• evlat edinilen bir bebeğin kurtulduğunu, ona kol kanat gerecek; sahip çıkacak bir aileye kavuştuğunu düşünüyoruz ya, acaba gerçekten öyle mi? yoksa insanların bencilce eksikliklerini gidermek üzere edindikleri bir öğe mi? önemli bir konu işlenmiş.

    --- spoiler ---

    filmin açılış sahnesinde damızlık hayvanlar ve çiftleşme gösterilmiş. üremenin, doğal yoldan gerçekleşmesini izliyoruz. olmadı mı? tamam, çaresi var. laboratuvar ortamında suni dölleme yapılır. yine mi olmadı? o zaman...

    belli ki bahar ve cüneyt biyolojik anne-baba olmanın yollarını tüketmiş. tek çare evlat edinmek onlar için ama bu sır olarak kalmalı. çocuklarının psikolojisi için mi? hayır. onlardaki bu "anormalliğin" anlaşılmaması lazım.

    vergi dairesinde herkesin başı masaya dayalı halde uyuduğu sahne vardı. sadece bahar uyanık ve huzursuz şekilde sigara içiyor. eksikliği, onu "farklı" kılıyor ve rahatsız ediyor. hamile yastığıyla pozlar verdiğinde çok mutlu çünkü sadece o zaman kusursuzlaştığını düşünüyor. uyuyormuş gibi yaparken bile sırıtması da ondan. hatta o anlarda kocasını bile gözü görmüyor. adamın kafasına meteor düşse, farkında olmaz.

    nihayet haber geliyor ve ilk bebeği görmeye gidiyorlar. dertleri çocuk değil ki, dışarıdan bakınca güzel bir kompozisyon oluşması. bu ilk bebeğin tipini kendilerine yakıştıramıyorlar, mazeret olarak da "sosyal bağ kuramayacaklarını" söyleyip ayrılıyorlar.

    ikinci bebek için yola düşüyorlar ve neyse ki bu sevimli çıkıyor da evlat edinme işlemlerini başlatıyorlar. gerçekçiliği arttırmak için hastaneye gidip kuvözden bebek bile seçiyorlar, fotoğraflık. elaleme gösterecekleri albümlerinde her şeyin eksiksiz olması lazım. hoş, kimse o albümü görmeye meraklı değil ya, neyse.

    tayinler başka şehre alınıyor, yeni bir ev, yeni arkadaşlar... ama yeni bir yaşam değil. mesela sigarayı bırakmak bir yana, çocuğun odasında bile içecek kadar özensizler. ilk zamanlar keyifle alt değiştiren bahar, karakolda "aman azıcık da koksun" deyip geçiştirebiliyor. gece bahar ve horlayan cüneyt'in arasında yatarken, korkudan ağlayan bebek de umurlarında değil. zaten tıka basa yemek yedikleri sahne, onlardaki ruhsal tatminsizliğin hala sürdüğünü gösteriyor. bebek, onların bu açlığını gidermemiş.

    prosedür gereği eve gelen sosyal hizmet görevlisi de baştan savma bir iş çıkarıyor. ne de olsa mevzu sadece formalite! gerçi bebeğin biyolojik ebeveynlerinin ölümüne bile "hah, bu iyi işte" diye tepki verebilen biri, böyle bir işi ne kadar layıkıyla yerine getirebilirdi ki...

    evlerine girip kaza geçiren hırsız, onları, yalanla sadece kendilerini avuttukları gerçeğiyle yüzleştiriyor. 11. kattaki evlerini, camdan giren hırsızdan koruyamadıkları gibi, yalan dünyalarını da gerçeklerden koruyamadılar. boşuna düzen değiştirmişler, boşuna onları kusursuz gösteren fotoğraflar çektirmişler. hepsi boşuna! en sonunda hala şelale yanında o mükemmel poz için uğraşırlarken, o tehlikeli sulara girmeleri de her şeyi yüzlerine bulaştırdıklarını iyi özetliyor.

    bunun dışında film, kamudaki gizli işsizlik ve bozuk düzeni, muhafazakarlığın şekilciliğe indirgenmesini, toplumsal çürümeyi başarılı biçimde gözler önüne seriyor. baş örtümüz ve boynuz selamımız da eksik olmasın, küfrümüz ve sigaramız da(mekruh)...

    hele sınıf sahnesinde, atatürk'ün "ümidim gençliktedir" sözünden sonra, kamera gençlere çevriliyor ya, o an içinizin cız ettiğini hissedebilirsiniz. sonraki sahnelerden birinde öğretmenler odasına gelince, iddaa bayiilerini andıran atmosferle verilen mesaj açık: balık baştan kokar.

    avm'de hepsinin eline aynı içeceğin tutuşturulması da tek tip tüketimin pompalanması ve b.k varmış gibi ona yönelmemiz galiba.

    --- spoiler ---

    yönetmeni rahatsız eden çok konu varmış anlaşılan ve hepsini haykırmak istemiş. duyarlılığı için tebrikler ama keşke içinde biraz umut kırıntısı olsaydı. film gerçekten kötü hissettirdi. ne kadar bencil ve b.ktan olduğumuzu bağırıyor adeta.

    yine de bu anlamlı yüzleştirme için teşekkürler.
  • albüm; ''bir müzisyenin/müzik grubunun kendisini ifade etme şekli'' olarak tanımlanabilir: tek tek şarkıların; bir çatı altında toplandığı, belli bir bütünlük/ortak paydada buluşma fırsatı kazandığı bir format olarak.(elbette öncelik olarak şarkıları baz almak gerekir, bir müzisyen kendisini şarkılarla ifade eder/dinleyiciye şarkılarla kavuşur; fakat albüm, bu ''buluşmaların'' bir anlamda tek başlık altında toplanması ve ister istemez bütünsellik oluşturabilmesi açısından daha farklı bir anlam taşır.) bu format/birliktelik dâhilinde; ortaya sanatsal, sosyolojik, psikolojik -günümüzde artık gönül rahatlığıyla tarihsel de eklenebilir- vs. pek çok anlamda değerlendirilmeye müsâit/açık bir alan ortaya çıkar: şarkılar, şarkıların ayrı ayrı ifade ettikleri ve gerek albümdeki sıralarıyla, gerek sahip oldukları sound ile toplamda ortaya koyduklarıyla söyledikleri; albüm kapağı ve kartonetinin yarattığı imaj ve dinleyiciye kattığı her şey...

    bu sebeple albüm dinlemek; türü, niteliği ne olursa olsun ''popüler'' etiketli -tanımlar dâhilinde kısmen tüketim amacı da taşıyan- müziği daha ileri ve çok boyutlu olarak ele alabilmeye/sindirebilmeye de yardımcı olur, buna paralel olarak da dinlenenden/anlaşılandan alınan hazzı da ileri seviyede arttırır dinleyici adına. (popüler etiketi taşıyan ürünlerin büyük ölçekli olarak single olarak yayımlandığı günümüzde doğal olarak bu gibi imkânlardan da mahrum kalır dinleyici.) kuşkusuz burada en önemli nokta, albüm*ün müziğin yorumlanabilmesine/anlaşılabilmesine kattığı muazzam etki olsa gerek; dinlenen/edinilen bir ürünün dinleyiciye pek çok anlamda katkıda bulunabilmesi/dinleyicide belli bir imaj oluşturulabilmesi gibi. kaliteli müzik; albümle beraber daha fazla değer kazanır, kalıcı olur, daha kaliteli ve nitelikli bir ''sanat ürünü'' de meydana getirebilir. (pop etiketli ürünlerden bahsediyorum elbette.)

    ''yorumlamaya kattığı anlam'' en önemli nokta demiştik; bunu biraz kurcalayalım:

    albüm; sonrasında oluşturuduğu külliyât* ile beraber, geçmişe dönük/geçmişin ürünlerini dinleyen ortalama bir dinleyici için ''oluşturduğu/yarattığı imaj'' bakımından ortaya konduğu dönemdeki dinleyiciye göre daha farklı -yerine göre daha az, yerine göre daha fazla- anlam içerir: 1967'de yaşayan bir genç, aynı yıl içerisinde sgt. pepper's lonely hearts club band, the velvet underground & nico, are you experienced?, axis bold as love, surrealistic pillow, the piper at the gates of dawn, the doors, strange days, buffalo springfield again, something else by the kinks, the who sell out, disraeli gears ve songs of leonard cohen gibi aklıma ilk gelen örneklerin başını çektiği dopdolu albümleri dinledi; kimilerine bayıldı/ait oldukları türleri kendisine şiar edindi, kimilerindense nefret etti ve ''bu grup bu albümle sıçmış hocu, eskiden böyle miydi bunlar?!'' dedi. kendince, kendi zevkince ait olduğu senenin ürünleriyle belli noktalara vardı, belli çıkarımlarda bulundu. benzer bir gençse, 2013 senesinde ''kim ulan bu jimi hendrix, listelerde falan hep en iyi gitarist gösteriliyo; daron malakian'dan iyi olabilir mi ki?!'' fikriyle jimi hendrix şarkılarını youtube'da aratıp dinledi. tahmin edileceği üzere beğenmedi, zaten çok da üstünde durmamıştı. oysa bu delikanlı, günümüz müziğinde büyük ölçekte mevcut olmayan ''albüm'' formatına (sadece dinleyicilerden kaynaklı değil, müzisyenler de albüm zahmetinde pek fazla bulunmuyor; bulunanlar da albüm kavramına geçmişte yüklenen anlamlara rahmet okuturcasına toplama mantıkla hareket ediyor.) biraz olsun âşina ve ''albüm'' tanımına yüklenebilecek anlamları bilmiş olsaydı, jimi hendrix'in evvelâ albümlerini dinleyecek, ondan sonra yorumda bulunabilecekti. o bütünsellik içerisinde, göremediği/mantıksız bulduğu gitarist kıstaslarının büyük ölçekte ''hız'' üzerine zannettiği gibi kurulu olmadığını da bu sayede anlayabilecek/anlamaya yaklaşabilecekti.

    gitarist örneğini aslında klasik olduğu için vermek zorunda kaldım; yoksa mesela pink floyd'un ''efsane'' tanımlamasını duyan iyi niyetli bir hanım kızımızın bölük pörçük şekilde comfortably numb, scarecrow, sorrow, pigs on the wing ve san tropez dinlemesi ve doğal olarak hiçbir şey anlamayıp içlerinde en kendi ölçülerine yakın comfortably numb'ı seçmesi ve bir anda pink floyd ''hayran''ı kesilmesi daha güzel bir örnek. oysa ait olduğu ''albüm'' düzleminden koparılmış pek çok şarkı, -ki comfortably numb da buna ''muazzam'' bir örnek- ayrı durduğunda da ''büyüleyici'' olabilse de, dinleyene kısmî ve geçici bir hazdan başka bir şey vermez pek. (oysa the wall'u baştan sona bir kez dinlemiş birisi, comfortably numb'ı ve demek istediklerini anlayacaktır.) büyük ölçekte konsept albüm tanımı içerisinde geçerli bu durum elbette; ama büyük müzisyenlerin albümlerine olan yaklaşımları/ortaya koydukları göz önünde tutulduğunda pek çok albümün pek çok şarkısı da bu kapsamda değerlendirilebilir. dediğim şu; geçmiş albümleri gelecekten dinleyen bizler, elimizdeki teknoloji sayesinde istediğimiz kısımlarından kesip keyfiyetimiz uyarınca dinleyip/tüketebilir, hükmümüzü de hemen ardından kolayca verebiliriz. ama söz gelimi; 1967'de yaşayan genç; -diablo iii'ü bekler gibi, delicesine- şimdilerde tek bir tıkla ulaşılıp/heder edilebilen albümleri/şarkıları bekledi. hâyâl kırıklığına uğrayıp ''buna mı bekledik ulan?!'' dedikleri de oldu, çılgın gibi dinledikleri de. ama; ait olduğu lp kültürü, bekleyip/sindirebilme süresi ona belli görüşler/zevkler/bakış açısı kazandırmıştı, bu sebeple de daha doğru, yerinde ve âdil çıkarımlarda bulunabildi; bu ''yorum'' yeteneğinin yanı sıra albümün belirttiklerine, hissettirdiklerine, işaret ettiklerine/anlattıklarına sahip olma, kendini buna ait/bunun sahibi/parçası olarak görme yetisine de sahip oldu.

    aslında bu her noktada/üründe genelleştirilebilir; söz gelimi batman serisinin christopher nolan'sız filmlerine çamur atma becerisi -olayın çizgi roman bileşeninden habersiz olan ve çizgi romanın ruhundan, çizgi romanla çizilen batman profilinden habersiz olanlardan söz ediyorum-, the matrix'i 2013 'te izleyen bir gencin ''ee, bi numara yok ki bunda??'' demesi ama aynı tarihli oblivion'a ayılıp bayılabilmesi ve tüm bunların eski yavşaklığı olarak tanımlanabilmesi gibi. (tanımda sıkıntı yok, fakat eskiye dair her şeyin bu kapsamda değerlendirilip daha fazla tüketim anlayışına farkında olunmadan yönelinmesi yanlış. birisi çıkıp ''nolan çizgideki batman'le âlâkasız, bence serinin en sağlam filmi batman returns'dür hocu.'' derse bunun eski yavşaklığı tanımına girmesi için önce oturup irdelenmesi lâzım, en önemlisi karşı argüman sunabilmek için batman'le âlâkalı pek çok şeye de hâkim olmak lazım.) (konu sinema değil elbette, ama malum; sinema daha câzip/kolay gelen bir tür, e hâliyle her ''klasikleri izledim.'' diyenin kendince yorum yapabildiği bir alan. bu yüzden örnekleri de çok canlı oluyor.*)

    mesele aslında ne olursa olsun bir ''gelenek'' meselesi. belli kalıpları olan/belli geleneği olan bir ürün/tür, bu türün biricikliğini ve karakteristiklerini bilmeden yorum yapanlarca heder ediliyor aslında. albüm, tam da bu noktada önemli; bu gelenek/karakteristik, o müzisyenin -eğer yetkin bir müzisyense- o yıllardaki tarzı, duruşu, görüşleri, yaşadığı çatışmalar, zevkleri vs. her şey o albümle kendisini yoğun bir şekilde gösteriyor: john lennon'ın run for your life ve jealous guy'ını ardı sıra dinleyip, kadınlara bakışında yaşadığı değişimi görebilmek de önemli değil midir? punk çılgınlığının yarattığı etkiyi, dönemin punka ait olmayan albümlerinde de gözlemlemiyor muyuz?* white albumwhite album yapan, müziğiyle/içeriğiyle nefis uyumlu kapağı değil midir? bugün pipili bebek denince neden ''hello, hello hau lo'' diyesimiz gelir?

    mesele bir fetişizmin ötesinde, ortaya konan esere gerçekten esermiş gibi davranabilmek, onun da belli bir bütünlükte inşâ edildiğini görebilmek ve dinlenenlerden pay çıkarabilmek/belli bir yorum kabiliyetine sahip olabilmek sanırım. müzik; göstermek yerine dinletip duyurmayı seçen, biraz daha zahmetli bir tür ve yoruma her zaman fazlasıyla açık bir ''çağrışım sanatı'' olduğu için, albümün rolü de bu kapsamda daha önemli hâle geliyor. pop etiketli bir tüketim ürünü olsa da, sahip olduğu/içerdikleriyle bir roman kadar değer kazanıyor, dinleyene o yılki müzisyeni her şeyiyle tanıtıyor; duyuruyor, öğretiyor. oysa bir albüm, yetkin ve işini ciddiye alan bir müzisyenin ürünüyse; emek, düşünce, içerik taşır kesinlikle. içerdiği 14 tane şarkı, dinleyende 14 şarkıdan daha fazla bir haz, birikim ve iz bırakır. geçmişe ait her nitelikli eser gibi zamanının ruhunu, toplumunu, siyâsal/sosyal iklimini, sanatçının psikolojisini ve teknolojisini dinleyene ulaştırır. bugün örneğin vietnam savaşı'nı, gözümüze sokulan demeçlerle değil; o tarihlerdeki aktivist müzisyenlerle ve ortaya koyduklarıyla da irdeleyebiliriz. savaş gerçeğini the final cut'tan dinlemek bambaşkadır.

    müziği tüketmenin ötesine geçip, nitelikli şekilde ''dinleyebilmenin'' önemli bir aşamasıdır albüm kültürü. (single kültürü de farklı ve önemli elbette, fakat konu şimdilik ''albüm''.) kronolojiye uygun, sindire sindire albüm dinleyebilmek; müziği kaliteli dinleyebilmektir, anlamaya/duymaya daha yakın olabilmektir, yetkinliktir, güzeldir.
  • öncelikle aldığı ödüller için yönetmen mehmet can mertoğlu ve filmde emeği geçen herkesi tebrik edelim. birden çok ülkenin yapımcı ortağı olarak katkı sağladığı bu filmde görüntü yönetmeni harika bir iş çıkarmış, ancak eleştirilecek de birçok yönü var filmin. bana göre güzel başlayan, giderek kendini tekrar eden ve son olarak tatmin etmeyen bir finalle sona eren film.

    --- spoiler ---
    evlat edinme meselesinin merkeze oturtulduğu film bir boğa ve bir ineğin çiftleşme sahnesi ile başlıyor. bazılarınca ilgisiz ya da gereksiz bulunsa da yönetmenin tercihini başarılı buluyor, vurucu bir giriş olduğunu düşünüyorum.

    filmde roy andersson esintilerini görmek beni çok mutlu etti.

    film boyunca bürokrasinin ne kadar kokuşmuş olduğunu görüyoruz, bu açıdan hayli gerçekçi ancak diyalogların (özellikle müdürler ve emniyet amiri ile olanlar ve tabii aşırıya kaçan küfürler) gittikçe birbirine benzemesi ve tekrar etmesi bu gerçekliğe biraz olsun gölge düşürüyor.

    11. kattaki eve "pencereden" giren hırsızın ev sahiplerine yakalanması ile birlikte balkondan aşağı atlayıp hayatına son vermesi de garipsediğim sahnelerden.

    gelelim filmin finaline... çok fazla olumsuz bir şey söylemek istemiyorum ancak tek kelime ile "olmamış". film boyunca evlat edindikleri çocuğu kendileri yapmışlar gibi izlenim vermek adına bir sürü absürt fotoğraf çekerek bir albüm oluşturmaya çalışan ailenin, bu sırlarının aslında bir sır olmadığını anlamaları üzerine başka bir yere hatta ülkeye gitme çabaları o kadar havada kalan bir olay ki beni hiç ama hiç tatmin etmedi. zaten film de bu noktada bitiyor, ne olduğunu bilmiyoruz. bu da sonunu izleyiciye bıraktık kısmı sanırım. az önce saydığım nedenle birleşince facia bir final diyebilirim. kendisi ile yapılan söyleşide finalin dört sene içerisinde değiştiğini belirtmiş. değişmemiş halini cidden çok merak ettim. bundan daha kötü bir son değildir muhtemelen.

    --- spoiler ---
  • mp3 shuffle dizilerinin haksız rekabetinde unutulmaya yüz tutmuş bir konsepttir albüm. albüm dediğin şeyin bir felsefik bütünlüğü vardır, yapan kişi bir mantık çerçevesinde sıralamıştır şarkıları. en azından buna saygı göstermek icap eder. track 1'den başlayınız, sona kadar gidiniz, tercihen...
  • ilk uzun metraj için oldukca başarılı film. ancak deyip spoilera geçiyim

    --- spoiler ---

    sahneler arası geçişlerde bir planda çok uzun kalma. özellikle tercih edilmiş belli ama oldukça sinir bozucu geldi bana. film boyunca hadi gecelim artık şu planı dedim durdum.

    toplumu olduğu gibi göstermiş evet ama negatif bakış açısıyla. film boyunca hep bir turk toplumu eleştirisi vardı. hatta bunu içermeyen sahne yok gibiydi. hep bir absurdluk sınırında ama oraya geçmiyor film hiç.

    toplum baskısı üzerinde çok durulmuş, kısır olduğunu etrafa söylemek istemeyen bir çift var ortada. torpil mekanizması, en son çada gitme mevzusu. gülen cemaatine ya da fetö her ne demek istiyorsanız ona bile gönderme yapılmış filmde.

    sempati duyabileceğiniz tek bir karakter bile barındırmıyor film. öznel açı içeren tek bir sahne bile yok sanırım; karakterlerin gozunden bakamıyorsunuz. bu da filmi içselleştirmenizi önlüyor. karakteri anlayabildiğim filmleri daha çok seviyorum sanırım.

    gelelim olumlu yönlerine; ilk giriş sahnesi ve doğurganlığa vurgu. hem çekim planı olarak hem de doğurgan olmanın basitliği üzerine oldukça iyi bir sahneydi.

    vergi dairesi sahnesinde sahneler arası geçiş çok başarılı. antalya - kayseri, akdeniz rahat - içanadolu tutucu karşılsştırması da oldukça iyiydi; özellikle sınıf sahneleri. tek bir sahne ile bunu verebilmiş.

    türk topkumuna dair detaylarda gizlenen pek çok gözlem var filmde. negatif bir filtreden geçmiş sadece.

    --- spoiler ---

    yönetmenin iyi bir gözlemci oldugu belli, ne diyelim bol ödüllü bir ilk film; yolu açık olsun.

    ps: biraz dağınık oldu sonra gözden geçirip toplanacak bu entry
  • 105 dakikalık, 2016 yapımı film. 6 / 10.

    1988 doğumlu yönetmenn mehmet can mertoğlu'un ilk uzun metrajı, biçim olarak derli toplu duran bir yapım.

    mertoğlu'nun hem yazıp hem yönettiği albüm'ün, iyi düşünülmüş tarafları olduğu kadar eksikleri de yok değil. bol bol uzayan sahneler, türk sinemasının kronik sorunlarından olan, vasat altı ses kurgu-miksajı göze çarpanlar.

    fakat asıl aksaklık senaryo ve yönetimde dikkat çekiyor. mertoğlu, kurum bürokrasini göstereyim diye hırsla uğraşırken, iki- mış gibi yapmak üzerine ihtisaslaşan- kahramanının, cüneyt ve bahar'ın hayatının üzerine gitmeyi bir kenara bırakıyor. hikaye ne zaman kahramanlarımızın üzerine odaklanacak derken, kendilerine çok da yaklaşamadan film bitiyor. akışta yalnız bırakılan karakterler tam da ritmini yakalamış; şebnem bozoklu ve murat kılıç filmde çok iyi bir orta sınıf kimyası yakalamış ve "unutulmaz" (!) bir çift olmaya ramak kalmışken hem de... dahası, yönetmen kantarı iyice bürokrasi&kurumlar eleştirisi belgeseline doğru çekerken, 15 yıldır sigaranın yasak olduğu kamu mekanlarında "fosur fosur" sigara içen karakterler, dış çekimlerde "yepyeni" model araçlar gözümüze çarparken 1995 model crt monitörlerden perdeye yansıyan oyunlarla kendi gerçekçiliğine ve devamlılığına da çelmeler takıyor.

    bütün bunlara rağmen, başarılı gözlemlerin ürünü olan, kara komediye yakın sekanslarda ve aslında gerçekçi linear örgüden uzaklaşıldığı bazı özel anlarda (16.-20. dakika ve 88.-89. dakika örneğin) senaryo nefes alıyor, karakterler yürüyor. diğer yandan özellikle iki sekansta ekrana adeta postmodern bir tablo "yapıştıran" görüntü yönetmeni de * notlarım arasında. sonuç olarak yerli festival filmlerini seven sinemaseverler halen görmedilerse, görülmeye değer bir "ilk film" onları bekliyor...
  • bence filmin adı "sigara" olmalıydı. hiç görmediğimiz albümdense film boyunca paket paket içilen sigara daha iyi olurdu.
    orta sınıfın bayağılığı ve toplumsal ilişkilerin boğuculuğu üzerine iyi bir temel.
    fakat ben fazla deneysel buldum.
    çok gereksiz sahne vardı ve gereksiz uzunlardı bazı sahneler. uzun sahne izlemeyi severim bu arada.
    çad'a gidelim falan ise absürtlük ile saçmalık arasındaki ince çizgiyi biraz geçti.
    genel olarak diyalogların absürtlüğünü sevdim açıkçası. özellikle hastane önünde beklerken arkada tekerlekli sandalye ile gidip düşen ve kimsenin aldırmadığı kişi gayet ince bir detaydı.
    bu tarz filmler seviyorum umarım daha iyilerini yapar genç yönetmen.
  • cannes film festivali'nden en yenilikçi yönetmen, adana film festivali'nden en iyi yönetmen ödülüyle dönen film.

    filmin, yönetmeni mehmet can mertoğlu, filmloverss'tan utku ögetürk`e konuşmuş. yılda 700-800 film izliyormuş. özellikle türkiye'deki eleştiri mekanizması ve ilk filmini çekmek isteyen yönetmen adayları için söyledikleri, filmin nasıl bu kadar başarılı olduğunu da ispatlıyor.

    röportaj da burda.
  • bu ülkede yapılmış en sağlam kara mizah örneklerinden biri olan filmdir.

    'yeter ki bizi iyi bilsinler' örtülü gerçekliğinin altındaki acı hakikati kendi sakinliğinde irdeliyor.

    dünya yıkılsa fotoğraf çekmeden duramayan, ilgi manyağı gösterişçi gerzeklerin, kutsal diye yutturulan bazı kof değerlerin ve insan varoluşunun üzerine izlediğim en iyi yerli işlerden biridir.

    burjuvazinin çekiciliği artık gizli değil, mide bulandırıcı bir netlikle apaçık ortada.
    mevcut iktidarla beraber, ciğerinin kaç para olduğu ayan beyan ortaya çıkan orta sınıfın ikiyüzlü ve sahte dünyasını gözler önüne seriyor.

    'dışarıya karşı iyi görünelim' diye saray yaptırıp, vatandaşı çöpten ekmek toplayan ülkenin insanlarının filmi.

    orta sınıf ve orta anadolu fotoğrafı; olay antalya-kayseri hattında geçiyor.
    anadolu'ya özgü ama nerdeyse rumbavari bir absürdyen yabancılaşma.
    filmin afişi bile gösterişe ve popüler olmaya karşı duruş sergilemekte.
    senaryo detayları ve sanat yönetmenliği muazzam.
    özellikle komiser karakterine sinemada çok gülmüştüm. *

    belki, daha çarpıcı bi final olabilirdi diye düşündüğümü hatırlıyorum; fakat, bu filmin yönetmenine* kalmış bir şey tabii ki..

    emeği geçenleri kutluyorum.
  • bu yıl cannes film festivali'nin la semaine de la critique bölümünde yarışacak mehmet can mertoğlu'nun ilk filminin adı.

    filmekimi sonrası edit: genç bir yönetmenin ilk uzun metraj filmi için fazlasıyla iyi. özellikle diyaloglar çok çok iyi.
hesabın var mı? giriş yap