• başarılı bir öğrenciydim ve bu başarıda ailemin bana sunduğu sonsuz imkanların da farkındaydım. annem doktor olmamı çok istedi. üniversite sınavı hazırlık aşamasındaki tüm denemeler benim tıp kazabileceğimi gösteriyordu ama ben mimar olmak, üstelik ailemden uzakta, istanbul’da okumak istiyordum.
    o dönem annem motivasyonumu düşürmemek için çok üstüme gelmiyordu ama fırsat bulduğu her an bilinçaltıma tıp yazmam gerektiğiyle ilgili düşünceler ekiyordu. bunu hissettiğim anlarda sinirleniyor istanbul yetmez belki yurtdışında okurum diye ona meydan okuyordum.
    o bunu farketmese de maalesef inatçılık bana annemden geçen bir huydu.

    sonuçların açıklandığı gün annemin bir arkadaşının evindeydik, onun oğlu da sınava girmişti ve sonucu öğrenen tüm arkadaşlarımız oraya gelmişti. bir oda dolusu genç birbirimize nereyi kazandığımızı açıklıyor, sarılıp kutlama partisi organize ediyorduk. annem yanımıza gelip herkese tek tek nereyi ve hangi bölümü kazandığını sordu. ülkenin en iyi okullarının mühendislikleri, tıpları havada uçuşurken tek mimarlık kazanan bendim. her tıp kazanan kişiden sonra annemin yüzündeki gölgeyi hissediyor, o gençleri daha bir içten tebrik ettiğini görüyordum. benden daha düşük puanlarla girilen tıp fakültelerini kafasına tek tek yazıyordu. bunu önümüzdeki yıllarda her fırsatta kafama kakacağını o gün anlamıştım.

    mimarlık eğitimi oldukça zordu, üstelik bir ana-baba kuzusu olarak ailemden ilk kez ayrı kalmıştım ve bocalıyordum. ne zaman yoğunluktan, okuldaki derslerin ağırlığından şikayet edecek olsam annem ağzıma lafı tıkıp bunu benim istediğimi, şimdi mızmızlanmaya hakkım olmadığını söylüyordu. belki haklıydı ama eğer aynı duruma tıp okurken düşmüş olsam böyle söylemeyeceğinden emindim. bunu bildiğim için iyice hırslanıyor hem derslerden daha iyi notlarla geçiyor hem de hocaların dikkatini çekiyordum. daha ikinci sınıfta bir hocamın teklifiyle ofisine girip staja başlamıştım. annem belki vazgeçer tekrar sınava girip tıp okurum diye umarken ben annemin inadı sayesinde daha iyi bir mimar oluyordum. erkenden çalışmaya başladım, para kazandım, kazandığım paralarla avrupa’yı gezip derslerde anlatılan yapıları geziyordum.

    mezun olup mimar olarak girdiğim ofislerdeki çalışma saatlerinden zorlanınca yine aynı şey oldu. bana hiç acımıyor kendi seçimlerimin sonuçlarına katlanmam gerektiğini sık sık hatırlatıyordu. sanki yeni mezun bir doktor çok rahat olacakmış gibi...
    ama bu durum da bana bir fikir verdi. istediğim yolu böyle seçtim, mesleğimin daha sevdiğim bir koluna geçtim.

    bu sefer de kazandığım paraya laf edeceğini bildiğim için her iş değişikliğinde maaş pazarlığını çok sıkı yapıp, zamlarımı en üstten aldım. bak mesela bir an var aklıma geldikçe sırıtırım. sanırım mesleğin onuncu yılıydı, aldığım maaş ve prim yaşıtım bir doktorun kazandığından fazlaydı. üstelik çalışma saatlerim daha insaniydi. ben farklı meslekteki insanların maaşlarını bilmem, sormam, ilgilenmem. sırıtışımın sebebi bu karşılaştırmayı yapabilecek bilgiye sahip olan ve yapan kişinin annem olmasıydı.

    yine de her tartışmamızda konuyu bu noktaya getirmeyi başarıyordu. kafasında en üst noktaya koyduğu meslek tıp doktorluğuydu galiba ve çocuğunun da orada olmasını istiyordu. kendince haklıydı belki ama her anne babanın anlaması gereken şey çocuklarının onların bir uzantısı olmadığı, onların ayrı bir hayata sahip olduğu ve kararlarında kendilerinden başka kimseyi düşünmeden hareket etmelerinin o biricik hayatlarına borcu olduğudur.

    benim annemin bunu kabullendiği an ise çok özel oldu. oğlumun otizmli olduğunu öğrendiğim zaman aklımı kaçırmış gibiydim. hayatım boyunca her zor anımda yanımda olan ve meslek seçimim dışındaki tüm kararlarımda hep haklı olduğumu savunan bu inatçı kadına ağlayarak “anne belki doktor olsaydım oğluma daha iyi gelirdim, bir çare bulurdum, keşke senin istediğini yapıp olsaydım, hem seni de üzmezdim” dedim. çünkü o sırada anneme kanser teşhisi konmuştu ve eşim de o dönemimde bana destek olmayacağının emarelerini vermeye başlamıştı. resmen annesini mutlu etmek isteyen bir çocuk çırpınışıydı bendeki.
    annem alışkın olduğum o güçlü duruşuyla önce benimle ilgili bir takım güzel şeyler söyleyip ardından “iyi ki beni dinlememişsin, çünkü sen okurken de işini yaparken hep mutluydun, insan belli bir yaşa gelince ve böyle şeyler-kanserden bahsediyor- yaşayınca önemli olanın yaşarken mutlu olmak olduğunu anlıyor. sen benden hep daha akıllıydın” dedi.
    annemi üzmek pahasına kendi hayatımla ilgili kararları almıştım ve geç de olsa nihayet onayını almıştım. kabul etmesem de tüm seçimlerimde bir taraftan annemi üzdüğümü bilmemin acısı vardı. ama geçti.

    annem kanseri atlattı, eşimden boşandım, hayatımı yeniden düzenledim, güzel işlere girdim, terfiler aldım, paralar kazandım-harcadım. şimdi oğlumla düşe kalka büyüyoruz, bir sürü güzel ve kötü şey olurken ben hala o genç yaşımda neyi istediğimi bana fısıldayan sesi dinliyorum.
    insan sıkıntılı durumlarda başkasını suçlamaya meyillidir bunun ardında kendi hayatımızla ilgili aldığımız kararlara başkasını dahil etmek yatar. kendi adıma tek suçlu benim.
    bir de tavsiye vermek haddim değil biliyorum ama bence o anneyi üzün.
  • mesela dün ayrı eve çıkmak konusundaki her işimi hallettiğim için şu sözleri bana söyleyebilen kadın "kendini mi satacaksın? o kadar saygısızsın ki zaten mutlu olamazsın. mutlu olmaya hakkın yok, bencillikten öleceksin. "

    annem bunca senedir bunları bana söylemek için kendini tutmuş ve dün bunları söylerken bir kez "üzülür müyüm?" diye düşünmedi.

    türk aile yapısı'nı bozan şeyler bağımlılıklardır. öyle dizilerdeki sevişmeler öpüşmeler değil. çocuğunun ona para vermesini bekleyen, çocuğunun hayatındaki gelişmeleri takip etmeyen, onu önemsemeyen, kendince bir bağlılık geliştirmiş ailelerin sonra çıkıp da "biz ne kadar kötü anne babaymışız" deme hakları yok.

    18 yaşından beri çalışıyorum. lise ağladım yalvardım istemediğim bir okula gönderildim, üniversite tercihlerini yaparken zorla şerle istanbul'da okul tercihi yaptım, avcılar'da okudum. çalışmaya başladım, staj sonrası işe başladım " bir yerde de tutunamıyorsun yav" oldu. hiç durmadım, beklemedim, dilenmedim, yardım istemedim. 14 senede toplamda 15bin tl'lik belki destekleri vardır.

    kardeşim lisede sınıfta kaldı, özel liseye gönderildi. üniversite için barajı geçemedi, hemen eve en yakın okul tercih edildi. gece 4'te eve gelse laf olmadı, ben 10'dan sonra sapık gibi aranıp "yalan söylüyorsun, kimlerlesin, nerdesin, ne zaman geliyorsun" diye taciz edildim.

    eve her ay mutfak, market masraflarında maaşımın yarısından fazla destek oldum, hiç kimsenin eksiğini vs bırakmadım. isteklerini hep karşıladım. ve dün bana annem "kendini mi satacaksın" diye sordu.

    saygısız olmayı kabul etmiyorum. sevgisiz denilebilir belki. ama saygısız hiç bir zaman olmadım.

    en acısı da dün beni ne kadar kullandıklarını ve kendim için yapmak istediklerimi ne kadar engellediğimi görmüş olmam. hayat benim hayatım, ailemse kollarımdaki bacaklarımdaki ipler. hareket edemeyeyim diye boğazımı sıkmaya bile hazırlar.
  • benim annem yaşama dair hiçbir tutkusu olmayan, bunu kendisi de söyleyen, anne-babası ve abisi ne kadar düz, garantici, alçalmaktan korktukları için yükselmeyi de göze alamayan insanlarsa kendisi de payına düşeni gani gani almış, son derece ortalama kalıplara sahip ve yaşamda “herkes gibi” olmayı marifet sayan bir insan. farklı, kendisi gibi olmak “uç ve çıkıntı” olmak ona göre. çünkü dedim ya, kendi ailesinden de hep öyle görmüş. aman laf etmesinler, aman parmakla göstermesinler, aman adın çıkmasın, akademik başarı + evlilik + çocuk düzeyine eriş ve aynı dümdüz yaşamı zamana göre güncelleyerek bir sonraki nesile aktar. bu.

    ama yaşam kahpe tabii ki, sen tut böyle bir kadının tek çocuğunu eşcinsel yap. hem de kendisiyle barışık ve çevresine açık olmasının, yani bir eşcinselin sağlıklı bir psikolojide olabilmesinin bana göre ilk koşulunun önüne set çekmek için beklendiği üzere elinden geleni yapmasına karşın bildiğini okumuş bir çocuk, iyi mi!

    annemi suçlamıyorum, daha doğrusu suçlayamıyorum. o da ne ise o ve kendi bildiği doğrularda yaşayan biri. ona da öyle öğretilmiş çünkü. kaderin cilvesine bak ki yaşam onu da annesinin istemeyeceği, onaylamayacağı hallere sürüklemiş. o da kendi yaşamını yaşayıp mutlu olmak ve annesini mutlu etmek arasında mekik dokumuş, dengeyi sağlamak isterken bazen delirme noktasına gelmiş. sadece isterdim ki, aynılarını yaşamış bir insan olarak ben çektim evladım çekmesin, deyip bana karşı daha yardımcı bir tutum sergileyebilsin. sert bir kadın değildir çünkü annem, gereksiz sabit fikirlilikleri ve dirençleri olsa da bana sevgisinde, fedakarlığında bir sorun olmadığını biliyorum neyse ki. bu bağlamda bugün kendisini getirdiği nokta bile mucize sayılır. demem o ki, sadece meselenin nesilden nesile değişen değer yargıları olduğunu ve bunların altında kendisinin de ezildiğini görüp ikimize karşı da daha anlayışlı olabilseydi. kızdığım tek nokta bu.

    ama ben sırf annem üzülmesin diye dolapta yaşamaya devam etmedim. uzak bir şehirde okumamın da büyük yararı oldu tabii, kendi başımın çaresine bakarken kafamda istediğim yaşamı da tasarlamaya başladım. hep çok cesur bir insan olmuşumdur, kan tutması dışında ciddi bir korkusu olmayan, bu bok çukurunda sevgisini dibine dek, hiç saklamadan yaşamış ve benliğini de çevresinden çok uzun zamandır gizlemeyen biriyim. en zoru da anneme karşı mücadele vermekti tabii ki. ama küçüklükten idmanlı olduğumu az çok kestirmişsinizdir. kazandığım ve gitmek istediğim okulda diretirken, beden eğitimi dersinde herkesin giydiği renk eşofmanı giymeyi reddederken, lisede başarılı ve yetenekli olduğum alanı seçerken, içimin almadığı heteroseksüel ilişkileri denemekten kaçınırken, hobilerime para ve zaman ayırmayı asla ihmal etmezken ve sonunda el alem ne der zincirini parçalarken... karşımda hep annem vardı. annem ve “en makul” seçenekleri. oysa makul olmak umrumda değildi. ben aksine “farklı” olmak istiyordum. daha doğrusu kendim olmak istiyordum ve kendimi inşa ederken kullanacağım malzemeler herkesinkinden farklı olsun istiyordum.

    bugün geldiğim noktada yaptığım işten de, yaşadığım ülkeden de, hobilerimden de, arkadaş çevremden de, deliler gibi sevdiğim adamdan da çok memnunum. kendimden çok memnunum bir kere ve yaşamımı seviyorum. tıpkı küçücük bir çocukken karar verdiğim gibi ne isem oyum. bildiğim kadarıyla kimseye de bir zararım olmadı, ahlakım gayet düzgün, dünyaya yararım beni ellerine geçse bir kaşık suda boğacak küçük beyinlilerden de çok daha fazla. yani “ben” olmakta bir sakınca da yok. psikolojim de gayet sağlam ayrıca. ama annemin istediği, hayal ettiği ve ona “vermediğim” için yakın geçmişe dek her fırsatta trip ve acıklı serzenişler yediğim, hatta evlatlıktan ret bile edildiğim yaşamı seçmiş olsaydım şimdi hiç sevemediğim, kendimi de onu da mutsuzlukla cezalandırdığım ve yüksek olasılıkla da boşanmış olduğum bir karım, bu ortamda nasıl büyürlerdi tahmin etmek istemeyeceğim çocuğum ya da çocuklarım, dil değil de eşit ağırlık seçmiş olacağım için nefret ede ede okuduğum ve belki de bitiremediğim bir bölümüm ve buna bağlı olarak, ayrıca ailemizdeki erkeklerin üzerine lanet gibi çökmüş* bir gelenek uyarınca, nefret ede ede yaptığım bir işim olacaktı. söylememe gerek var mı bilmem ama çok da mutsuz olacaktım. belki de kalbim şu anda atmıyor olacaktı.

    bunun bedeli annemi zamanında üzmüş olmak ise üzgünüm ama pişman değilim. sanırım o da evladının mutluluğu ile mutlu olmayı öğrenmiştir artık. öğrenmediyse de umarım bir gün öğrenir. ben ona bu konuda her kolaylığı sağladığım, hiç kullanmasa da her iletişim yolunu açtığım ve kendisinin aksine anneme karşı her zaman cesur ve dürüst olduğum için içim rahat ve ortada bir sorun varsa da o sorun bana ait değil.
  • annemi üzerek gittiğim, son derece mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşadığım ülkeden onun duygu sömürüleri ve serzenişleriyle geri döndüm. şu an annemle aynı ülkede farklı şehirlerdeyiz ve annem benden uzakta kendi istediği hayatı yaşarken, ben her gün, her saat onu düşünerek döndüğüm bu ülkeye lanetler yağdırıp, her gece aynı pişmanlığın pençesinde debeleniyorum. hayat sizin. anne de olsa kimse için kendi hayatınızın güzergahını değiştirmeyin.
  • türk dil kurumuna göre vefa; sevgiyi sürdürme,sevgi, dostluk bağlılığı demek. buradan yola çıkarak annenizi ve babanızı sevmeye devam edin.

    yok vefa borcundan kastınız ailem beni büyüttü etti ise kimse kusura bakmasın ama öyle bir borç yok. aileniz sizi yaparken sormadı kendi kararları ve zevkleri neticesinde sizleri dünyaya getirdi ve hal böyle olunca size bakma yükümlüler. aynısı yarın siz çocuk sahibi olduğunuzda da geçerli olacak.

    anne ve babanız olmaları ebeveynlerinizin hayatınız üzerine ipotek koyabilecekleri anlamına gelmez. karşılıklı sevgi ve saygı çerçevesinde herkes istediği hayatı yaşamalı. sırf ebeveynler mutlu olacak diye bireyin mutsuz olması kadar saçma bir durum olamaz.
  • konusuna göre değişir. anne baba geri kafalıysa ne yapacaksınız? jenerasyon farkından, içselleştirilmiş seksizm ve homofobiden, taraflı yaklaşımdan vb anne baba sizin yaşamak istediğiniz hayatı algılayamayabilir.

    anneleri üzmeyin, onlar melektir diye bir şey yok. her anne iyi kalpli bir melek değil maalesef.
  • yanlış mı anlıyorum diye 3 kez okudum ancak başlığa bakılırsa "anneyi üzmek" ile "istediğin hayatı yaşamak" kıyaslaması yapan sorudur.

    kimsenin anneyi üzmek pahasına 'istediği hayattan vazgeçeceğini' sanmıyorum. *

    edit: pek çok canım arkadaşım, sağolsunlar, benim entrymi düzeltme mesajları atmışlar. ancak tekrar bakarsanız, başlık yanlış. eğer bir insan denize girmek vs. kayak yapmak diyorsa örneğin, denize girmek ile kayak yapmak karşılaştırılır. burada da anneyi üzmek vs istediğin hayat denmiş. yani şöyle söyleyeyim: aşağıdakilerden sadece birini seçecek olsanız hangisini seçersiniz?
    a) anneyi üzmek
    b) kendi istediğin hayatı yaşamak
    hiçbir aklı yerinde insan gidip de ‘anneyi üzmek’ demez, değil mi?
    daha nasıl açıklayabilirim, bilemedim.
  • anneyi üzmemeyi seçtim, hayatım kaydı. yapmayın ebeveynler dünyaya bi çocuk getirip 80 yıl hükmetmek istiyorlar.. o üzülmesin diye düşünmenin sonu yok, sonra başka bi şey istiyor, sonra daha başka.. hepsini yapıyorsun ki hayati konular, onunla görüşme, bununla ayrıl, bununla evlen, bu işte çalışma şu işi dene..sen hep o üzülmesin hayatında tek ben varım, kırılmasın, öldüğünde vicdan azabı çekerim gibi aptal binlerce duygu yüzünden ses fazla direnemiyorsun..bencillikten başka açıklaması yok bunun!hayatım kaydı, benliğim yaşam sevincim gitti..tek pişmanlığım onu dinlemek.belki daha güzel bi hayatım olmazdı ancak kendi seçimlerimin sonucunu yaşamak bana güç verirdi, şuan tek sorumlusu o ve nefret boyutuna geldim, herkesten her şeyden iğreniyorum!. tecrübeyle sabit güzelim, üç gün üzülür hayatına devam eder, sen istediğinden vazgeçersen hayat devam edemiyor, net! iyi düşün ve istediğin hayatı al, için de rahat olsun bu en doğal hakkın..olası bi sıkıntında da bana gel, binlerce kez ayağa kaldırırım seni, hadi koş şimdi benliğine..
  • kararı annenle beraber verirsin, ama bedelini yalnız ödersin.

    ‘gidersem beni aileden silecekler’ yazmışsın ya, bu demektir ki, seni zaten silmişler dostum. çok üzgünüm ama, seni daha doğmadan silmişler ki, seni, mutlu bir çocuk ol, mutlu bir hayatın olsun diye doğurmamışlar. belki, yaşlanınca yalnız kalmamak için, belki çocuk sahibi olmak onlar için bir ‘başarı’ göstergesi olduğu için, belki de, en iyi niyetli ifadesiyle, vatana millete hayırlı evlat ol, diye, ama seni ‘sen’ olabilmen için dünyaya getirmemişler. sen bir projeydin diğer çoğu çocuk gibi. üzgünüm, ama anlattıkların, veya en azından sana hissettirdiklerinden bunu anlıyorum. senin fikirlerine saygı duymuyorlarsa, kim olduğunla, kiminle olduğunla veya verdiğin kararlarla değişen bir ‘sevgi’ eğrileri varsa, yerinde ben olsam zaten, kendim ‘silerdim’ ailemi. ha, silmekten kasıt, onlarla iletişimi koparıp arayıp sormamak değil, onlara acı çektirmek değil; tüm vicdani yükümlülüklerimi yerine getirirdim, ama bir daha onlara güvenmezdim. bir daha hiçbirine yüreğimi açmazdım, hayallerimi anlatmazdım. akıl danışmazdım. bir daha beni üzmelerine izin vermezdim.

    şimdi fark ettim ki... kendimi anlatıyorum aslında.

    müdahaleci bir annenin kızıydım. başarılı, çalışkan, iyi aile kızı... ama sanki ne yaptıysam annemi mutlu edemiyordum. hep daha iyisi olmalıydı. daha başarılı, daha iyi, daha inançlı, hatta daha ‘mutlu’ olmam bekleniyordu. ağlayamıyordum bile. duygusal bir çocukluk geçirdim ama ağladığımda annemin öfkelendiğini hatırlıyorum.
    13 yaşında antidepresan kullanmaya başladım. yaygın kaygı bozukluğu ve depresyon tanıları aldım. annem doktorumla görüşünce bir-iki hafta iyileşiyordum, sonra o özüne dönünce ben de tekrar kötüleşiyordum.
    annem mükemmeliyetçi ve enerjisi tükenmek bilmeyen çalışkan, çocuklarıyla ilgili, titiz bir ev hanımıydı. yani dışarıdan göründüğü kadarıyla süperdi. muhafazakardı, ama eğitime önem veriyordu. ama ben ne yapsam ona yetemiyordum. annem açık fikirli değildi. beni kendi dar hayat görüşünün içine sığdırmaya çalışıyordu. yurt dışına çıkmama müdahale ediyordu, bir erkekle yakın ilişki kuramıyordum, doğru düzgün arkadaş edinemiyordum. karşı cinsten herkes, bütün insanlar benim için tehlikeydi.
    25 yaşına kadar erkek arkadaşım bile olmadı.
    23 yaşında hayatımda ilk defa aşık oldum, ama maalesef denk değildik. yani aramızda ciddi bir eğitim ve kültür farkı vardı. ancak ben sağlıklı bir ilişki kurabilsem zaten belki kendim anlayacaktım bunu, ama annem bu konuda da devreye girdi, ve beraberliğimize engel oldu. işte, ‘babana söylerim’ler, vicdan yaptırmalar, ‘ben yokum’lar... aynı zamanda tıpta uzmanlık sınavına çalışmaya çalıştığım bu dönem hayatımın en kaotik dönemiydi. ben o adamdan ayrıldım, ve maalesef bu ayrılık, belki de son derece sıradan bir insanı benim gözümde kahraman yaptı. annem istemeden buna sebep oldu. bir yıl boyunca annemin gözlerinin içine baka baka ağladım. gram yumuşamadı. annedir, yüreği dayanamaz derler, ama öyle bir dayandı ki...
    ben o yaşa kadar anneme hiç yalan söylemedim, biliyor musunuz? bir gün bile, en basit konuda bile yalan söylemedim. hani vazoyu kırar, ben yapmadım, dersin ya, veya bir gün arkadaşlarınla gizli saklı bir şey yapar, annenden saklarsın. o bile olmadı. ama çok hata etmişim. hayatıma o kadar karışıyordu ki, giyeceğim kıyafeti bile anneme soruyordum. onsuz hiçbir şey yapamıyordum. o çok becerikli bir kadındı ama ben hiçbir şey yapamıyordum. daha doğrusu o yanımdayken yapamıyordum, çünkü içimden gelmiyordu. çünkü yine bir kusur bulacak nasılsa, o yapsın, diyordum. o güne kadar çok sorun etmedim, ama hayatıma ilk defa ciddi boyutta karıştığı o sene, bende ilginç bir kırılma oldu. bir anda bir günde değil, bir süre içinde oldu bu. tam olarak ne kadar süre içinde oldu bilmiyorum. artık ben de anneme yalan söylüyordum. artık kesinlikle iyi olmak için çabalamıyordum. bazen kendime zarar veriyordum, kendime zarar verdikçe sanki annemden intikam alıyordum. ama özgürleştim. acı çeksem de özgürdüm artık.

    ben özgür olabilseydim, ben kendi kararlarımı verebilseydim, ben ‘ben ölünce kurtulursun’ vicdanına mahkum bırakılmasaydım, ben toksik bir anneye maruz kalmasaydım, belki şimdi daha huzurlu, daha sağlıklı bir insan olabilirdim. ben kendi hatalarımın bedelini kendim ödemek isterdim zaten.
    ama başkalarının hatalarının bedelini ödemek istemezdim.
    benim kimsenin dokunamadığı bir yer var içimde. en yakınım, en sevdiğim bile giremiyor. o yer hep acıyor.. bazen kanıyor, bazen kabuk bağlıyor. bazen isyan ediyor, bazen sadece susuyor. onu kimse anlamıyor. kimse tam anlamıyla sevemiyor. çünkü annemin sevdiğine hiç inanmadığım yer orası. sevilmeye layık değilmiş gibi. aslında o kendini sevdirmiyor. çünkü hep yalnız, hep mutsuz, hep gitmek istiyor. annem çok sevdi beni kendince ama ben o kişi olmasaydım, yine sever miydi, ondan bir türlü emin olamadım.

    ne zamanki sevmediğim bir yöne saptım, hayatım boyunca sevmeyeceğim bir hayatı inşa etmeye başladım. insanlar onu beğeniyor diye, ailem onu onaylar diye verdiğim bütün kararların bedelini ben ödedim. depresyona ben girdim. bitmeyen acıları ben çektim. öğrenmek neden bu kadar ağırdı. bedeli neden bu kadar ağırdı bilmiyorum, ama yalnızlık, başarısızlık, ve bunun gibi bütün şeyleri bedenime işlerken hep yalnızdım. olması gereken buydu belki, bilmiyorum.. bir zamanlar umutluydum. yazdıkça rahatlıyordum. sonra yazdıkça birikti. yazdıkça yalnızlaştım.

    sonra düzeldiğimi hissettim. büyüdüm. vazgeçmenin dayanılmaz hafifliğini içimde hissettim. eğer içinizdeki ağırlık annenizse, ondan vazgeçin. ondan vazgeçmek, onu bir daha görmemek değil. onun kusursuz olmadığını kabul etmek, onun da yanlışlar yapabileceğini fark etmek ve ona sınırlar koymak...
    ilk başta zorlayacak sizi. ama alışacak.
    alışmak zorunda.

    annelik kutsal mıdır bilmiyorum, ama kutsalın kendi kurbanını yaratmasına izin vermeyin.
hesabın var mı? giriş yap