• hastane ilac odasindaki figuran doktorlar ve -nijeryali abimizin, biz kimmiyiz: soforlugunuzu yapan, odanizi temizleyen, cukunuzu emenleriz dedigi- organ kuryesi disinda genetik ingiliz gozukmeyen londra filmi.
    bu bakimdan saskia sassen'e sapka cikartan film. film, hor gorulen islerde calisan gocmenlerin de tipki global sirketler gibi kendine ait global bir kulturu ve alt yapisi odugunu cok sekilli bicimde gosteriyor.
    ayrica londra da geciyor diye milenyum gozu, big ben gormedigimize sukrediyor, turistik londranin gozukmemesini tebrik ediyoruz.
    bahsi gecen otantiklik derdine gelince, alkol icerim ama domuz yemem sorunsalini ile oynasildigini haber ederiz. diger turk detaylari arasinda yol kenarlarinda satilan bilecik isi baharatlik ve yilmaz guney posteri, sac baglama sekli, ve kazak deseni gozumuze carpti, onayladik. bahsi gecen dans muzigine gelince laila orient kadar oryantal olmadigini belirtmeden gecemeyecegiz.
    yonetmene gelince: seyrettigimiz iki filmi high fidelity ve dirty pretty things sonucunda sehirlerin turistik olmayan yuzlerini hakkiyla gosterdigini soyleyebiliriz.
  • konusu ingiliz toplumundaki göçmenler olan ve başrolünü audrey tautou'nun oynadığı ve şenay adında bir türk kızını canlandırdığı film. ilk önce bu rol için meltem cumbul düşünülmüş ama kendisine ulaşılamamış yada başka bir film çalışması varmış o sırada, bu yüzden yönetmen stephen frears tautou'yu seçmiş.
  • senay, turkiye 17 aralikta muzakere tarihi alinca, ab'ye girdik sanip tasi taragi toplayip, yilmaz guney posterini de katlayip cebine koyarak londraya tasinmis citi piti, fantezisinas bir hanim kizimizdir.
    kendisi "annem gibi yasamak istemiyorum" diyip, londrada ote ezik bir yasam surmeye baslar, buyuk ihtimalle annesi turkiyede karpuz tarlasinda korkuluk olarak calismaktadir. cunku senay bu kadar ezilmesine ragmen bana misin dememekte, ille de londra senin new york benim gezecem demektedir.
    bu sirada yolu dr. kimble'la kesisir. dr kimble hala karisinin katilini bulamamis uzuntuden kararmis, bos zamanlarinda da sevabina urologluk yapmaya baslamistir. bu ikili londranin yeralti dunyasinda saygin bir yer edinir ve kasap dukkani acarlar. cinli karate uzmani mr. miyaginin aralarina katilmasiyla kahramanlarimiz yeni maceralara yelken acarlar. yer yer fight club'a goz kirparlar.
    kisaca seyretmeye cok gerek olmayan bir film
  • 2,3 basarili tespit,hafiften karanlik bir atmosfer,az da olsa hissedilen stephen frears in ozgun tarzi ve ortaya cikan eften puften bir film.turk kizi karakteri araciligi ile hissettirilmeye calisilan caresiz kalmis bir dogu kulturu parcasinin bati dunyasindaki daralmalari hic olmamis.aglamakli surat ifadesinden baska bi numarasi olmayan nijeryali hersey doktoruda iptal.ancak detaylardan once hikaye ve senaryo hic olmamis.basarili plan anlayisi ve karanlik atmosfer baslarda inceden bir iyi film havasi versede,ileri ve son kisimlarda,ozellikle intikam noktasinda tibbi bir operasyondan cok bir hikayenin bokunu cikarma,abartma operasyonu izliyoruz.film mimari yapisi itibariyle oltayi oldukca siglara atiyor,cektigindede capariyi maalesef bos goruyoruz.

    bide bu herif nijeryada yasayan minicik kiziyla neden ingilizce konusuyor onu anlamadim.
  • bir de karikaturize gocmen burosu polisleri vardi ki, tam evlere senlik. filmin bir yerindeki "she is muslim; she is untouched, like an angel" demeleri ise yabancilarin kizlarimiza nasil yan gozle baktiklarini anlamam acisindan onemli bir kaynak oldu. bir de audrey tautou'nun ilginc dansi var elbette; disko-sufi muzik esliginde semazenleri andiran bir sekilde donuyor. eh, o kadarcik oryantalizmi de hos gorelim artik.
  • audrey kardeşimizin stephen abiyi kafalamak için "benim ninem türktü" manyelini sallaması da bizim açımızdan hoş bir anektod olmuştur... ayrıca, filmin fotoğraflarını gördüm, hakikaten türk kızına benzemiş cimcime.
  • bosa bok atildigini dusundugum, gayet basarili film.

    gocmenlik burosu gorevlileri kanimca gayet guzel karikaturize edilmisler, cunku ingiltereyi bilmem ama, burada, ozellikle new york'daki gocmen burosu elemanlarinin cogu, legal gocmenlerden olusuyor. bunlar da kraldan cok kralci gecinen tipler...

    sinematografik olarak sade ve yerinde buldugum bir film. isik, kamera acilari vs. avrupai bir noir tadinda... oyku iyi kurulmus, dramaturji saglam.

    audrey tautounun aksanina gelirsek, bence olabildigince basarilidir. bi turk olarak, amerikan aksaniyla konusmak benim icin ne kadar zorsa, oyuncu bile olsa, baska bir kulture dair aksan tasimak da biri icin o kadar zordur... ayrica turkiyenin alt kulturune ait bir karakter canlandirigi goz onunde bulunursa, kizcagizin yansittigi yorum, turk aksanlari paralelinde o kadar da kotu degildir.

    kimileri oykunun duygu somurdugunu dusunseler de, yasamayan bilemez dedigim bir stres unsuru olarak kacak gocmenlik, maddi yetersizlik, caresizlik, hafife alinamayacak kadar onemli hayat hikayeleridir. drama, hayatin icinde, sadece oykulerde degil, yasamlarda bizzat varligini surduren bir gercektir.

    amerikan filmlerinin amerikan hayat sartlarini ne kadar iyi yansittigi dusunuluyor ki, burada turkluk elestiriliyor? ancak bir turk, o da kendi yasam standartlari acisindan turkleri yeterince yansitabilir. hakkarideki turk ile istanbuldaki turk bir midir? ama ikisi de turk iste... bence bu filme de irkci duygularla degil, insan hikayeleri gozuyle bakmak gerekir. yansitilan turk kizi karakterinde -ki sinemasal gerceklik unsuru gibi bir faktoru de goz onune bulundurursak- aykiri bulunacak birsey yoktur...

    ha, her seye bok atmak isteyen bunye, bunun yerine kalkip iyi bir turk kizi filmi cekmelidir ki millet feyz almalidir, bu da nacizane son degerlendirmemdir. sozluge forum tadi verdigim icin ozurlerimi bir borc bilir, saygilarimi sunarim...
  • asıl sorun yönetmenden çok senaristte kanımca. steven knight hollywood'un popüler senaristlerinden. yani her daim işi var. ama kaliteli bir senarist olduğunu düşünmüyorum. david cronenberg'in eastern promises'ından hatırlayabiliriz kendisini. tek başarılı filmi bu. bu filmi kötü yapan da knight'tan başkası değil bence. evet, film kötüydü. zamanın ötesine gitmeyi göze alarak bu filmin mahsun kırmızıgül'ün filmlerinden çok da farklı olmadığını söyleyebilirim. knight tıpkı mahsun gibi her şeye beceriksizce odaklanmaya çalışıyor. fakir bir aileden kaçıp ingiltere'ye gelen ama "ingiliz rüyası" gerçekleşmeyip iki işte çalışan şenay ile nijerya'dan ingiltere'ye kaçak yoldan göç eden ama onun da "ingiliz rüyası" gerçekleşmeyen okwe'nin aşk hikayesi anlatılıyor. anlatılırken sevgili ikinci sınıf senaristimiz tecavüzden giriyor, böbrek kaçakçılığından/organ mafyasından çıkıyor, tekrar tecavüzden giriyor, nijerya'daki katliamlardan çıkıyor, tekrar tecavüzden giriyor (evet, bol bol taciz/tecavüz var), fahişelikten çıkıyor, işsizliğe değinmek istiyor, haliyle göçmenlerin sıkıntılarına odaklanmaya çalışıyor, bunu yaparken ingilizlere "çamur" atmamaya çalışıyor, en nihayetinde tüm bu küresel/uluslararası sorunları gelip bireysel bir intikama bağlıyor, ingilizleri aklıyor. kısacası hiçbir şeye değinemediği gibi batırıyor da işi. bir de buna oryantalizmi ekleyelim. bence okullarda en başta öğretilmesi gereken şey "çok fazla soruna odaklanmaya çalışmayın, çok fazla hikaye anlatmayın" olmalı. bir dahi değilsen batırıyorsun. steven kardeşimiz de batırmış. (aç parantez: kardeşimiz bu senenin merak ettiğim yapımlarından locke'ın -başrol tom hardy- ve closed circuit'in -başrol eric bana- senaryolarını kaleme almış. umarım bu kez batırmamıştır. closed'ın kötü olması o kadar sorun olmaz ama locke'ta batırmamış olsun. kapa parantez)

    ama tabi bu kötü senaryoyu filme alan stephen frears da bu kararından ötürü üzüyor. keşke çekmeseymiş filmi. evet, dirty pretty things oscar'a kadar ilerlemiş, venedik'ten ödülle dönmüş, herkesçe alkışlanmış ama tüm bu övgüler benim açımdan filmin kötü olduğu gerçeğinin üstünü örtemiyor. yeteneğine romantik-komedilerle yazık eden audrey tautou bu filmde tekrar kanıtlıyor ciddi filmlerde daha fazla rol alması gerektiğini. kendisini hapsettiler rom-com'a, yazık oluyor kendisine.
  • bitiminde insanda "sanırım artık böbrek ameliyatı yapabilirim" duygusu uyandıran stephen frears filmi.
  • politik olmak icin cok kasmis, filmin vermeye calistigi mesajlari seyircinin gozunun icine sokan, hayatin gerceklerini yuzumuzu vurmaya calisirken aslinda sadece senaryodaki aksakliklari yuzumuze vuran bir film. bu kadar bastan sagma bir senaryo nasil en iyi senaryo oscarina aday oldu ben ona sastim, yani o kadar mi kolay oscar almak. ama audrey tautou'un oyunculugu ve gulusu her zaman ki olayi bitirmis, orasi zaten ayri bir konu.
hesabın var mı? giriş yap