214 entry daha
  • sarışın, renkli gözlü, kahküllü, ukuleleli candy girl sınıfından. miyavlar gibi şarkı söyler, kediye allerjisi vardır ama kedi besler, sahte iyimserliğini bönlükten ayırt etmek zordur, ukulelenin yanı sıra ksilofon yahut melodika çalar, lazım olduğunda içinde yalnızca beyaz tuşların olduğu akorları basabilecek kadar klavyeye aşinadır... nilipek bu tornadan çıkmış bir üründür. ne eksik ne fazla.

    ukuleleden bahsetmek istiyorum biraz. bu çalgı sadece çalgı olmaktan çıktı. bir tek bizim ülkemizde böyle değil bu. batı’da da böyle. temsil ettiği bir şey var. ksilofon ve melodikayı da aynı temsilin şemsiyesi altına koyabiliriz. ukulelenin batıda bilinir olmasının miladı israel kamakawiwo'ole’dir. halk müziği olarak görmek lazım bu müziği. o dönem için otantik bir müzik. çalgının ucuz, küçük ve görece kolay çalınıyor olması da ilgiyi arttırdı. melodikanın popüler oluşu da benzer. ufak, ucuz, görece kolay çalınabiliyor vs. ukulele 2000ler sonrası liste başıydı. ondan önce melodika vardı. onun mazisi de 40-50 senedir, fazla değil. fakat pop müzikte yeri yoktu. hermeto pascoal diye bir adam çıktı ve bu aletle çok acayip şeyler denedi. efendime söyleyeyim klasik müziğin unutulmaz sahtekarı steve reich kullanmıştır mesela. vesaire vesaire. fakat popüler müzikte yer edinememiş. depeche mode’un everything counts’u bir ilktir. gerçi her ne kadar depeche mode popüler olsa da bu şarkı dönemi için deney sayılabilir. bizim müziğimize girişi 30 yıl sonra tuğçe şenoğul ile oldu galiba. seni görmem imkansız. gaye ile beraber moda sahilinde çalıyorlar falan. ksilofon ya da mallet enstrümanlar (türkçe karşılığı var mı bilmiyorum) da radiohead’in no surprises’ı ile duyulur oldu. bu çalgılar müzik pedagojisi için önemlidirler. asıl işlevleri budur. orff schulwerk metoduna bakın mesela. ksilofonun yeri mühimdir bu yaklaşımda. melodika da öyle. ingiliz ve alman müzik pedagoglarının keşfidir bir yerde. hindistan’da ilkokul çağındaki müzik öğreniminde harmonium kullanılıyor olması bile alman pedagoglardan etkilenen rabindranath tagore’nin marifetidir. eşine az rastlanılır özgünlükte bir adamdır. bizde mandolin vardı. yerini neden blok flüt aldı? onu da bir ara konuşuruz. mandolin ukulele gibi meşhur olmadı çünkü çalımı zordur, zahmet ister. her neyse demem o ki bu çalgıları mini bisiklet gibi görmek gerek. bununla yarışa falan girilmez ama türlü marifetler sergilenebilir ama 40 yaşında bu bisikletle şehir içinde turlamak tuhaf kaçar. tuhaf olmakta hiçbir sakınca görmüyorum ama tuhaf olmayı seçmeyi tiksindirici buluyorum.

    bu çalgının temsil ettiği bir şey var demiştim. ne bu peki? çocuksuluk, yalınlık, amatörlük, neşe ya da iyimser hüzün. birazcık trombon çalmakla ya da birazcık keman çalmakla sempati kazanamazken birazcık ukulele çalmak niçin bizi sempatik yapar? çünkü birazcık trombon veya birazcık keman çalan birine tahammül etmek zordur. bu çalgıları birazcık çalmak için bile epey zahmet gerekir. ve epey zahmet sonrası ortaya çıkan sesler hiç de hoş değildir. fakat birazcık ukulele çalmak için 4-5 gün ayırmanız yeterlidir. bu sevimlidir çünkü bunu siz de yapabilirsiniz. peki trombon ya da keman virtüözü dinlerken duyduğumuz hayranlığı niçin ukulele virtüözü dinlerken duymayız? ukulele virtözü ifadesinin bile oksimoronmuş gibi duyulması tuhaf değil mi? belki ukulele virtözü olabiliriz ama trombon virtüözü olmanın zor olacağından eminizdir. liseyi bitirmiş hiçbir aklı başında insan trombon ya da kemana başlamamıştır. başlayanlar da devamını getirememiştir. 20 yaşından sonra gürcüce öğrenmek kadar zor iştir çünkü. dolayısıyla bu çabaya, ısrara, azme, sebata hayran oluruz. hayranlık dediğiniz şey de mağlup olmuş kıskançlıktır zaten çoğu zaman. yani ukulele 30 küsür yaşında birinin kucağında başka bir şeyi temsil eder artık (kendi halinde ya da eş dostla birlikte çalan heveslileri kast etmiyorum tabii). çocuksuluk gibi görünen şey yetişkin olmayı kabul edemeyişin, yalınlık gibi görünen şey de basitlik yahut sığlığın maskesine dönüşür. bu yüzden bu çalgıyla boy gösterecek olsaydım 10 kez düşünürdüm. bir de bu çalgıyı kahir ekseriyetle kadınların benimsemesi var. melodika ve ksilofon da öyle. neden böyle? bunu da konuşuruz bir ara.

    nihayet nilipek’e geleyim. benim nilipek gibi arkadaşlarım yok. sıkılırım. o da bana tahammül edemez sanırım. bu sakinlik, dinginlik falan filan beni bunaltıyor. kusursuz duran insanlarla dostluk etmek zordur. bunun müziğiyle ne alakası var? illa ki vardır. hayko cepkin’in beden olumladığını, homeopatiye inandığını falan düşünebiliyor musunuz? kadıköylü maganda hiphopçu tayfanın vegan olma ihtimali nedir sizce? barış demirel zengin bir ailenin çocuğu olabilir mi? ya da tersten düşünelim dilara sakpınar, şevket akıncı vs orta direk ailenin ferdi olabilir mi? -her zaman olmasa da çoğunlukla- kişiliğimiz dokunduğumuz her şeye temas eder. ressamlar ressam gibi görünür, yazarlar yazar gibi. yoga yapan izzet altınmeşe, japonca bilen mevlüt çavuşoğlu, keman çalan kazım karabekir gibi sürprizli simaları yeğlerim. nilipek’in dedesi atilla hülagü de onlardan biridir. nilipek’in müziğine burun kıvırışım da bu yüzden. bilhassa bundan önceki albümleri felaketti. son albümü dinlediğimde nilipek’in de kendi müziğinden sıkıldığını düşündüm. ilk kez bir şeyler denemeye kalkmış. günebakan için söylüyorum bunu. daha karanlık bir tavır var. yaylıların unison çaldığı melodi başlangıçtaki temi güzelce serpiyor. fakat bir anda ritm de tavır da değişiyor: “bastığın yere bakmadın hiç” bbminör / abminör / ebmajör . binlerce kere sınanmış, çiğnene çiğnene posası çıkmış bir yürüyüş. ve sürprizi de ebmajör. pöfff. şu karamsar havayı 1 dakika bile sürdürmeye tahammül edememiş.

    diğer şarkılarla ilgili yazacak bir şey yok. son derece sığ ve zahmetsiz şeyler. easy listening. albümün hiti olan parçada geçen sözü yazayım bakın: “benden kırdığın yaprağı başkasının bedenine eksen tutar mı?” ay yapma n’olur. daha iyisini yapabilirsin. lütfen. şu indie arabesk saçmalığını bir kenara bırak artık.
90 entry daha
hesabın var mı? giriş yap