• gideon levy'nin bu film üzerine yazdığı ve 26.02.2009'da haaretz'de yayınlanan harika makalesinin, tarafımdan* yapılan naçizane türkçe çevirisi:

    pazar günü herkesin duaları oscar’ı kazanması için ari folman ve “beşir'le vals”in arkasındaki tüm yaratıcı sanatçılarla birlikte olacak... israil’e giden ilk oscar? neden olmasın?

    bununla birlikte belirtmek gerekir ki, film çileden çıkarıcı, rahatsız edici, aşırı kötü ve yanıltıcı. çizimleri ve animasyonları için bir oscar’ı hakediyor; fakat alt metnindeki mesajı için de aynı zamanda bir kepazelik damgasını... folman’ın, altın küre’yi kazandığında ödülünü kabul ederken, o sırada gazze’de alevlenmiş olan savaştan hiç bahsetmemesi kazara olmuş bir şey değil. o gün gazze’den gelen fotoğraflar dikkat çekecek derecede folman’ın filmindeki sahneleri andırıyordu. ama o sustu. bu nedenle folman’a, dolayısıyla da hepimize, methiyeler düzmeden önce bu filmin savaş karşıtı olmadığını ve de israil’e militarist ve işgalci bir ülke olarak eleştiri bile getirmediğini akılda tutmalıyız. bu film, biribirimizin sırtını okşamaya müsaade edip, dünyaya ne de sevimli olduğumuzu söylemeyi hedefleyen bir yalan dolan oyunu.

    hollywood mest olacak, avrupa alkış tutacak ve israil dış işleri bakanlığı filme ve yaratıcılarına, ülkenin iyi yüzünü göstermeleri için dünyayı gezdirtecek. ama gerçek şu ki bu film bir propaganda. stilize, sofistike, yetenekli ve lezzetli – ama propaganda. amos oz ve a.b. yehoshua’ya yeni bir kültür elçisi katılıyor artık; o da artık onlar gibi şaşılacak derecede aydın kabul edilecek – kontrol noktalarındaki kana susamış askerlerden, yerleşim yerlerini bombalayan pilotlardan, kadın ve çocukları top yağmuruna tutan topçulardan ve sokakları parçalayan istihkamcılardan hayli farklı olarak... filmde bunların yerine, tam zıtları var. hem de animasyon şeklinde. açık fikirli, güzel israil; kederli ve kendini beğenmiş, beşir'le ya da beşir'siz bir vals yapan. propagandacılara, subaylara, yorumculara ve “bilgiyi” nakledecek sözcülere ne gerek var ki? bizim valsimiz var.

    beşir'le vals iki ideolojik temele dayanıyor. ilki “biz vurduk ve ağladık” sendromu: ah, ne de çok ağladık bu kanı bizim ellerimiz dökmediği halde... buna bir parça soykırım anıları ekleyin, ki bu olmadan kurallara uygun bir israil işgali olamazdı, ve az miktarda da kurban olma sendromu –ki halk söyleminde olmazsa olmaz bir diğer malzemedir bu – ve voila! artık 2008 israil’inin yanıltıcı portresine sahipsiniz; sözcükler ve resimlerle!

    folman 1982’deki lübnan savaşına katıldı ve 24 yıl sonra bununle ilgili bir film yapmak aklına geldi. bir işkence içindeydi. ordudaki silah arkadaşlarına gitti, biriyle barda viski yuvarladı, bir diğeri ile hollanda’da esrar içti, terapist arkadaşını sabahın ilk ışıklarında uyandırdı ve psikiyatristiyle bir seansa gitti – bunların tümü peşini bırakmayan bir kabustan kurtulmak için. ve kabuslar hep bize* aittir; sadece kendimize.

    artık hayli uzak bir geçmiş olan lübnan savaşı ile ilgili bir film yapmak epey uygundu aslında: bunlardan birini, beaufort’u, zaten daha önce oscar yarışına gönderdik. hatta özellikle beyrut’taki sabra ve şatilla mülteci kamplarına odaklanan bir film yapmak daha bile uygundu.

    ta o zaman, kamplarda gerçekleşenlere karşı düzenlenen dev gösteriden sonra, bu katliamı gerçekleştirmeleri için uşağımız falanja yeşil ışık yakılması ve tüm bu katliamın israil işgali altındaki bir bölgede gerçekleşmesi gibi tüm yaşananlara karşın, sürekli tekrarlanan tek bir deklarasyon vardı: bu kanı döken zalim ve vahşi eller bizim ellerimiz değil. haydi hepimiz bilinen tüm beşir ve onun gibi acımasızlara karşı seslerimizi yükseltelim! ve evet, gözlerimizi kapattığımız hatta belki de onları cesaretlendirdiğimiz için, biraz da kendimize karşı. ama hayır: bu kan, bu kan bizim değil. onlar yaptı, biz değil.

    aslında jenin'den rafah'a, döktüğümüz ve hala dökülmesine izin verdiğimiz diğer kanlar ile ilgili, asla oscar alamayacak bir film de yapmadık henüz.

    beşir'le vals’te dünyanın en erdemli ordusuna mensup askerler bağıra bağıra şöyle şarkı söylüyorlar: “günaydın lübnan! artık ıstırab yaşamayasın! düşlerin gerçek olsun, kabusların son bulsun, tüm hayatın şükranla dolsun!”

    güzel değil mi? başka hangi ordu, savaşın ortasında, böyle bir şarkı söyler? ve şarkılarına şöyle devam ediyorlar: “lübnan, hayatımın aşkı, kısa hayatımın...” daha sonra içinden bu ulvi ve münevver şarkının fışkırdığı tank, başlangıç için bir arabayı ezip konserve haline getiriyor, sonra bir eve, onu neredeyse yıkacak gibi çarpıyor. işte biz buyuz. şarkı söylüyor ve harab ediyoruz. başka nerede böyle duyarlı askerler görebilirsiniz? kısık sesle şöyle bağırmaları çok daha uygun olurdu: araplara ölüm!

    filmi iki kere izledim. ilki sinemada; ve sanatsallığına şaşıp kaldım. nasıl bir tarz, nasıl bir marifet? çizimler mükemmel, sesler özgün, müzik çok şey katıyor. ron ben yishai’nin yarısı kopuk parmağı dahi aynı. hiçbir ayrıntı atlanmamış, hiçbiri bulanık değil. tüm kahramanlar kahraman gibi, müthiş stilize; tıpkı folman’ın kendisi gibi: konuşkan, çağdaş, sol görüşlü – hayli duyarlı ve kültürlü.

    sonra birkaç hafta sonra terar izledim. bu kez diyalogları iyice dinledim ve yeteneğin ardında beliren mesajı yakaladım. dakikalar ilerledikçe kendimi daha da hakaret edilmiş gibi hissettim. tam olarak, son derece hünerli bir şekilde kotarıldığı için, acayip çileden çıkarıcı bir film. savaş tıpkı çizgi romanlardaki gibi yumuşak, tatlı renklerle çizilmiş. kan dahi müthiş estetik ve çekilen acılar da çizgiye döküldüğünde çok acı gibi durmuyorlar. soundtrack arka planda içki, esrar ve barların arkasında çalıyor. savaşın kışkırtıcıları, kendi kendilerine şaşırma ve işkence etme hizmeti için seferber olmuşlar. boaz, her birini hatırladığı 26 sokak köpeğini öldürdüğü için harab olmuş durumda. şimdi “bir terapist, deli doktoru, shiatsu bi’ şey” arıyor. zavallı boaz. ve zavallı folman tabi ki: o da katliamda neler olduğunu gayet şeytani bir şekilde hatırlayamıyor. “filmler aynı zamanda psikoterapidir de..” bu aldığı ücretsiz önerilerden biri. sabra ve şatilla? “gerçeği söylemek gerekirse, benim sistemimde yok..” 2006’da, 24 yıl sonra boaz ile karşılaşmalarında ilk flashback geliyor; bu "muhteşem" filmin doğmasına neden olan flashback...

    bir arkadaşı aşk gemisi ile savaşa geliyor. bir diğeri yüzerek savaştan kaçıyor. biri üzerine patchouli döküyor diğeri omlet yiyor. vals’in sinemacı kahramanı folman o yazı büyük bir üzüntüyle anıyor: o yaz, tam da yaeli’nin onu terkettiği yaz. bütün bunların arasında da fark gözetmeksizin öldürüp yok ettiler elbette. komutan bir beyrut villasında porno izliyor. ben yishai’nin bile ba’abda’da , bir gece yarım bardak viskiyi yuvarladıktan sonra şaron’u çiftliğindeyken arayıp katliamdan bahsettiği, bir evi var. ve kahretsin ki, kimse bu yağmalanıp talan edilen evlerin kime ait olduklarını sormuyor; ya da sahiplerinin nerede olduklarını! ve en başta da bizim askerlerin orada ne işleri olduklarını! bunlar kabusun parçası değiller.

    onu çabucak sakinleştiren ve kahramanımızın kamplardaki katliamla ilgisinin başka bir katliamdan, anne babasının kurtulduğu kamptaki katliamlardan türediğini açıklayan terapistine giderken, folman geride kalanların halusinasyonlar ve bir korku deryası olduğunu söylüyor. bingo! nasıl da kaçırmışız? esasında biz değiliz, adları ve hatıraları silinesice naziler! böyle olmamızın bütün suçlusu onlar. “sen iraden dışında nazi rolüne soyunduruldun”, diyor moral vererek bir diğer terapist; golda meier’in “arapları bizi bu hale getirdikleri için asla affetmeyeceğiz.” sözünü hatırlatırcasına. peki biz neyiz? terapist “biz ışıkları yaktık ama katliama iştirak etmedik” diyor. oh, dünya varmış. tertemiz ellerimiz bu kirli işlerin bir parçası değil, hiçbir şekilde...

    kaldı ki bunu yapan hiç de biz değildik: başkalarının zalimliğini görmek ne iç açıcı. adları batasıca falanjın formaldehyde dolu kavanozlara doldurdukları kesik uzuvlar, işledikleri kıyımlar, kurbanlarının vücutlarına kazıdıkları haçlar. bir onlara bir de bize bak: biz asla böyle şeyler yapmayız. ben yishai beyrut kamplarına girdiğinde varşova gettolarından kareleri anımsıyor. aniden bir moloz yığını içinde küçük bir el ve tıpkı kendi kızınınki gibi kıvırcık saçlı küçük bir kafa görüyor. komutan amos megafondan “ateşi kesin, herkes evlerine dönsün!” diye sesleniyor. katliam birden sona eriyor. cut!

    sonra, aniden, ilüstrasyonlar yerini ölü bedenler ve harabeler arasında ağıt yakan kadınların dehşetlerinin gerçek çekim görüntülerine bırakıyor. filmde ilk kez, sadece gerçek görüntüleri değil gerçek “kurbanları” da görüyoruz. hala yaslı, hala evsiz, hala organsız, hala sakat olan kurbanları; anılarını unutmak için bir psikiyatrist ve alkole ihtiyaç duyanları değil. asıl kurbanlara hiçbir psikiyatrist, hiçbir içki yardım edemez. ve bu beşir’le vals’teki ilk ve tek “gerçek” ve acı anı..

    makalenin orijinali (babaerenler'e teşekkürler) : http://haaretz.com/hasen/spages/1065552.html

    (bkz: copy paste degil alin teri)

    düzeltme (link badem olmuş):

    http://www.haaretz.com/…othing-but-charade-1.270528
  • 80 lerin henuz basinda biyiklari yeni terlemis bir genc olan ari folman in sabra ve satilla katliaminin yasandigi donemde israil ordusu adina lubnan da gorev yapmasinin ardindan , ileri yasinda girdigi savas sonrasi bunalimi ve bu bunalima bagli yasadigi hafiza kaybindan kurtulma cabasinin islendigi , bunun yaninda ordudan arkadaslariyla yaptigi soylesiler yardimiyla hafizasindaki gedikleri dolduran folmanin hatirladiklari itibariyle donemin kanli beyrutuna saglam bir bakisin atildigi antimilitarist bir animasyon.
    eski bir israil askerinin, kendi ulkesinin, kan dokulmesine karsi sergiledigi vurdumduymazliga ve savasa karsi yuksek cigligi.
    film aslinda bir belgesel.ari folman, eski arkadaslariyla ve gazetecilerle yaptigi roportajlari ve roportajlarda anlatilanlari resmedip hareketlendirmis , max richter tarafindan bestelenen muhtesem muzikle de desteklemis.

    --- spoiler ---

    filmi begenmek icin animasyon sevmek zorunda degilsiniz.basindan itibaren kendini hat safhada seyrettiyor.persepolis le ne cizim/animasyon teknigi ne de konu acisindan uzaktan yakindan alakasi yok.(lafim benzetenlere) ozellikle arkaplanlar cok detayli resmedilmis , objeler ve golgeler cok belirgin bir koyulukta ve konturlu.folman olani biteni hatirladikca yukselen tansiyon filmin sonunda hat safhaya ulasiyor ve film gercek savas sonrasi aci goruntuleriyle bitiyor.o ana kadar resmetmis oldugunu folman en sonunda "alin iste gercek !!" dercesine gozumuze sokuyor.
    filmin ismi , folman la ayni taburda yer almis olan shmuel frenkhel adli askerin , lubnan da 82 de oldurulen , arafatin filistinli milislerine karsi savasan hristiyan milislerin baskani bashir gemayel in resminin onunde elinde tufegi ile vals yaparcasina saga sola ates etmesinden esinlenilerek konulmus.

    sayet persepolis olmasaydi , bu film icin son yillarin en iyi animasyonu diyebilirdik.ancak simdi sadece son yillarin en iyi animasyonlarindan biri diyebiliyoruz.

    --- spoiler ---
  • film bir yandan "ya israil'in sabra ve şatilla'yla o kadar da alakası yok" derken diğer yandan da kabul ettiği günahlarını çıkarmaya çalışıyor.

    yönetmenin biraz kendi, biraz ülkenin anılarını kullanarak yarattığı bir belgesel şeklinde ilerliyor film. sabra ve şatilla katliamları filmin ana bölümünü oluştursa da bölgedeki savaşları israilli askerlerin gözünden gösterdiği bölümler de bir hayli fazla.

    peki film israil'i kayırıyor mu ? o kadar da değil. bir filistinli çocuğu tarayan 30 israil askeri gibi sahneler görmek mümkünken, sabra ve şatilla katliamları yüzünden israil ordusu direkt olarak suçlanıyor. ordunun her şeyden haberi olduğu, falanjistlerin kamplara ulaşmasına yardım ettiği, hiç bir şeye karışmadığı, kamplara bakan bir tepeden ordu komutanlarının her şeyi izlediği, katliamın gece de devam edebilmesi için israilli askerlerin "aydınlatma" sağladığı, kampın etrafında israilli askerlerin nöbet tuttuğunu açık açık gösteriyor ve katliamlar boyunca nazi rolü oynadıklarını iddia ediyor.

    ancak filmin o kadar da cesur olmadığı seyirciye gereğinden fazla "asıl suçlu falanjistler, bunu unutmayalım" demesiyle veya "beyrut kasabı" ariel şaron'un isminin filmde olaylardaki rolüyle kıyaslandığında çok az geçmesiyle ortaya çıkıyor. ayrıca auschwitz muhabbeti de ziyadesiyle sırıtıyordu.

    klasik müzik eşliğindeki savaş sahneleri (özellikle filme adını veren vals sahnesi ve meyve bahçesindeki israil askerleriyle filistinli çocuğun savaşı), "bugün beyrut'u bombaladık siviller öldü napalım huhhuu" tarzı şarkıları vurucuydu. ama asıl animasyondan bir anda katliamların gerçek görüntülerine beklenmedik bir geçiş yapması sanıyorum yönetmenin amacına çok uymuş. siyasi bir çözümsüzlük ve inat yüzünden insanların +boşu boşuna+ yaşadığı acıların gayet gerçek olduğunu vuruvermiş.
  • eski bir israil askerinin gözünden israilin beyrut’a girişini ve ardından gelen sabra ve şatilla katliamını anlatan çok etkileyici bir animasyon filmi. film dünya tarihindeki en korkunç ve insanlık dışı olaylardan birini baz alarak topyekun savaş kavramına ve savaşın insan psikolojisindeki yıkıcı etkilerine değiniyor. aynı zamanda bu katliamı bilmeyen veya orada yaşanan olaylara yaşı yetmeyen insanlar için bir belgesel işlevi de görüyor. katliamı bizzat gerçekleştiren, eline silahı alıp kadın çocuk demeden katleden sen olmasan bile buna seyirci kalmak, hatta daha da ötesinde bunu yapanların işlerini kolaylaştırmak (işaret fişekleri mevzusunda olduğu gibi) bir insanlık suçudur, buna göz yumup da “ama biz yapmadık ki, biz kampların içerisinde ne olup bittiğini bilmiyorduk ki” deyip işin içinden sıyrılmak mümkün değildir. hafızasını tekrar kazanmaya çalışan yönetmenin katliamın gerçekleştirildiği kampların çevresindeki askerlerden biriyle konuştuğu bölüm bunu çok iyi anlatıyor. adama “kamptan dolu gidip boş dönen kamyonları gördüğünüzde bir terslik olduğunu anlamadınız mı” diyor. adam da özetle “anladık, komutanımızı aradık, durumu söyledik, onlar da tamam dediler ve geçtik” diyor. yani adamlar yanıbaşlarında bir katliam gerçekleştirildiğini umursamamayı başarabiliyor. israil ordusunun üst kademelerindeki insanlar tabii ki olan biteni farkında ve filistinlilere bu denli ağır bir darbe vurulması işlerine geliyor olsa gerek ama ya alt kademedeki askerler bu olan biten karşısında ne yapıyor? çoğu bu olayı hatırlamıyor veya inkar ediyor. böyle bir yükün altında ancak bu şekilde yaşamlarına devam edebiliyorlar.

    filmin finalindeki gerçek görüntüler insanın boğazına bir yumru gibi oturuyor. yönetmen bunu koymakla olan bitenin bir senaryo olmadığını, bu ayıbın gerçekten yaşandığını göstermiş, çok da iyi yapmış bana kalırsa. filmden çıkışta savaşın anlamsızlığını ve acımasızlığını, faşizmin insanlık tarihinin başına gelmiş en büyük lanet olduğunu, insanların acısını düşünürken ağlamak üzereydim. filistinlilerin yıllardır bitmeyen çilesini ve çaresizliğini düşününce insan ariel şaron ve benzerlerinden ikrah ediyor bir kere daha.

    filmin teknik detaylarına girmek çok elzem gelmiyor bana ama kısaca söylemek gerekirse çok iyi bir animasyon filmi. arka planlardaki detaylar bile tek tek düşünülmüş ve çizilmiş. böylesine insanı mahveden bir temadan sıyrılıp sahne tasarımı, çizimler gibi konularla ilgilenebilecek olanları da tatmin edecektir bence.

    antimilitarizm adına yapılmış başarılı işlerden biri olan bu filmi izleyin, izletin derim naçizane.
  • insani açıdan izleyeni yerden yere vurabilecek bir yapım evet, ancak israil'in ellerindeki kanı biraz saklamaya çalışıyor.

    film tabii ki "israil suçsuz" demiyor, ancak "israil o kadar da suçlu değil" diyor. fakat kusura bakmasınlar ama, israil "o kadar da" suçlu. dönemin israil içişleri bakanı yosef borg sabra ve şatilla katliamı için şöyle demiş: "hıristiyanlar müslümanları öldürüyor, yahudiler nasıl suçlu olabilir?" filmin tonu bu kadar yüzsüz değil tabii, ancak 100 kere falanjist barbarlardan bahsediliyorsa, her şeyden haberi olan israil generallerinden 10, beyrut kasabı şaron'dan 1 kere bahsediliyor (hatta sadece sureti görünüyor). sanıyorum film akademinin yanı sıra israil devleti'nden de destek alıyor, o yüzden biraz bu yöne itilmiş olabilir. yine de israil adına iyi bir şey, israil'den bunu almak bile gayet güzel. israil toplumunun "biz neler yapıyoruz ya?" diye sorgulaması böyle böyle başlar gibime geliyor.

    filmde ari forlman'ın arkadaşlarından biri yönetmene -ve iki anlamlı olarak israil'e- "katliamı sen yapmadın, sen sadece ışık tuttun" diyor. ancak katliamı yapan falanjistlerin israil'in paralı askerleri olduğu da bir gerçek. gönül isterdi ki film, bunu görmezden gelmek yerine israilli profesör yeshayahu leibovitz kadar cesur olabilseydi. kendisi 1700 mültecinin öldürüldüğü sabra ve şatilla katliamı için şunları söylüyor:

    "(bu katliam) bizim tarafımızdan yapıldı. falanjistler bizim askerlerimizdi. tıpkı ukraynalıların, hırvatların ve slovakların hitler'in askerleri olduğu gibi. hitler'in kendisi adına çalışması için onları organize ettiği gibi, biz de lübnan katillerini filistinliler'i öldürmeleri için organize ettik."

    meraklısına not: askerlerden birinin beşir ile vals yaptığı sahnede çalan müzik frederic chopin'in c sharp minor, op. 64 no. 2 adlı eseridir.
  • adeta vicdanın sesi. unutturulan, unutulan, en önemlisi bilinmeyen rezilliklerin hatırlatıcısı olması açısından bile önemli bir film. onun ötesinde filmin tavrını, anlatımını göz önüne aldığında değeri iki kat daha artıyor. hikaye, anlatım açısından umberto eco'nun kraliçe loana'nın gizemli alevi'ni hatırlatıyor az da olsa. hafızayla git gide açılan hikaye, zaman zaman sembolizme kayıyor; zaman zamansa video klip şeklinde seyrediyor. ancak tüm bu seçimler filmi ahenkle dans ettiriyor, vals ettiriyor.

    --- spoiler ---

    anlatımdan söz açmışken, misal filmin ortalarında post-travma uzmanı kadının; daha önce savaşta nasıl sağ kalmayı başardın diye sorduğu soruya aldığı "geçtiğim yerleri güzel manzaralar olarak, yaşadığımı bir yolculuk olarak gördüm" cevabı bizim özellikle şu an içinde bulunduğumuz durumu çok iyi açıklıyor, aslında maruz kaldığımız mainstreaming mevzuuna da çok güzel dokunuyor. filmin sonundaki görüntülerden sonra animasyon seçiminin de ne kadar yerinde olduğunu fark ediyoruz, zira seyrettiklerimizi görmekten başka, gerçek gibi algılayamıyoruz. hep güzel müzikler çalsın, kurşunlar vals yaparak estetize edilsin istiyoruz. o bağlamda düşününce de dürten bir film başir'le vals.

    --- spoiler ---

    ayrıca israil adına 2009 oscarları için yarışıyor ve üç maymun'la birlikte finale kalan dokuz filmden biri. iki filmin de işaret ettiği vicdan ve kefaret kavramlarıyla ortaklıklarının yanında hoş bir ironi olmuş. ikisi de finale kalırsa iki filmle temsil ediliyormuşuz gibi olacak benim için.
  • öncelikle;

    yarı doğru, gerçek değildir!

    küçükken teksir kâğıtlarım vardı. matematik çalışırken, ya da not alırken kullanırdım. bir de mektup yazmak ya da ödev yapmak gibi daha kıymetli işler için kullandığım beyaz kağıtlar vardı. onlar daha değerliydi çünkü azdı... bu beyaz kağıtları, herhangi bir fotoğrafın ya da resmin üzerine koyduğumda alttaki imgeyi görür, kalemle üzerinden geçerek kopyasını çıkartırdım. işin garibi bunu iyi yaptığım için resme yeteneğim olduğunu düşünmemdi. oysa yaptığım gerçek bir resim değildi. sadece güzel ve gerçek bir imgeyi kopyalıyordum!

    beşir ile vals de benzer bir gerçekliğin ürünü. yanlış anlaşılmasın sinematografik açıdan bir eleştiri değil bu. itirazım yönetmenin anlatımına ve filmin kurgusuna. sabra ve şatilla’da olanlar hakkında bilgisi olmayan izleyiciyi tuzağına çekecek kadar yarı doğrularla dolu bir film beşir ile vals. sivil halkın çektiği acılar, savaşın yıkıcılığı hepsi doğru. ama filmde savaşmak üzere bölgeye giden israil askeri anlatıcının, israil ordusunun bölgede ne için bulunduğunu anlatmadığı ya da anlatmak istemediği gözden kaçmıyor.

    seyirci, “lübnan iç savaşında israil ne arıyordu?” sorusunu soramadan, filistinli mültecileri kampta toplama fikrini kimin bulduğunu düşünmeden filmi izlemek zorunda kalıyor. sanki belgesel çekmek üzere lübnan’a gelen bir israil ordusu profilinde, katliamın tüm suçu hıristiyan falanjistlerin üzerine atılarak israil temize çıkarılıyor. oscar alması şaşırtıcı olmayacak.

    edit: ortadoğu meselesine nesnel yaklaşan bir film izlemek isterseniz (bkz: etz limon)
  • yönetmenin izleyenleri gafil avladığı yapıttır. iki saat boyunca çizgi gerçekliğinde anlatılan vahşet; filmin son sahnelerinde gerçek görüntülere dönüşerek tüm çizgilerin aslında tamamen gerçek olduğunu gösteriyor. zaten yeteri kadar etkilendiğiniz belgesel yapıt sizin sinirinizi bozuyor. savaşlardan bir kere daha nefret ediyorsunuz.

    (bkz: falanjist)
  • savas ve askeri siddetin cift tarafli yikimini cok iyi gosteren, savas karsiti, gordugu ilgiyi tamamiyle hakeden israil yapimi bir film.

    her film insani cekip icine alamaz. bu film bunu ilk dakikasindan itibaren yapiyor. son dakikasinda ise insani cekip aldigi icinde sanki boguyor.

    israilli ve yahudilerin film festivali dogrultusunda, israil yapimi bu filmi gormek icin hatirisayilir bir kismini doldurdugu salon bir sure hareket edemedi film bittikten sonra.

    her yahudi'yi musluman dusmani, kandan gozu donmus cani olarak goren ve onlara dinlerinden dolayi nefret kusan irkcilarin ozellikle izlemeleri gerektigini dusunuyorum. onun disinda, sagci, muhafazakar, dengesiz guc kullanilmasini destekleyen, filistinlileri kendinden daha az insan olarak goren israil vatandaslarinin da izlemeleri gerektigini dusunuyorum.

    izleyenler tanklar lubnan'a girerken calan sarkilarin sozlerine dikkat etsin.

    mesaj aslinda gayet net: end this war.
  • turkiye gosterim tarihi 6 subat 2009 olarak belirlenen animasyon turunde sinema filmi.
hesabın var mı? giriş yap