• karamsar bir yazı olacağını sanıyorum. bunu belirterek başlamak istedim. yılın son gününün son saatlerinde böylesi karamsar bir yazı yazmak istemezdim. aslında diğer günlerden daha farklı geçirdiğim bir gün değil bugün; ama son birkaç haftadır hissettiklerimi ve düşündüklerimi yazmak istiyorum.

    varoluşumla, var olmakla, ben olmakla, ben’i bilmekle, ben’in yaptıklarının farkında olmakla sorunum var. sorun diye nitelendirilebilir mi emin değilim ama, böyle ifade edeyim şimdilik. 11 yaşındayken bir akşam, varlığımının farkında olmanın ağırlığı üzerime çökmüş ve üzgün bir haldeyken babama, bana yanıtını verir umuduyla “yaşamın anlamı nedir?” diye sormuştum. hemen herkesin sorduğu, ama kimsenin yanıtını bilmediği bu sorunun yanıtını kendisinin de bilmediğini, çünkü bunun bir yanıtı olmadığını söylediğinden beri dinmedi bu duygular ve düşünceler, var olmaya ilişkin. elbette ki bu sorunun yanıtını kimsenin bilmediğini biliyorum. bu sorunun bir yanıtı olmadığını da biliyorum. ben yalnızca, üzerine istemsizce düşünmeyi sürdürdüğüm iyi ya da kötü, olumlu ya da olumsuz, büyük ya da küçük her şeyin, ama her şeyin her düşünüşten sonra tüm anlamlarını yitirmesini yaşıyorum kendi içimde, bu anlamların yıllar geçtikçe çok daha hızlı biçimde yittiğine tanık olarak. kendimle sürekli konuşuyorum -anlatıyorum ve dinliyorum- ve tüm o gelgitlerim, inişlerim ve çıkışlarım, olumlu ya da olumsuz duygularım ve düşüncelerim süreç sonunda birbirini götürüyor. anlamlar birer birer siliniyor. hiç kalıyorum. günün sonunda varlığımı boş, bomboş buluyorum.

    elimde bir kutu var ve bir sürü de ıvır zıvır var bu kutunun içine yerleştirmem gereken. ben her gün bu kutuya bu ıvır zıvırları yerleştirmeye çalışıyorum; ama bir yandan yerleştirirken bir yandan da boşaltıyorum. günün sonunda kutu bomboş kalıyor. ıvır zıvırlara olumlu ya da olumsuz bir duygu hissetmiyorum. daha doğrusu, onlara karşı hissettiklerim de sürekli bir değişim halinde. bazen her şeyi kaldırıp atasım geliyor; ama bir yandan da onları tutmak istiyorum. kutunun içine her şey sığamıyor mu, yoksa ben her şeyi bana ifade ettikleri anlamlara göre mu yerleştirmeye çalışıyorum bilmiyorum. niye yerleşmediklerini, onları niye yerleştiremediğimi çözemedim. bir şeyler bana bir anlam ifade etsin diye bekliyorum da bekliyorum belki ya da ifadeler kalıcı olsunlar diye; ama anlamı olmayınca ya da o anlamlar kalıcı olmayınca bir önemi ya da değeri de olmuyor ki o ıvır zıvırların. kendi varlığıma karşı da böyle hissediyorum.

    kendimi değersiz ya da önemsiz hissediyorum değil. bu, özdeğerin düşüklüğünden gelen bir karamsarlık hali değil. ben yalnızca, geçmişi, şimdiyi ya da geleceği, yaşamış, yaşayan ya da yaşayacak insanları, ölmüş olanı, olmakta olanı ve olacak olanları düşündüğümde, evrenin bir köşesindeki rastlantı eseri var olan ve geçici bir süreliğine bulunan ben’in bir anlam taşımadığını açıkça görebiliyorum. diğer her şey gibi. varlığımın hiçbir anlamı yok ve ben varlığıma bir anlam da yükleyemiyorum. anlam yükleyemediğim bir varlığa da değer biçemiyor ya da önem veremiyorum.

    her şeyi bu kadar açık, bu kadar yalın görebiliyorken görmemiş gibi yapamıyorum. biliyorken bilmiyor, duyuyorken duymuyor, hissediyorken hissetmiyor gibi yapamıyorum. kendimi olabildiğince yalınlıkla görebiliyorum. her yönümü tanıyorum ya da her düşüncemi anlıyorum diyemem ama, bir duygu/düşünce/davranış varsa bundan kaçamıyorum ve üzerine düşünüyorum. her şey çok hızlı biçim değiştiriyor. benim dışımdaki dünya değişmiyor ya da aynı hızda değişmiyor belki ama, kendi içimdeki bu konuşmalar, tartışmalar, fikir alışverişleri ve ayrılıkları sonunda her şeyin mümkün olabileceğini fark ediyor ve tüm yanlışların ve doğruların ötesine geçiyorum. öyle bir yer ki, her şeyin mümkün olduğu, ama hiçbir şeyin olmak zorunda olmadığı bir hiçlik evreni, belirsizliklerle dolu olan.

    bu, yaşamayı sevmemek değil. yaşamayı sevmiyorum değil. tersine, yaşamayı seviyorum. bunun depresyon olduğunu da sanmıyorum. bunu nasıl anlatabileceğimi bilmiyorum. kendi varlığımın ve varlığımın içindeki türlü şeylerin farkında olmak bana bazen fazlasıyla ağır geliyor. ben aynı zamanda, yaşamdaki adaletsizliklerin, eşitsizliklerin, acıların farkındayken bunları umursamazlıktan gelemiyorum. aslında anlamı olmayan şeylere ilişkin böyle tutucu olarak birbirine karşı savaş vermeyi şaşkınlıkla karşılıyorum. tüm bu saçmalıklar ve çılgınlıklar karşısında hiçbir şey yapamıyor olmak ya da bunların bazıları tarafından fark edilmiyor bile oluşu karşısında kendimi çaresiz hissediyorum. aslında pek farklı olmadığımı bilsem de uyum sağlamakta zorlanıyorum. tüm bunların farkında olmak beni bazen fazlasıyla karamsarlaştırıyor ve tüm bunların farkında olan birinin yaşama tam bir iyimserlikle bakabilmesinin pek olası olmadığını düşünüyorum.

    bu hissettiklerimi ve düşündüklerimi anlatabilmeye (ya da hissettiklerimin ve düşündüklerinin anlaşılabilmesine) çok yaklaştığım oluyor; ama yalnızca yaklaşıyorum. insanlar arasında, ne kadar yaklaşırsanız yaklaşın, ihmal edilebilir bir mesafeden söz edilemiyor bazen. varoluşumla bu meselem neden? duyumsananların paylaşılamamasından ötürü mü böyle, yoksa bu durum çok düşünenlerin laneti mi, yoksa bazı insanların varoluşundaki aksayış mı emin değilim.

    bugün yine kostüm. hava hala aydınlıkken çıktım koşmaya. düşünerek ya da düşünmekten ötürü bozduğum akıl sağlığımı koşarak düzeltmeye çalışıyorum. iyi hissetmek için koşmak zorunda olanlardanım. koştuktan sonra o kocaman parkın ortasında, çevresine ağaçlar dizili o açıklığın ortasında ortaya bir yere oturdum o soğukta. top oynayan bir baba ile onun ufak oğlu dışında başka kimse yoktu. ay, bir ayça olarak kendini göstermişti bugün. yeryüzüne yakın bulutlar, batmakta olan güneş’in ışıklarıyla mor, mavi ve kızılımsı renkler içinde akıyorlardı. akan bulutlara bakarken yeryüzüne uzandım. ay’ı, bir zamanlar birilerinin ona bakarken neler düşünmüş ve neler hissetmiş olabileceğini düşünmeye çalışarak izledim. sonra uzanıverdim yere. yarı kurumuş çimleri, bir sevgilinin saçlarını okşar gibi okşadım, onları yeryüzünün saçlarıymış gibi düşünerek. gökyüzünü ve ötekindeki evreni düşünürken yeryüzüne ait hissettim. o zaman iyi hissettim kendimi. böyle zamanlarda iyi hissediyorum kendimi. varoluşumun bir anlamının olup olmasının bir önemi kalmıyor. kalktığımda soğuk içime işlemişti ama, kendimi iyi hissediyordum.
  • “bir şey, sayısız kez daha önce de olmuştur.”
    bengi dönüş maceramızı anlatan güzel bir söz.
    günlük hayatımızda yaşadığımız ve çevremizde gördüğümüz herşey için geçerlidir belki de bu döngüler. defalarca tekrarlanan tekrarlayanlar. günlük, aylık, yıllık ve nihayetinde bilinçaltındaki döngüler. bir katmandan diğerine, iç içe. doğma, büyüme ve nihayetinde ölüm.
    peki 'biyolojik ölüm bir çıkış mıdır? onun da bir öznel gerçeklik algısı olmadığından emin olabilir miyiz?
    bugün gerçek diye algıladığımız şey bizim gerçekliğimiz. evrende/evrenlerde var olan her şeyde, teknik olarak sayısını türetemeyeceğin bir sayıda gerçeklik vardır. hangi gerçek gerçek? bir karıncaya göre karıncanın gerçekliği ne kadar gerçek ise bizim için de odur diyebilmek de tam cevabı vermiyor.

    bilincimiz bir yerlerde kopyalandıysa bir simülasyon evreninden ya da dünyasından çıkıp diğerine uyanabiliriz. kabul ediyorum biraz uçuk bir düşünce ya da mitolojik, dini. ancak düşünce deneyi ile spekülasyon yapmak mümkün. buna göre teorik olarak en azından son kaldığımız noktada bilincin kopyalanması mümkün. unutmamalı ki benliğimiz de sürekli değişiyor. beyinde her bir zihinsel şeyin bir fiziksel karşılığı vardır. bu sebeple bir şey kopyalanacaksa o, o andaki durumu kapsar.
    burada bilinç olarak kastettiğim şey beni ve beynimi oluşturan şeyler topluluğu ve onların karmaşık bir biçimde çalışmasının zihinsel bir farkındalık fenomeni üretmesidir. yani karmaşık sistemlerde görülen “emergence (türkçesi ile belirme) durumu. yoksa bilinç, iradi eylemler için vardır demek her zaman mümkün değildir.

    belki de bizler iç içe sonsuz simülasyon döngülerine sıkışıp kalmışızdır. belki de en kötüsü budur. bugün dinlerin sunduğu cennette de bilincimiz yeniden oluşturulup sonsuz gibi kavraması zor bir zaman diliminde simüle edilmiş bir ortamda oluşturulmuş gerçekliğimizi (ilk gerçekliğimizin ve fenomenal benliğimizin tamamıyla aynı olmadığı/olamayacağı gerçekliğimizi) deneyimlemeyecek miyiz? aynı şey değil midir?

    yaşadığımız evrende mevcut bedenimiz ile edindiğimiz her bir deneyim bir arayüz vasıtasıyla elde edilen elektriksel sinyallerden oluşmuyor mu? dışarıdan invaziv ya da invaziv olmayan bir müdahale ile “olmayan deneyimleri” yaşabilir, makine beyin arayüzü çalışmalarıyla olmayan uzuvlarımızı hissedebiliriz. beynimizdeki 3 boyutlu mekan bilgisini kayıt eden bölgenin inaktif olması ile tibet rahibi gibi mekansız olabilir; yakalandığımız alzheimer hastalığı ile zamansız ve benliksiz olabiliriz. hepsi birer fenomenal algı. yani hepsi beynimizin içinde. gerçekte dış dünyanın nasıl olduğunu “nesnel” olarak kim açıklayabilir ki? bugün ben dediğin benliğin de beynin içinde kümülatif hayat deneyimleriyle oluşturduğun fenomenal bir deneyim sadece. başka gezegenden bakan bir yabancı için sen sadece adına insan denen bir türün parçasısın. kendi iradesiyle ve çoğunlukla bilinçdışı “iradesiyle” ile hareket eden, oradan oraya giden, bir topluluk halinde yaşayan ve dolayısıyla o çevre ve kültürden fazlaca etkilenip, nasiplenen bir canlı varlıksın. onun için aslında tamamıyla “autopoiesis”sin. seni belki de tek farklı yapan şey içsel deneyimindir. bu da hayatta kalımın olduğu bu evrende belki de sadece bir avantaj olarak doğal seçilmiştir. ya da ilk prototiplerin fine tuning edilmiş son versiyonusundur (iki seçenek de mümkün sanki). seni yaşadığın deneyimler ile farklı kılan ahmet, mehmet gibi isimlerin yok tıpkı senin gözünden hayvanların da olmadığı gibi. hepimiz görece aynıyız bu açıdan bakarsan. bengi döngüye girmiş kendilik hissi yaşayan “aynılar” sürüsüyüz. evrenimizde bizimle birlikte sürekli bir döngüye kapılmış durumda. içinde sürekli doğan ve ölen uzayzaman döngüleri.

    bugün rüya diye deneyimlediğimiz deneyimler de birer arttırılmış gerçeklik deneyimidir hayatın kendisi gibi. beyin görüntüleme teknikleri benzer görsel korteks bölgelerinin harekete geçtiğini göstermiştir. hipnozda da aynı şey olur. beynin aynı bölgeleri harekete geçer. birkaç bölgesi ise “kapalı tutulur”. beyin gerçekten günlük hayatta gördüğü gibi, iradi eylemde bulunduğu gibi davranır. günlük hayatta dış uyaranlar ile edindiğimiz tecrübeler bilinçaltımızın ve hormonların belirlediği karışık sıra ile sahneye çıkarlar. dış uyaranlara bedenin kapalı olsa da sen rüyanın içinde mutluluk da hissedersin, fiziksel acı da.

    belki de başka birgün başka bir gerçekliğe (simülasyon, cennet hangisini istersen) uyanırsın. bakmışsın aslında göz açıp kapayıncaya yaşamışsın koca bir hayatı.

    —çıkış—gerçekten de biyolojik ve simüle edilmemiş bir evrende mevcuttur ancak. lokal entropin sayesinde ölümü gerçekten de deneyimlersin. hücre içini, hücre dışından ayrı tutmak için sarfettiğin o atpleri birgün oluşturmadığında artık yoksundur. toprağa karışmanla birlikte bilincinin hiçliğe gitmesi bir olur insanoğlunun bilinci aktarabileceği bir teknoloji elde edilene kadar.
    (burada tekrar etmekte fayda görüyorum ki bilinç dediğimiz şey beynini ve beynindeki beden imgesini oluşturan hücreler ve onların birbiriyle değişik kombinasyonlarda ve karmaşıklıkta iletişim kurması ve bunu öğrenilmiş deneyimler ile bir akış halinde fenomenal bir farkındalık geliştirmiş olması halidir. bu bütüne bilinçli sen deriz ki bunun bir de çok daha fazlası ile iradi bilinçdışı hali vardır ki o da yine sensindir.)

    ne var ki bir kez simüle edildiysen defalarca edilmeyeceğinin bir garantisi de yoktur. neden doğduğuna karar veremediğin bir evrende başka kararları da sen veremeyeceksindir.
    yeterince kasvetli bir açıklama oldu sanırım.

    —son niyetine—
    burada o kadar seçenek türettim ama gerçek, her zaman basit bir biçimde açıklanabilir olandır ve her zaman inanması daha zor olandır.

    peki bir varoluşçunun gözünden son bir soru sorarsam eğer:
    “herhangi bir yolculuğa eşlik eden ilk gizem şudur: yolcu başlangıç noktasına en başta nasıl ulaşmıştır?”
    (louise borgan)
    bu belki de yanıltıcı bir soru. zira insanın kendinin farkında olması ve bu soruyu sorabilmesi yolculuğunun ortalarına denk geliyordur ve bu yolculuk, salt ontogenetik olarak değil filogenetik olarak da düşünülmesi gereken bir sorudur. zira canlılık kendi farkındalığına vardığında, yolculuğunun sonuna gelmiş de olabilir. evren dahil her şey, tekrarlayan döngüler ise her bir döngünün diğerinden daha iyi bir “deneme” olması seçilim açısından daha avantajlı gibi görünüyor bana. bu da bizi ilk yazdığım cümleye götürüyor.

    edit: daha önce de belirttiğim gibi girdiğim tüm giriler için derlediğim kaynakları, en alt bölümde yazdım ve alıntı yaptığımda da açıkça belirttim. dileyenler için müsait bir zamanda tez yazım kurallarına göre de kaynakça ekleme yapabilirim. yine dileyenler diğer girilerime bakabilirler, alıntı yaptığımı veya derleme yaptığımı belirtmişimdir. belirtilmemiş ise şehven unutulmuştur, geri dönüşünüz ile en kısa zamanda girebilirim. bu giri, tırnak içinde belirtilen iki cümle hariç bana aittir. aşağıda tırnak içinde belirttiğim ilk sözün sahibini kaynak olarak eklemeyi unutmuşum, müsait bir zamanda ekleme yapacağım.
    lütfen mesaj atarken sözlerinize dikkat ediniz. popüler olmak gibi bir gayem bulunmamaktadır. girinin favori aldığının da farkında değildim. tek derdim özel meraklarıma dair araştırmalarımı gerek pekiştirmek için gerekse paylaşmak için eklemektir. daha önce ısrarlı bir biçimde negatif dönüş yapanlar için tüm girileri silmiştim. hala aynı tepkiler devam edecekse tekrar silmek çok zor değil.
    ——————
  • ''varoluş özden önce gelir'' demiş sartre.

    varoluş aslında tüm sıkıntıların, açmazların, komplikasyonların temelidir. varoluşunu çözen, benimseyen insanın hayatı daha yaşanası, daha anlamlı geçer.

    seversiniz sevmezsiniz nietzsche varoluş konusunda hayatı boyunca kafa patlatmıştır. bir de neden bu dünyada olduğumuzu anlamak için çaba göstermeden yaşayan, bohem, hayvanlardan farksız bir şekilde sadece dürtüleri doğrultusunda yaşayan insanlar vardır. bunlar düşünmeyi, birşeylere kafa yormayı sevmezler. kendilerine gamsız derler ama gamsız onları tanımlamak için yetersiz kalır. bu insanlar piramidin en alt basamaklarında yer alır. hayatlarında futbol, sex, para triosundan başkasına yer yoktur. 70 yaşına geldiklerinde hala alzheimer değillerse belki sorgulamaya başlarlar neden varım diye...

    aslına bakarsanız etraftaki çoğu şey; gördüklerimiz, yaşadıklarımız bizim yarattığımız sanrılar. kimilerine göre yaşamdaki en güzel şey olan aşk da bir hezeyan değil midir? normal bir insanı kafamızda ubermensch yapmak, ona farklı anlamlar yüklemek, tüm yaralarımıza merhem, tüm sıkıntılarımıza, açmazlarımıza derman sanmak, o kişiyi herkesten herşeyden üstün görmek... külliyen saçmalık....

    bence platon'un dediği gibi tamamen yansımaların; nesnelerin dünyasında yaşıyoruz. etrafta gördüğümüz herşey geçici, değişime başkalaşmaya mahkum. sabit, statik hiçbirşey yok. zaten doğada birşey değişmiyorsa ölmüş demektir. sabit, sonsuz hiçbirşey yok değersiz hayatımızda. bir ruhumuz var...

    bir de idealar dünyası var. değişmeyen, hep var olan, ezeli, ebedi olan. nesnellikten uzak varlıklar. allah gibi. işte asıl gerçek bu. gördüğümüzün biraz daha derinine inelim, kilitli kapıları kurcalayalım.

    inanın insan varoluş çırpınışlarına, aldatmacalarına kendini ne kadar çok kaptırırsa; ya nietzsche gibi önce üstünlük kompleksine bürünüp sonra felçli bir şekilde delirerek ölür ya da ömrünü depresif, kronik melankolik geçirir.

    çözüm; tamamen ruhumuzda...
  • varolu$ gurul gurul caglayan bir $elale gibidir. ainulindale'nin ilk tinilarinin duyuldugu o sifir noktasindan ba$layarak hicligin kiyilarina dogru sonsuz bir azamet ve gorkemle akmaya ve dokulmeye devam eder. varolu$ her yerdedir, icimizde ve di$imizda, hem cok uzak hem de cok yakin. maddesel realiteler varolu$un kaba uzantilaridir. o bir agactir, canlidir ve tazedir. ye$il ve özsuyuyla dolu bir pinardir. realiteler bu agacin kabukla$mi$ kisimlari gibidir. oraya dokunabilir, orayi gorebiliriz. ama agacin özü icindedir. kimisi tadini, kokusunu, dokusunu sevdiginden; ya da kim bilir sadece oyle olmasi i$ine geldigi icin sadece agacin kabuklariyla ilgilenir. kimisi ise kabugun sadece kurumu$ ve gercekte "ölü" olan bir doku oldugunun farkina varir ve agacin devamliligini saglayan $eyin derinliklerine bakmak ister. gercekte de agac her daim ye$ildir. ölen, dokulen, bozulan ve yok olan sadece realitedir, kabuklardir. gercek ise agacin icinde bir yerlerde saklanmaya devam eder.

    insan, varolmanin hakiki bilincine varabilmi$ tek varlik olma iddiasina sahip... i$te trajedi, i$te komedya! i$te yanilgi! insan, hicbir $eyin farkinda degildir. milyonlarca yillik evrimsel sureclerin insan irkina kazandirdigi muhakeme, kavrama, mantiksal du$unme ve alet kullanma gibi meziyetler insani varolu$undan -ve ona ickin bilincinden- bir bicak gibi kesip koparmi$tir. planetin uzerinde bu kopu$u ya$ayan tek tur biziz. bunu gorebilmek icin sadece dogaya bakmamiz yeterli. insaogluna bakildiginda ise kurulmu$ bir gerceklik duzeni ve ona adapte olmu$, adapte edilen veya buna zorlanan kuru bir kalabalik goruluyor, ba$ka bir$ey degil. illuzyonlarin idame ettigi bir dunyanin tam ortasinda, camurun icinde debelenip duruyoruz, hemen yani ba$imizdan akan buz gibi ve gurul gurul sulari goremeden!

    insan bilinci, varolu$un kukreyen $elalesinde sadece bir damladir, diger her$ey gibi. gercek varolma duzleminde turler, cinsler, canli/cansiz gibi ayirimlar yoktur, olmamalidir. varolan her$ey o $elalenin icinde birer damladir ve o'nun devindigi yere dogru, o'nu olu$turarak, ondan birer parca olarak ve o'nu tamamlayarak; o'nunla beraber akmaya devam ederler.
  • konuyu epistemolojik, ontolojik veya başka felsefi yollar yerine biraz kuantum fiziği biraz ilişkisellik ve işlevsellik özelinde irdelemek niyetindeyim. ara ara ontoloji ile birleştiği yerler, kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

    biraz ileriye sarıp önemli gördüğüm ilişkisellikten bahsetmek istiyorum. bir yazımda bahsetmiştim feynman ve lee smolin gibi fizikçiler fizik yasalarının da neden evrimleşmediğini, değişmediğini sorgulamışlardı.
    öyle ya değişim her yerde neden fizik yasalarında da olmasındı?
    yasaların evrimini ve süreçlerini açıklamak için belki de önce zamandan bahsetmek gerekir. burada beynin oluşturduğu zaman algısından değil fiziksel bir olgu olarak zamandan yani hareketin ölçüsünden bahsetmek gerekiyor.
    bizim evrenimizde entropi hariç tüm yasalar zamanın simetrik olduğunu söyler. ki aksini söyleyen düşünceler de mevcut. aslında akdeliklerle ilgili birtakım gözlemsel sonuçlar bulunursa entropinin de zamanda simetrik olduğu ortaya çıkabilir. hali hazırda weyl eğrilik hipotezi bunu ispatlayabilir görünüyor. rovelli gibi başka fizikçiler başka yollarsan aynı sonuca ulaşırlar. yine keza hawking'in de başka yollardan ispatları olmuştu.

    ilişkisellik ise en başında insan beyninin çalışma biçiminde var. beynin, bir şeyi “tanımlaması” için o şeyi karşılaştırma yapması gerekir. tipik bir bayesçi mantık süreçleri silsilesi.
    sosyal bir yaşam içinde beyin, elindeki imkanlar dahilinde ancak “göreli” şeyleri kendine bir “ölçüt” olarak koyabilmiş.
    her şey bir referans çerçevesi ile anlamlı ve tanımlanabilir.

    multi evrenler için de benzer şey söz konusu olabilmekte. ben bu konuyu biraz şuna benzetiyorum. bu örneğimi başka girilerde de vermiştim sık sık.
    diyelim ki sık bir ormandasınız. hiç bir yol yok. ancak bir kez, bir yerden geçtiğiniz mi artık o yol arkanızdan gelenler için patika olur. insanlar oradan geçerler veya oradan geçmeye eğilimli olurlar. bu bir tasarruftur tıpkı karıncaların yaptığı gibi.
    rastlantısal gibi görünen şeyler belki de bir üst seviyede öyle olmayabilir. işte bu patika bir evrenden diğerine böyle yol yapmış veya aktarılmış olabilir mi? aktarım yolları üzerine derin fizik teorileri için smolin'e başvurmak gerekir. niyetim bu yazıda bunları ispatlamak değil. bir düşünce deneyi olarak bazı şeylerin bazı şeyleri yapmaya “eğilimli” olabileceği ve “ilişkisellik” üzerinden varlık denilen olguyu ve dönüşümünü açıklamaya çalışmak. eğilim kelimesini kullanırken kesinlikle amaçlı bir davranış değil daha ziyade rastgelelik barındıran bir meyilden bahsettiğimi belirtmek isterim. rastgelelik ifadesini de determinist bir evrende, bilgi yoksunluğunu ifade etmek için kullandığımız anlamıyla kullanıyorum. meyil dediğim şey de aslında yasa.

    bu patika örneği beyinde öğrenme esnasında oluşan sinapsların yeni yol yapması ile aynı ilkeye sahiptir. pekiştikçe o yollar kalınlaşır.
    rastlantı konusuna geri döner isem bu konuda özgür irade ve evrimsel yolda gelişmiş ilişkisel insan davranışlarını çok basit bir şekilde açıklayan bir oyun vardır: conway'in game of life oyunu.
    bir simülasyon argümanı örneği olan bu oyun, sadece basit birkaç başlangıç koşulu ile nasıl da karar veren, örüntü takibi yapabilen ve evrilen canlılar ortaya çıkabileceğini çok basit bir şekilde ortaya koyuyor. bu evren, sadece birkaç başlangıç koşulu ile tekrarlayan şekilde davranışlar gösteren ve zaman içinde gelişen, fine tuning yapan bir takım kurallar, yasalar ortaya çıkarır (fine tuning işlemi genel anlamıyla evrim dediğimiz yasayı ifade eder). bu yasalar tamamen o başlangıç koşulundaki üç kural ile oluşmaya “meyilli”dir. bir yasanın diğerleriyle veya içindeki varlıklar (bizim evrenimizde canlılar) ve çevre ile olan ilişkiselliği de onun paralel evrimine neden olur.
    conway'in evreni, basitliği sebebiyle deterministtir. kuantum rastgelelelik ise insana özgür irade (tabi mutlak olandan bahsetmiyoruz kendi ilişkisel ölçüsünde) veremez mümkün değildir. bir şeyler rastgele oluşuyorsa o şeyleri öngörüp ona göre tavır almak mümkün değildir. ama bir şeyler belirli bir örüntü oluşturmaya eğilimli ve bu konuda tutarlı ise (karşılıklı ilişkisel değişim ve gelişimler bu tutarlılığı bozmaz) varlıkların onları öngörmeleri ve hayatta kalımları mümkün olur (özgür irade başlığında detaylı bahsetmeye çalıştım)
    yani burada determinist düşünceyi öngörülebilir yasalar olarak değerlendiriyorum: patika örneğini düşünün. bazı şeyler “istatistiksel” olarak bazı şeyleri yapmaya yatkındır. bir kez oldu mu onu tekrarlama eğilimine girer ve pekiştirir, artık pekiştirmeden sonrası enerji kullanımı açısından tasarruftur. bana göre işte bunlar, doğa yasasıdır. bu yüzden akıllı veya değişen ve hafızası olan bir varlık, hele ki doğada bu örüntüleri farkedip kendi hayatta kalımı için kullanabilmiş (adaptasyondan başarı ile çıkmış) bir varlık, işte bu “örüntüleri” yakalayabilir.
    bunlar nedensel olmak zorunda değildir belki ama “ilişkiseldir”. nedensellik muhtemelen insan bilincinin ürettiği bir fenomendir (bakınız bilinç vs bilinçdışı başlığındaki yazım).
    elbette ki kaotik sistemler, başlangıç koşullarına aşırı bağlıdır ve bizim evrenimizde de vardır ve şimdilik çözülemezdir. ancak bu onların bir örüntü oluşturmaya meyilli olmadıklarını göstermez. aslında örüntüler ve yasalar, kaotik sistemin kaos ile düzen arasında gidip gelmesi ile oluşur. yarı kararlı state durumunda olması ona varoluşun kapısını açar. zira sabit olan her şey ister düzenli olsun; ister kaotik, hep aynı durumda olduğu sürece varoluşa geçemez. literatürde kaosun eşiği denilen bu aşama, bu şekilde varoluşu açıklar.

    bu konu ile benzer şekilde, entropinin aslında zamandan bagımsız olarak genelde yüksek; lokal alanlarda ise düşük olduğunu da söyleyebiliriz. öyle ki her daim yüksek olan bir entropi ya da tam tersi bir varoluş, değişim yaratmaz. ancak kuantum dalgalanmanın izin verdiği ölçüde yüksek ve ondan biraz düşük olan bölgeler arasındaki etkileşim, düşük olan kısımlarda bir varoluş tetikler. sistemden çalarak dengeden uzak bu yapısını koruyabildiği kadar da o varlık için ömrü devam eder. sonrasında ise özüne geri döner. bu açıdan entropinin genel olarak yüksek olduğu “genel” için zamanın oku yoktur da diyebiliriz.
    yani zamanın oku (kümülatif olarak bir yönü göstermesi; aslında kuantum seviyede geçmiş ve gelecek iki yöne de olan, ama daha büyük ölçekte kümülatif veya istatistiki bir birikim ile çoğunluğun bir yönü tercih ettiği) evrenin tamamında geçerli değil. sadece varolan yapılarda geçerli. evrenin kalanı ise zaten sadece etkileşimler zinciridir. varolan yapılar dışında bir yapı yoktur. sonsuz kuantum potansiyellerin coherence durumu, decoherence bir durum oluşana kadar sonsuza dek sürer. sonsuz olasılıklar dalgası yüksek bir entropi barındırır ve kuantum dalgalanma sebebiyle aralarında oluşabilecek herhangi bir etkileşim o dalga halini bozar ve ortaya bir varlık cıkar. bir parçacık. bu şekilde o varlık için artık zamanın tik takları başlar. çevresine göre görece düzenli olan bu yapı bunu korumak için sürekli çabalar. ta ki tekrar genel yapıya dönüşerek yani yok olup, onların içine karışana kadar. yüksek entropiye, kaosa dönene kadar.

    bu noktada o yüksek entropi içindeki potansiyel veya olasılıklar havuzu eşittir var olmayıştır. o da eşittir ezeli ve ebedi olmak. zamana tain olmamaktır. evrenin genelinde zamanın akışı diye bir şey yoktur. zamanın akışı var olmuş yapılar için geçerlidir. geçici düzen oluşturan bu yapılar için geçerlidir. aksi durumda dalga formu coherence hali bozulana kadar sonsuzluk içerir. olasılık veya potansiyeller denizi.

    peki neden bazı şeyler var sorusunu hala cevaplamadık. ancak ilişkisellik, değişim ve “eğilim”, “meyilli olmak” ile ilgili bağlantıları oluşturmuş oldum.
    burada kuantum istatistiğine girmek lazım gelir.

    conway'in oyununda ilk başlangıç koşulları önemli idi. bir kural koyucu var idi. peki kural koyucu olmadan kuantum köpük ya da kuantum dalgalanma ile açıklayabilir miyiz? şunu unutmamak gerekir ki tüm kuantum köpük açıklamaları aslında şunu söyler: her şeyden önce zamandan bağımsız ezelden beri olan bir “kuantum yasası” olmalı ki o yasa kuantum köpük teoremini ortaya atsın. burada bir kurala uymaktan bahsediyoruz.
    peki o kural nereden geldi?
    diyelim ki nedensiz bir eğilimi var ve kuantum yasalarını oluşturuyor. bu yine de “var” olduğunu gösterir. yalnız şuna dikkat etmek gerekir varoluş denedim. varlık potansiyelinden bahsettim. bir üst paragrafım yalnızca varlık potansiyelinden varoluşa geçişi açıklamakta idi. peki varlık potansiyeli nereden gelir?
    iki seçenek var. birincisi yukarıda bahsettiğim gibi ya o ilk başlangıç kurallarını koyucu güç tarafından belirlendi ya da bu yasa ezelden beri vardı. bu noktada onun hep var olması bir kural koyucu olarak bizim evrenimizin boşluktan oluştuğunu söylüyorsa bir kuantum yasa olarak yine kuralları koyuyor anlamına gelebilir.

    bir üçüncü seçenek ise bir küme oluşturmak. istatistiksel bu küme içinde neler vardır:
    var olmanın binbir çeşidi, yasası + yokluk (var olmamak) + hiçlik= toplam küme.

    hiçlik normal şartlarda bu kümenin dışında olmalı. ama bazı fizikçiler eklediği için, ben de denkleme kattım: tüm olasılıklar bunlar çünkü.
    işte bu kümenin hepsi kendinden bekleneni yapıyor ve kendini gerçekleştiriyor. bir yanda yokluk bir yanda hiçlik bir yanda ise varlığın binbir çeşiti ve yorumu ya da olasılığı.
    hepsi birer olasılık oldu şimdi.
    var olan var olmaya meyilli idi. daha doğru bir ifade ile var olan zaten var olduğu için var oldu. yokluk da tersi bir biçimde: hiç bir zaman olmadı. olmayan şeyler hakkında bir fikrimiz yok. neler kaçırdığımızı bilmiyoruz.

    şimdi bu açıklamada da yine aynı yere geldik. bir şeyler neden eğilimli olur?
    burada ilişkisellikten bahsetmiyorum keza henüz birbiri ile ilişkiye girecek varlıklar henüz oluşmadı.

    eğer meyil dediğimiz şey zamanla, değişim ile oluyor ise (patika örneğinde olduğu gibi) bizim aradığımız şey zaman mıdır?

    öte yandan bu kümeye tüm seçeneklerin olduğu bir küme olarak bakalım. tıpkı evrimin çeşitlilik ile değişim oluşturması gibi (en basit örnek x ve y kromozomu rastgele birleşir ve ebeveynin aynısı olmayan bir çeşitlilik ortaya çıkar). bu küme de tüm çeşitleri barındırır.

    her durumda bu istatistiksel kümenin (hiçlik dahil) zamana bağlı veya zamandan bağımsız olarak kendi kendine ya da bir yasa veya kural koyucu tarafından nasıl çeşitlendiğini açıklamamız gerekir mi? henüz makul bir açıklamam yok.
  • "bütün nedenleri araştırır
    bulur sonunda varoluşumun nedenini
    bana hiç bitmeyen yanıtlar verir
    örneğin bilincimi, ayrılmak ya da görmek için
    ya biri ya öteki olmam gerek
    oysa ikisi birdenim ben
    kendisiyle uğraşır bensiz
    o yanıtsız bir ikilemdir (bu adla çağrılınca yanıtlamaz)
    titretir elektrikli yazı makinesini
    yazar bir sözcük
    bir sözcük parçası..." (allen ginsberg, "l.s.d. 25")
  • "sahip oluş yoktur, sadece oluş, son nefesi vermeyi, nefessiz kalarak boğulmayı özleyen oluş vardır." *

    "...ki nefessizlikten değil, nefesten boğulmaktır marifetimiz olric."**
  • gündelik varoluşu bilirsiniz ve hepimiz bittabii görürüz ki insanların ekserisi bu şekilde yaşamaktadır. bunun için çevremize kısaca bakmamız yeterlidir. yemek yemek, su içmek, beraber çokça vakit geçirmek dışsal alanlara ait mefhumlardır. bir de kendi alanlarımız vardır, iç alanlar. kendi iç odanızda karşındakinizle, meşrebinizden biriyle konuşmanıza, yemek yemenize gerek yoktur oysa. meşrep, su içilen yer demektir, bir dostumun dediği gibi, birlikte su içtiğiniz yer. suyu biliyoruz: tahir ve mutahhirdir, temizdir ve temizleyendir, bir dost inceliğinde.

    insan, kendi varoluşuna değil de karşıdakine dikkat kesilince aklı çölleşiyor, yeri geliyor habis laflar edebiliyor. içeri eşik atamanın bir nevi tezahüdür cümlesi. çünkü kendine ait bir ödevi yoktur. yeri geliyor, doğmamış bir çocuğun ruhsal katili oluyor, sözüyle öldürüyor onu. sözüyle yıkıp geçiyor her şeyi. hased döngüsü. doğaya bakışınızı çevirin, doğanın kendisinde böyle salt yıkıcı bir hiyerarşi yer almıyordur.

    bilirim ki ekmek kırıldı mı bir daha yapışmaz.
  • zamanı durdurabilen, mekanı yok edebilen, ruhu ve düşünceyi yok sayabilen bir haldir.

    içimizdeki “varlık hissi”, tek başına her şeyin, her düşüncenin ve her hissin önüne geçer bazen. birden, nasıl da koca bir “bütünün” küçük bir parçası olduğunu anlar insan. zaman, mekân, madde ve insanın günlük hayatta oyalandığı her şey anlamsız ve tanımsız oluverir. anlamsız olması kafaları karıştırır elbette ama o bütünlük duygusu soruları çoğu zaman unutturur. bu duygu insanı farklı sebeplerle, farklı zamanlarda ve farklı uzunluklarda esir alır adeta. işte o zaman insan zamanla, mekânla, düşünceleriyle, ruhuyla yani tüm varlıklarla bir olduğunu hisseder. yani aslında varolşun tek bir şey olduğunu. ayrı ayrı varoluşlar olmadığını. tek bir "şey" olduğunu.

    elbette bu herkesin hissedebildiği bir şey değil. günlük hayatımızın yoğunluğu, uğraşlarımız, yaşam mücadelemiz bizi bu tür hislerden uzak tutabiliyor. belki tamamen uzak kalmıyoruz ama uzun süreli de bu duygularla meşgul olamıyoruz. öte yandan; zaman, mekân, varlık üzerine düşünme, bütünlük hissini yaşama tecrübelerini sanatçı ruhlu insanlar daha sık yaşayabiliyorlar. bazı psikologların dediği gibi sanatçılar çift kişilikli gibi davranabiliyorlar. günlük hayatı yaşayan kişiliğinin dışında sanatçı; başkalarının duymadığını duyan, görmediğini gören, hisseden, düşünen sanatçı kişiliği ile bu tecrübeleri daha sık ve kolay yaşayabiliyor. belki de bu durum, bu tür felsefi bir bütünlük hissinin, günlük hayatın karmaşıklığına kendini kaptırmış insanlar tarafından neden daha az yaşandığını açıklıyor.

    zamanı anlayamamak, insanın zihnindeki temel sorunlardan birisi aslında. çok akla gelmese de en başta kafa karıştıran öğelerden. böyle olunca zamanla ilgili soruların ardından daha derin düşünceler, hisler, sorular geliyor. zamanın anlamsızlığı; hayatı, insanları her şeyi içine alıyor olması, insana onunla bir bütün olduğunu hissettirir. insan tüm varlıkların bir bütün olduğunu hayal eder. kendisini de bu bütünün ve ''akıcılığın'' içinde küçük bir ayrıntı gibi düşünür. bu ona huzur verir, hafif ve sorunsuz hissetmesini sağlar. insan kafasını bu düşüncelerle meşgul ettiği zaman tüm sorunlarını, dertlerini unutabilir ve aradığı huzuru bulabilir. zaten çoğu zaman insanların bu ''mod''a girmesinin sebebi günlük hayatın stresi, yorucu temposu ve sorunlarıdır.

    zamanla, varlıkla, tek olmakla ilgili hislerimiz, düşüncelerimiz yeni değil. insanlık var olduğundan beri bunları üretiyor. ama ne yazık ki huzur veren, sorunları unutturan bu ''boyut''un zihnimizdeki varlığı uzun sürmüyor. bunun sebebi de gittikçe karmaşıklaşan hayatımız, sorunlarla dolu dünyamız. fakat her şeye rağmen bu boyuta ara sıra da olsa geçiyor olmak, yekpareliği, hiçliği, varlığın ve zamanın bütünlüğünü hissedebiliyor olmak çok şey katıyor insana. huzursuz ve sıkıcı hayatımızda buna ihtiyaç duyuyoruz. bu boyuta geçişlere, huzur arayışlarına -en azından düşüncede ve histe- dünya daha huzurlu bir yer olana dek devam edeceğiz. haklıyız da.
  • van gogh:

    "düz bir manzaraya baktığımda sonsuzluktan başka bir şey görmüyorum. bunu gören yalnızca ben miyim? varoluş nedensiz olamaz."

    (at eternity's gate, 2018)
hesabın var mı? giriş yap