145 entry daha
  • peyami safa'nın kitabına isim veren tramvayı, şu videoda görebilirsiniz.

    kitapta bir neriman vardır. ailesi ile fatih semtinde oturan bu neriman, çıktığı kabuğu beğenmeyen, eli işte gözü oynaşta bir kızdır. (kitabı yıllar önce okudum, şu an elimin altında olmadığı için aklımda kaldığı kadarıyla özetliyorum, saçmalıyorsam mesajla küfredebilirsiniz) aslında neriman böyle yetiştirilmemiştir, hep sonradan olmuştur. şinasi diye bir tane çocukluk arkadaşı vardır, bu çocuk doğunun ahlakını, maneviyatını temsil eden, kitapta sık sık "vakur" yüzlü olarak tasvir edilen, anadolunun bağrından kopup gelmiş bir harbi delikanlımızdır, nerimanlan meşk etmektedirler. neriman'ın ailesi de şinasi'yi tanımakta ve sevmektedir, neriman'la ilişkilerini de tam gaz onaylamaktadır. aslında hatırladıkça buralar garip geliyor mesela, neriman'ın babası faiz bey var, o da şinasi gibi vakur, muzdarip yüzlü filan diye tasvir ediliyordu hep, güya geleneksel değerlerimizi temsil eden bu aile babamız ne hikmetse kızının şinasi ile gece gündüz gezip tozmasını hoş görür, hatta şinasi sık sık eve de gelir, beraber ud filan çalıp müzik yaparlar, kızlı erkekli eğlenirler. kısacası faiz bey'in bay cingılbört kadar olmasa da dozunda bir gavatlığı vardır.

    bu kısımlarda, hiçbir zaman dindar bir insan olmayan, ama hayatı boyunca dönüp dolaşıp muhafazakar milliyetçiliğin çeşitli tonlarında salınan bir tip olarak peyami safa'nın kafa karışıklıkları net gözlemlenebilir. kızının nikahsız bir şekilde namahrem bir erkekle gece gündüz dolaşmasına ses çıkarmayan bir baba tiplemesi, peyami safa'nın özlemle "köklerimize dönüş" diye bütün kitabın tezini üzerine kurduğu o köklerin asla kabul edemeyeceği bir baba tipi. herkesin "kök" tahayyülü farklı tabi. geçtim yüzyıllar önceki saf temiz heybetli "kök"lerimizi, şu anda bile bir islamcı ailede kabul edilemez. dolayısıyla, muhafazakarlığın muhafaza etmeye çalıştığı şey, aslında içeriği sürekli değişen, esneyen, ne kadar direndiğini iddia etse de değişen dünyaya ayak uydurarak kaçınılmaz olarak evrilen ve evriltilebilen bir şey. şu an tayyip erdoğan'ın bir kadınla tokalaşmasının hemen hemen hiçbir akp seçmeninin gözünde bir rahatsızlık uyandırmaması gibi. muhafazakarlık sürekli bir "vuruşa vuruşa geri çekilme" hali, bir şeyler sürekli değişiyor, sen değiştiği haliyle savunmaya devam ediyorsun, ama en başından beri de aynı şeyi savunduğun iddiasındasın. dönülecek bir fatih yok, aslında hiçbir zaman da olmadı. olsa olsa, kadınlar pazarında bir büryan yiyip, sonra da atpazarındaki cafelerde oturulup, yeni nesil islamcı gençliğin, başörtülü kızların arasında soğuk bir su içilebilir. hele şu pandemi bir bitsin.

    her neyse, kitaba dönelim. neriman böyle huzurlu ama renksiz bulduğu hayatına devam ederken, macit diye, batılılaşmanın eseri zengin piçi bir züppe ile tanışır. bu piç harbiye semtinde oturmakta, o balo senin bu balo benim gezerek genç kızların gönüllerini hoplatmakta, önüne geleni dansa kaldırmaktadır. neriman da aklı havada, kanaatsiz, tefekkürsüz bir hanım kızımız olduğu için gönlü macit'e kayar, şinasi'den habersiz onunla görüşür filan. yavşak macit kötü emellerine alet etmek için hemen baloya davet eder tabi neriman'ı. heyecan arayan neriman da kabul eder daveti.

    bir yandan neriman'la babasının doğu ve batıya dair çeşitli tartışmalarına şahit oluruz. doğu ve batıya dair ne kadar klişe varsa dökülür buralarda, üstelik daha edward said de, oryantalizm kitabı da ortada yoktur. doğu duygu, batı akıldır mesela. (doğu ve batıya atfedilen nitelikler, kadın ve erkeğe atfedilen niteliklerle de ölçüşür pek çok açıdan.) ama batınınki teknik bir akıldır, "feraset"ten yoksundur. batı harekettir, sürekli değişimi, dönüşümü temsil eder, doğu ise atalettir, eylemsizliktir. kitapta da, neriman bu self-oryantalist algıya kapılmıştır ve kendisine, içine doğduğu doğuya o gözle bakarak, şarkı kediye, garbı ise köpeğe benzetir. kedi uyuşuk, miskin, tembeldir, bütün gün minderin üzerinde yayılır, köpek ise hareket, atılganlık, çalışkanlık demektir, bu yüzden batı köpeği, şark ise kediyi sever. neriman bu tespitini babasıyla paylaşınca, babası bütün gün oturup düşüncelere dalan bir adamla, bütün gün çalışan bir rençper örneğini verir. düşünen adam görünürde bir şey yapmıyor gibidir ama maneviyatta güçlü, derin, fikir cihetinden zengindir, rençper ise sabahtan akşama kadar tuğla dizer, çalışır görünür ama aslında yaptığı boş bir iştir.

    batı maddiyattır, doğu maneviyattır, batı sahtedir, doğu samimidir, batı güç sahibidir, doğu ahlak sahibidir. batı anlık zevkler ve eğlence peşinde koşar, doğu ise huzur sahibidir veya huzur arayışındadır, bu yüzden fani zevklere iltifat etmez. anlık zevklerin, eğlencelerin mutluluk getirmediğini, bilakis mutsuzluk getirdiğini bilir. ibrahimi dinlerin özellikle ortodoks çizgilerinin ortak yaklaşımlarından biri olan bu eğlence düşmanlığı, fani zevklerin peşinde koşmanın temel bir suç, bir günah olması, islami kesimde minyeli abdullah, huzur sokağı gibi pek çok bestseller olmuş kitabın ortak temasıdır. eğlence, insanın çekmesi gereken ve sayesinde tekamül edeceği dünyevi ızdırabı etkisiz hale getiren bir uyuşturucu niteliği taşır, bu yüzden suçtur ve illaki cezası çekilir, hem de her iki dünyada. bu dünyadaki cezası da huzurdan mahrum olmaktır, müzmin tatminsizliktir vs.

    kısacası, batı zengindir ama mutsuzdur, peşinde koştuğu anlık zevkler ona kalıcı bir huzur bırakmadığı için mutsuzluğa mahkumdur, bu yüzden de eğer hak yolu bulamazlarsa intihar ederler zaten hep. (muhafazakar kesimde, "ünlü şarkıcı müslüman olduğunu açıkladı" haberleri kadar, "ünlü oyuncu intihar etti" haberleri de bu yüzden çok rağbet görür.) doğu ise yoksuldur, güçsüzdür ama her şeye rağmen gururlu, huzurlu, gönlü zengin ve vakurdur. nitekim neriman da, kendisi gibi aklı havada bir rus kızın trajik hikayesini öğrenir kitapta; bu rus kız fakir bir gençle birlikte ve mutluyken, heyecan aradığı için zengin bir adamla tanışıp birlikte olduğu genci terk eder ve zengin adamla o balo senin bu balo benim fink atarak vur patlasın çal oynasın sabahlar olmasın tarzı bir hayata düşer, ama elbette gerçek mutluluğu bulamaz ve çok perişan olur, tekrar eski sevgilisine dönmek ister fakat fakir ama gururlu gencimiz de onu kabul etmez, instagram'da sezen aksu'lu story atarak "duydum ki el koynundan çok çabuk sıkılmışsın, dönmek için bin çare arıyormuşsun" diye nispet yapar. bütün hayalleri yıkılan rus genç kızımız intihar eder. bu hikaye neriman'ın titreyerek kendisine gelmesine vesile olur, harbiye'nin sahte ışıltılı camekanlarından vazgeçip fatih'e sığınır, aklı fikri baloda olan pezevenk macit'i bırakıp yerli ve milli vatan evladı şinasi'ye dönerek hidayeti bulur.

    şimdi tabi, bütün bu hikayenin dinamiklerini anlamak çok zor değil. islam dünyasının ve aslında bütün doğu dünyasının yüzyıllardır sarıldığı hikaye bu. çünkü iyi hissettiriyor. bütün başarısızlıklarımızı, bütün mutsuzluğumuzu, bütün ezikliğimizi alıp götürüyor. hele bizim gibi, emperyal bir geçmişten aşağılara düşülmüşse, bu düşüşü her şeyden önce kendine açıklayabilmek gerekiyor. yüzyıllardır yeniliyorsun, dayak üstüne dayak yiyorsun, gitgide küçülüyorsun, eziliyorsun, maddi manevi her açıdan sömürülüyorsun. bir yandan buna bir cevap bulmak zorundasın, tanrı bizi neden terk etti? bir yandan da gururunu yerlerden alıp ayağa kaldıracak, sana kendini iyi hissettirecek bir hikayeye ihtiyaç duyuyorsun.

    ilk soruya bulunan cevap, ilk akla gelen cevap oluyor elbette. islam dünyası karşısında sürekli hezimete uğrayıp gitgide ezilen hristiyan batı da, aynı cevaba sarılmıştı bir zamanlar: "çünkü biz dinimizi yaşamıyoruz, boğazımıza kadar günaha battık, zevk u sefaya daldık. tanrı da bizi kafirler eliyle cezalandırıyor. tevbe edip tekrar dinimize dönmediğimiz sürece yenilmeye mahkumuz."

    "bütün bunlar yapılan kötülükler ve işlenen çeşitli günahlar yüzünden, insanların tanrı'dan yüz çevirip başka değerlere tapmaları, şımarıklıkları, kibirleri, cimrilikleri ve buna benzer kötü huylar edinmeleri yüzünden başlarına geldi." salomon schweigger, "sultanlar kentine yolculuk 1578-1581" kitabında, konstantinopolis'in kaybını (veya "istanbul'un fethini") bu sözlerle açıklıyor.

    islam dünyası da, zaferlere ve fetihlere çok alışmışken, yenilgi üstüne yenilgi almaya başlayınca, bu cevaba sarıldı. birileri, batının neyi doğru, bizim neyi yanlış yaptığımızı anlamaya çalışıp, batıyı okumaya ve araştırmaya başladı, batıya öğrenciler yollanmaya, batıdan hocalar getirilmeye başlandı, öncelikle askeriye üzerinden batı tipi eğitim ve teknik kurumlar için altyapı kurulmaya çalışıldı vs. birileri de, bütün bu nedenselliği alt üst edip, yenildiğimiz için batıya özendiğimizi ısrarla anlamak istemeyip, batıya özendiğimiz için yenildiğimizi iddia etmeye başladı, bütün başarısızlığımızı buna bağladı, ikinci mahmud'u "gavur padişah", atatürk'ü deccal ilan etti. halbuki akıl var mantık var, madem o kadar iyiydin, her şey yolundaydı, durduk yere neden gidip batıya özenesin, batının düşüncesini, kültürünü, teknolojisini ithal etmeye çalışasın? bugün abd gidip afganistan'a özenir mi, kültürünü ithal etmeye çalışır mı?

    ama işte bunu kabullenmek zor, çünkü bir şeyleri yanlış yaptığını, dünyanın değiştiğini ve bu değişime ayak uyduramadığını kabullenmek anlamına geliyor. yeni bir şeyler yapman, yeni bir şeyler söylemen, yeni bir şeyler inşa etmen gerekiyor, onun yerine, eskilere sarılmak, sana bütün hakikati sunma iddiasında olan hazır reçetelere tutunmak daha kolay, daha zahmetsiz, daha masrafsız. yenildik, çünkü kendi değerlerimize sırtımızı döndük; bir türlü ayağa kalkamıyoruz, çünkü batı bizi sömürdü hep, yoksa bir bıraksalardı ah neler yapacaktık.

    bu hazır reçeteye tutunmak da yetmiyor, her şeye rağmen geridesin, ezilmeye ve aşağılanmaya devam ediyorsun. cemil meriç'in dediği gibi, "sen bir az gelişmişsin!" bu söyleme bir cevap vermen, bir şekilde moralini, gururunu yerden toplaman gerekiyor. öyleyse ne yapacaksın? tabii ki kendini kandıracaksın. çektiğin acıda bir anlam, bir teselli, bir kutsiyet arayıp bulacaksın, yoksa da üreteceksin. "evet, biz yenildik, geride kaldık, fakiriz, güçsüzüz şu an. ama bizde de batının asla sahip olmadığı, hiçbir zaman sahip olamayacağı bir şey var.” nedir o? işte artık elle tutulamayan neyle doldurursanız içini: ahlak, maneviyat, mukaddesat, fazilet, samimiyet, vicdan vs. bütün bu eziklik ve aşağılık kompleksine karşı sarıldığın harikulade bir savunma mekanizması. işin garibi, bu hikayeye sarılanlar da, karşısındakileri "aşağılık kompleksi" ile itham eder, bu hikayeyi yutmazsan, batının yalanlarına kanmış, kendi şanlı medeniyetini aşağılayan bir kayıp gençlik olursun.

    ne diyorduk? yani tamam geriyiz, kötüyüz ama bizim de iyi olduğumuz en az bir şey olmalı, yani o kadar da kötü olamayız sonuçta, değil mi? sen bakma onların teknolojisine, uçaklarına, makinelerine. onlarda vicdan yok vicdan. vicdan olmadıktan sonra, ahlak olmadıktan sonra neye yarar hepsi? onların arabaları var, ama onların ruhu yok. "garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar, benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var."

    https://tr.sputniknews.com/…galgaz-yok-vicdan-var-/

    https://twitter.com/…lin1/status/661066330200801280

    velhasıl, iranlı düşünür daryush shayegan, doğuyu üç kelime ile özetliyor: başarısızlık, aşağılanma ve hınç.

    batının tekniğinin arkasında yatan felsefeyi, eleştirel düşünceyi, kültürü, ahlakı almayıp, sadece teknolojisini alarak bir yere varabileceğini zannettiğin sürece, tekniğin ve onu yaratan düşünsel ve kültürel atmosferin birbirinden ayrılabilecek şeyler olduğunu zannettiğin sürece, kısacası moderniteyi idrak etmemekte ısrar ettiğin sürece, modernitenin kurbanı olmaya devam ediyorsun. cemil meriç'in dediği gibi, "efendisinin ilacını çalıp şifa bulmayı umut eden bir uşak" gibi oluyorsun. (cemil meriç o ilaca tümden karşı, "bizim sirkemiz, sarımsağımız var ama kıymetini bilmiyoruz, kekiğin faydalarını hep saklıyorlar bizden" kafasında.)

    işin kötüsü, cumhuriyet devrimiyle tam gaz batılılaşmaya çalışırken de, batının kanunlarını ithal ederek, o hukukun arkasında yatan yüzlerce yıllık aydınlanma birikimine bigane kalıyorsun. çünkü hala batıya karşı temkinlisin, çünkü batı sana gerçekten de eziyet etti, sömürdü, istila etti. dolayısıyla onun fikrinin çıktılarını, yani kanunlarını almak istiyorsun, ama girdilerini, felsefi altyapısını almak istemiyorsun. fikrini değiştirmiş görünsen de, kimliğini korumuş olmak istiyorsun. bir nevi, işten kovulmuş görünmemek, istifa etmiş görünmek istiyorsun. terkedilmemek için kendin ayrılmış olmak istiyorsun. ve nitekim, isviçre'den medeni kanun, italya'dan ceza kanunu, fransa'dan idare hukuku ithal ederek, kendine münhasır medeniyetler seviyesine çıkmak istiyorsun. konuyu anlamadan, sadece ezberleyerek sınavı geçmeyi umut eden bir öğrenci gibi davranıyorsun. bir yandan da, kökleri osmanlı'da-islam'da değil de, islam öncesi türk tarihinde arayarak, kendine yine yerli malı bir kimlik, "milliyetçilik" adında seküler bir din inşa etmeye çalışıyorsun. her zaman bir "asr-ı saadet" arayışındasın, hep bir nostalji, hep bir geçmişte yaşıyorsun, hep bir zamanlar sahip olduğuna inandığın o şan ve şerefe ağıt yakarak ömrünü tüketiyorsun. "biz çok süperdik eskiden, hep bu islam denen arap kültürü bizi mahvetti, hele bundan bir silkinip kurtulalım, sen bizi o zaman gör." başkahramanın türlü çeşit acılar çektikten sonra ayağa kalkacağı ve kendisine eziyet eden herkesten intikamını alacağı o kutlu günü anlatan bir masalın içinde yaşıyorsun hep. kendi rüyanın senaryosunu yazıyor, uyanmamakta direniyorsun. çünkü dönmeye değer bir geçmişin yoksa, sadece madden değil manen de yenilmiş olacaksın, kimliğini tamamen kaybetmiş olacaksın.

    böylelikle, "öz"ünü, "kök"ünü geçmişte, ama farklı zaman dilimlerinde arayan iki toplumsal kutup oluştu, aynı yanlış arayışın peşinde, iki farklı cevaba tutunan kutuplar. dini bir milliyetçilikle, seküler bir milliyetçilik arayışının kavgasında salınıyoruz. kökünü osmanlı'da, islam'da arayan kesim için, daryush shayegan'ın deyimiyle "yaralı bilinç" ve "kültürel şizofreni", akp iktidarıyla birlikte iyice çığırından çıkarak komple paylaşılmış psikotik bozukluk halini aldı. çünkü tayyip erdoğan yüzyıllardır milyonların kurduğu o hayali gerçekleştirmeye adaydı: artık köklerimize dönecek, yeniden dirilecek ve batıyı alaşağı edecektik. hatta ediyoruz, etmek üzereyiz, ettik gibi. ertuğrul'la diriliyor, osman'la kuruluyor, abdülhamid'le payitahtımıza kavuşuyoruz. bu kadar dizi yalan söylüyor olamaz. bizi kıskanıyorlar artık.

    bir şeyin gerçekleşmesini yeteri kadar aşkla isterseniz, hem de uğruna akıl sağlığınızı ve gerçeklikle ilişkinizi koparacak kadar isterseniz, bir noktada o şeyin gerçekleştiğine inanırsınız elbet. çirkin bir gerçeği kabullenmektense, güzel bir hayalin içinde yaşamak gibisi yoktur. bir bataklıkta yaşıyorsanız, gül kokusunu duymak için bilincinizin iplerini bırakmaya ihtiyacınız var. şizofreni, bir hastalıktan çok daha fazlasıdır.

    bu duygular sadece islam dünyasına has bir şey değil tabi, bütün üçüncü dünya milliyetçiliklerinin temel harcı bunlarla yoğrulmuş durumda. (ilgili okuma önerisi: (bkz: partha chatterjee) ip man diye bir film serisi vardı. wing chun ustası bir abimizin önüne çıkanı haşat ettiği, vurdulu kırdılı bir dövüş ve aksiyon. ilk film baya iyiydi aslında, ama sonrakiler berbattı maalesef, pek çok devam serisinde olduğu gibi. ikinci filmde, dövüş ustası abimiz britanya kolonisi hong kong'da ingiliz bir boksörle dövüşüyordu, ağzını burnunu kırıyordu nitekim. oradaki karikatürize, kibirli, burnu havada batılı boksörden "vakur" çinli ustamızın aldığı intikam, çin milliyetçiliğine dair fikir vermesi açısından izlenebilir. yanlış hatırlamıyorsam ring kenarında "çin vs batı" yazıyordu. biz de bunu kurtlar vadisi ırak filmiyle yaptık, kafasına çuval geçirilerek aşağılanan askerlerimizin intikamını polat alemdar'la aldık. iran'ın yakın zamanda kasım süleymani'nin intikamını almak için çektiği animasyonu da izlemeyen varsa izlemeli.

    her neyse. soru basit: kendini iyi hissetmek mi istiyorsun? yoksa ayağa mı kalkmak istiyorsun? ikincinin yolu, hiçbir bahane ve teselli aramadan, kendinle çıplak bir gözle yüzleşebilme cesaretini göstermekten geçiyor.

    çünkü hakikatin bizi mutlu etmek gibi bir mükellefiyeti yoktur. bilakis hakikatin anahtarı, kötü hissetmektir. hakikati arayan için tek bir motto vardır: bir düşünce sana iyi hissettiriyorsa, ona şüpheyle yaklaş.
19 entry daha
hesabın var mı? giriş yap