insanın arasındaki organik bağdan hiç kopulmamış, insan doğanın bir figürü olarak görülmüştür. o yüzdendir ki, geçmişte yakılan türkülerin içeriğinde, doğadan yansımalar rahatlıkla görülebilir. bir derenin akışı, bir bulutun dağın üzerine bindirişi, bir kuşun ötüşü, bir kuzunun kaçışı, hatta bazen bir eşşeğin otlaması türkülere konu olabilir. burada, insanın bu şerait içerisinde, kendisini bu ortamdan izole bir canlı olarak görmeyip, hareketlerini, sanatına/müziğine yansıtması bana göre muazzam bir şeydir. insanın doğayla dertleşmesi, kendi gönlüyle ettiği hasbihal, çok az müzik türünde vardır. ***

    netice itibarı ile türküler, aslında ilk bakışta çok basit metinlermiş gibi görünse de, arka planına bakıldığında epeyi giriftar bir yapısı olduğu görülebilir. daha net anlamak için erkan oğur'un ve erdal erzincan'ın bu konu üzerine söylediklerine bakmakta yarar var.

    velhasılkelam, türkülerde geçen vurucu sözler aslında, türkülerin birer önsözüdür. her dize de bir satır arası bulmak mümkündür fakat daima bütün önemlidir. bir akış, baştan sona giden bir hikaye, kıssadan hisse, çıkarım, söz konusudur...

    o kadar konuştuk, iki dize yazmamak olmaz;

    "...
    cehennem dediğin dal odun yoktur
    herkes ateşini burdan götürür"

    (bkz: sabahtan uğradım ben bir figana)
  • madem soysuz bende gönlün yoktu, niye doğru yoldan şaşırttın beni.
  • söz değil de, her dinlendiğinde, "şöyle bir bir şey yazabilseydim de anında göçeydim dünyadan gözüm açık gitmezdim" dedirten bir dörtlük:

    parsel parsel eylemişler dünyayı
    bir dikili taştan gayrı nem kaldı
    dost elinden ayağımı kestiler
    bir akılsız baştan gayrı nem kaldı.

    (bkz: asik mahzuni sheriff)
  • "sevda baştan gitmiyor
    sarılıp yatmayınca"

    (bkz: odam kireç tutmuyor)
hesabın var mı? giriş yap