• kimseye verdiği oydan dolayı nefret söyleminde bulunmayın arkadaşlar önce bi hayatınızı siksinler sonra bulunursunuz nedir ki yani yaptığınız da iş ha
  • bir gün güneydoğu anadolu bu ülke için karadenizden daha fazla elini taşın altına koyacak deseler götümle gülerdim.

    cumhuriyet düşmanı bir bölgedir.
  • olm bizim trabzon'daki köyde bile %90 hayır %10 evet çıkmış, 87 yaşındaki babannem bile oy kullandı. ben anlamadım ne sikim bi iş. gel dedim babaanne uruguay vatandaşlığına geçelim, bahçede lahanalar var çarşıya bile gelmem ben dedi.
  • babamın mesleğinden dolayı türkiye'nin her bölgesinde yaşadım. tüm içtenliğimle en nefret ettiğim topluluk karadeniz'dedir. hem yobaz, hem muhafazakar, hem mafyavari, hem faşist, hem erkek egemen, hem cahil, hem kendini en akıllı sanan, hem dedikoducu, hem ahlaksız, hem saygısız olmayı başarmışlardır. iç anadolu'da da çok bulundum, iç anadolu insanı da muhafazakardır, belki akp'ye daha çok oy veriyordur ama iç anadolu insanı garibandır, köylüdür, eğitimsizdir, kendilerine iyi yaklaşır ve düzgün akıllı konuşursanız size saygı gösterirler. karadeniz insanı hep en akıllıdır, en müslümandır, en erkektir. kimseyi dinlemez, kimseye saygı göstermez varsa bir çıkarı senin yüzüne saygıyı gösterir, arkandan da götüne söver.
  • kıt kanat üniversite okuttuğu çocuğunu, 15 yıldır iktidar olan parti bu bölgeye beton dışında imalat ile ilgili hiçbir yatırım yapmadığı için egeye, marmaraya, trakyaya göndermek zorunda kalan, buna rağmen iki betona, avmye, tramvaya, futbol stadına şerefini, cumhuriyetini, haysiyetini satan kanı bozukları barındıran, kütüğümün kayıtlı olduğu rezil bölge.

    atatürk'ün bandırma vapurunu yanaştırıp kurtuluş savaşını başlattığı yerde doğan, vatanın bağımsızlığı ile ilgili ilk genelgenin yayınlandığı yerde 1 sene çalışan bir adam olarak utanıyorum ulan sizden.
  • doğası, havası, suyu, yaylası, denizi ne kadar güzelse, insanları da bir o kadar çıkarcı, bağnaz, cahil olan memleketim.
  • iç anadolu kadar büyük bir sorun değildir.

    karadeniz hiç değilse mevcut iktidardan gerçekten faydalanıyor, menfaat ilişkisi var. rte fenomeni olmasa böyle yüksek bi destek buradan mümkün değil, gelmez. geçmişte sol bir çizgisi bile var zaten bu bölgenin.

    ama iç anadolu öyle değil, kronik bir sorun. türkiye'de modernite iç anadolu değişmeden gelmeyecek.
  • 1300 lira maaşla çalışıp, hala islam coğrafyası diye götünü yırtıp, ülkeyi düşman işgalinden kurtaran adama selanik dönmesi diye bok atan annesi belirsizlerin başlığı altında saçma sapan entryler yazdığı bölgedir.

    islam cumhuriyeti istiyorsan siktir git rakkaya göt oğlanı.
  • bundan neredeyse üç yil önce, 2002 haziran'inda çikilmis bir karadeniz gezisini anlattigim 2002 agustos tarihli bu yaziya bilgisayarimda hizla çürümekte iken denk gelince içim dayanmadi; dogrusu biraz bastan savma, biraz özensizce yazilmis da olsa kimbilir belki birilerinin okumak isteyecegi birkaç satir barindiyordur ümidiyle buraya paste etmek istedim. buyrun:

    burada okuyacaklariniz, karadeniz sahillerinde, istanbul'dan sarp sinir kapisi'na uzanan yollarda görüp geçirdiklerimin ve de çogunlugu otobüste geçmis yedi gece-sekiz günün hikayesidir. o günleri, bu geziyi düsündügümde aklima düsen ilk imge, yesilin çirkin bir tonundaki perdeyle görüs alani daraltilmis bir otobüs penceresi ve bu camin arkasindan gördügüm yesilin hiçbiri çirkin olmayan bir dizi tonundaki agaçla kaplanmis daglar. bu temel görüntüye kimi zaman deniz, kimi zaman da akarsular eslik ediyor. simdi gelin zihnimdeki karadeniz albümünün daha silik fotograflarini da hatirlamak üzere bir pazar sabahi erkenden istanbul'dan yola çikalim...

    benim içine ilk adimimi yorgun ve uykusuz bir sekilde attigim otobüse söyle bir göz atanlar koltuklarin -beni saymazlarsa- dört genç kiz, üç ortayasli bey, bir de sevimli kiz çocugu disinda hep orta yas ve üzeri bayanlar, anneler, anneanneler, toplamda çogu birbirini taniyan otuz bir kisi tarafindan doldurulmus oldugunu göreceklerdi. ilk duragimiz safranbolu'ya dogru yol alirken benim yerim kapi tarafi önden üçüncü koltugun pencere kenariydi ve yanimda oturan kardesimle yer degistirdigim ya da önde oturan arkadasimin yanina geçtigim kisa zamanlar disinda hep öyle kaldi. istanbul-safranbolu yolu hakkinda sizlere anlatacak pek bir seyimin olmamasi tamamiyle o sirada bir rem uykusu etkinligi içinde olmamla açiklanabilir. bu uykum çok eglenceli bir insan olan rehberimiz n. bey'in konusmalari, kaptan soförümüz ramazan bey'in dokuz yasindaki tatli oglu recep'in ikram çagrilariyla, bir de düzce-kaynasli'da verdigimiz ilk molayla bölündü, ki son molamizi verdigimiz yer de orasi olacakti.

    ögle saatlerinde "flas müze kenti" diye nitelendirilen safranbolu'ya vardigimizda ilk isimiz çay bahçesine benzeyen bir gözlemeciye girmek oldu. biz yemegimizi hasaratlarin saldirisi altinda tamamlamaya çalisirken bahçenin bir kösesinde açik olan televizyonda brezilya-almanya dünya kupasi finali oynuyor, mekandaki erkekler onu izliyordu. ordan çikip kendimizi safranbolu'nun içine attigimizda gördügümüz, dar, dik yokuslu, ve arnavut kaldirimli sokaklar, oyuncaga benzeyen, çok iyi muhafaza edilmis, çok estetik eski evler ve bol bol da lokumcuydu. gittigimiz her yerde yerel spesyaliteleri tatmaya özel bir önem veren grubumuzun ilk alisverisi safrantat lokumcusu'nda oldu demek yanlis olmaz. bu noktada, ticari kafaya sahip lokumcunun dükkaninin önüne çikardigi lokum ikram eden genci; durduk yerde bol bol lokum yedigimizi atlamayalim. yeniden otobüse binip kastamonu'ya, o gece kalacagimiz otele dogru yol alirken gezginlerin huzurlu yorgunlugu içindeydik. bavul indirme çikarma faslinin, odalarimiza yerlesmenin, güzel bir dusun ardindan aksam yemegimizi otelin saat kulesi'ne bakan hos manzarali terasinda yedik. bu saat kulesi, yüz on yedi yil önce çalarken çikardigi siddetli sesle 2. abdülhamit'in esinin çocugunu düsürmesine sebebiyet verdigi, bunun akabinde buraya sürgün yollandigi rivayet edilen, çok güzel isiklandirilmis bir yapiydi. grupta demin "orta yas ve üstü" diye nitelendirdigim pekçok kisi gecenin geri kalanini sehirde gezerek ve saat kulesi'nde çay içerek geçirirken benim otel odasinda bayginca yatmam, televizyon seyretmem bence de gerçek bir utanç kaynagidir.

    ertesi gün kastamonu'yu kapsamli bir sekilde gezecek oldugumuzu bilmek de bu uyusuklugumu kendime mesrulastirmama yardimci olmustu. nitekim ertesi sabahin erken saatinde yerel rehberimiz m. hanim'in esliginde karadeniz'in bu zamaninda en çok sehit vermis simdi de en çok göç veren ilini tanimaya basladik. rifat ilgaz'in mezunu oldugu ve hababam sinifi'yla ölümsüzlestirdigi, ayni zamanda erkan yolaç'in, hadi çaman'in ve ismail hakki karadayi'nin da lise anilarina ev sahipligi yapmis o zamanki adiyla kastamonu lisesi, simdiki adiyla kastamonu abdurrahmanpaşa lisesi'nin önünden geçtikten; önünde atatürk'ün sapka devrimi'ni yapmis oldugu, zamaninda istiklal mahkemesi olarak kullanilmis, simdi ise etnografya müzesi olan binayi gördükten ve sehrin en görkemli, en güzel yapilarindan biri olan hükümet konagi'nin mimarinin, ayni zamanda tbmm binasının da mimari olan vedat tek oldugunu ögrendikten sonra kastamonu'ya yolu düsen hiçbir turistin kendisine ugramadan geçmedigi, fikrimce geçmemesi gereken liva pasa konagi'nda bulduk kendimizi. bu müze ev, geleneksel sekilde dösenmis ve geleneksel kiyafetler giydirilmis cansiz mankenlerle iyice renklendirilmis odalari disinda camekanlara yerlestirilmis günlük hayata dair her tür objeyle de çok ilgi çekiciydi. misal, harem-selamlik usülünün yaygin oldugu bu tarz konaklarda kapida biri erkekler biri kadinlar için olmak üzere iki tür tokmagin bulundugunu, bunlarin farkli tinilariyla gelen kisinin cinsiyeti hakkinda içerdekileri bilgilendirdigini bilir miydiniz? evin duvarlarinda 1920'lerden kalmis kastamonu resimleri de asiliydi, ki bunlarin bana söyledigi sey, eskiden tüm kastamonu'nun safranbolu gibi olduguydu. çok hazin, ama bütün karadeniz gezisi boyunca defalarca içimden geçirdigim sey, doga ne kadar güzelse dogaya özellikle son yillarda eklenmis beton binalarin o kadar zevksiz, o kadar çirkin, o kadar sakil olduguydu.

    kastamonulu rehberimiz m. hanim'in siklikla vurguladigi, iftihar ettigi sey, kastamonu'nun bir evliyalar memleketi oldugu, tam yüz yetmis bin evliyanin bu topraklarda yattigiydi. beraber oldugumuz süre boyunca bizi sehirle ilgili en seçkin efsanelerden, en çarpici evliya hikayelerinden mahrum birakmayan bu genç bayan, grubumuzu bu yüz yetmis bin evliyanin sadece birinin yattigi yere götürecek zamani bulabildi ve bence buna sonuna kadar degdi. seyh saban-i veli hazretleri camii, avlusunda zemzem suyu ayari kutsallikta bir su akittigina nasilsa karar verilmis bir çesmenin bulundugu siradan bir camii olmanin disinda seyh saban-i veli hazretleri'nin türbesiydi de ayni zamanda. seyh saban-i veli hazretleri'nin kim oldugunu merak edenler için hemen açiklayayim ki, kendisi tanri'ya karsi ayaklarini uzatarak saygisizlik etmemek için oturarak uyuyan, üstelik kendini dünya rahatina alistirmamak için uyurken kendini baglayan bir insandi. psikiyatri literatüründe en hafifinden mazosist olarak nitelendirilebilecek bu sahsin uyurken kendini bagladigi deli gömlegi tarzi nesneyi görmek isteyenler kastamonu'ya dogru uzanacaklar. ordan bizim de yaptigimiz gibi içi tamamiyle ahsap olan, yapiminda tek çivi kullanilmadigi söylenen mahmut bey camii'ne gidebilirler; ama tezek kokulari arasinda uzun yollar yürüyerek, içinde sempatik ördeklerin yüzdügü derelerin üzerinden atlayarak ulastigimiz bu camiiyi görmenin sahsiniza çok seyler katacagini açikçasi sanmiyorum. bes yüz yillik bir hamamken simdi restorana dönüstürülmüs mekanda yöreye özgü yemeklerden etli ekmegi yerken bu gezinin vücut orantilari üzerindeki potansiyel etkileri konusuluyordu. bu tarz kaygilar çikista tüm grubun bir tatlici dükkanina akin edip kilolarca çekme helva -fikrimce basarisiz bir yöre tatlisi- almasini engellemedi tabii.

    kastamonu'nun merkezinden çikip sahildeki ilçeleri boyunca ilerledikçe, her biri sirin birer tatil kasabasina benzeyen inebolu'dan, abana'dan, çatalzeytin'den geçtikçe ben kendimi gittikçe daha fazla karadeniz'de hissetmeye basladim. otobüsün teybinde çalan "misiri kuruttun mi/ ambarda duruttun mi/ deden çarik giyerdi/ bunlari unuttun mi?" gibi ya da "kapisina kapisina kul oldum/ ben bu yarin yapisina vuruldum" gibi karadeniz ezgilerinin, bir de rehberimiz n. bey'in nese olsun diye yanina aldigi temel fikralari kitabindan okudugu, dogrusunu söylemek gerekirse pek nesesiz fikralarin da beni o hissiyata sokmakta etkili olduklarini gizleyemem. yanima aldigim kitaplardan heyecanli bir polisiye olani sona ermek üzereyken, adamin aslinda öldürülmedigi, intihar ettigi açiga çikarken, biz de ikinci gecemizi geçirecegimiz sehre, rehberimizin "karadeniz'in bodrum'u" dedigi sinop'a ulastik.

    o gün kabotaj bayrami'ydi, ve bu liman kenti civil civil bunu kutluyordu. otele yerlesmenin, dusun, canli müzikli aksam yemeginin ardindan kardesim ve arkadasimla beraber sinop'un sokaklarina vurduk kendimizi. her taraftan gelen müzik sesleriyle, süslenip "piyasa yapmaya" çikmis gençleriyle, ellerinde ya çekirdek ya dondurma, çoluk çocuk hava alan aileleriyle sinop tam bir yazlik belde olarak belirdi gözlerimizde. bu kadar canli, bu kadar hareketli bir karadeniz sehrine de bir daha rastlamadik.

    ertesi sabah sehri gün isiginda görmek nasip oldugunda ilk hedefimiz sehri kusatan sinop kalesi idi. sicakta çiktigimiz o kadar basamagin, harcanan onca eforun ödülü sahane bir sehir panoramasi oldu. her zamanki fotograf çekimlerinin ve daha az yorucu bir inisin ardindan agaçtan yapilmis çok güzel görünümlü gemi maketleri satilan bir magazaya girildi, ese dosta (yine) hediyeler alindi. bana göre tüm gezi boyunca ziyaret ettigimiz yerlerin en ilginci olan sinop tarihi cezaevi ise bundan sonra geldi. çok, pekçok sevdigim insan sabahattin ali'nin alti ay kaldigi bu cezaevinde yazdigi ve hapishane siirleri adi altinda topladigi siirlerinin en ünlüsü, edip akbayram'in bestesiyle kitlelere kendini sevdirmis ve daha önceki aksam yemegi sirasinda dinledigimiz aldirma gönül bu sefer tüyler ürpertici bir sekilde geldi aklimiza: "disarda deli dalgalar/ gelip duvarlari yalar/ seni bu sesler oyalar/ aldirma gönül aldirma." sadece sabahattin ali degil, refik halit karay gibi, burhan felek gibi, zekeriya sertel gibi ünlüler de çile çekmisti bu yirmi sekiz koguslu hapishanede. çok hüzün verici, siklikla öfkelendiriciydi gördüklerimiz, ama çok fazla güldügümüz anlar da yasandi yer yer. bunun sorumlusu hiç süphesiz bize müze-hapishaneyi gezdiren eski gardiyandi. bu iriyari, hiç gülmeyen, simsiyah (boya?) saçlara ve pala biyiklara sahip olan adami görüp de korkmamanin kolay olmadigini söyleyeyim. hapishaneyi gezdigimiz süre boyunca tüm söyledikleriyle, gardiyan oldugu günlere duydugu özlemi ifade edis tarziyla, bakislariyla, bizleri küçümser tavriyla "allah kimseyi onun eline düsürmesin" dedirten biri oldu pala remzi. evet. kendisini gördügümüz ilk andan itibaren basta enerji ve nese küpü rehberimiz n. kaynakli olmak üzere ortada "pala remzi" fisiltilari dolasmaya basladi. olacaklar oldu tabii: bu sözleri duyan grubumuzun sevimli yaslilarindan güner teyze (kendisi ayni zamanda sekiz gün boyunca otobüste arkamdaki koltukta oturan insandi) adamin adini remzi zannederek tüm dogalligiyla "remzi bey, size bir sey sorabilir miyim" diye atildi. bu sözleri duyan grup üyeleri kahkahadan kirilirken adinin sonradan akif oldugunu ögrenecegimiz gardiyan-rehberimiz hiçbir bozulma belirtisi göstermedi. adamimizin adinin akif s. oldugunu ögrenmemiz de çok tuhaf bir surette gerçeklesti: koguslar arasinda ilerledigimiz bir sirada adam beni kendine bir sekilde yakin buldugundan olacak, cebinden sararmis bir gazete küpuru çikardi ve bunu "bak ben gazeteye de çikmistim" diyerek alelacele elime tutusturdu. yillar önce milliyet gazetesi'nde çikmis bu haberde sinop cezaevi'nin 1999 yilinda kültür bakanligi'na devredilmesinden ve ziyarete açilmasindan bahsediliyor, akif s. ile yapilan bir röportaja da yer veriliyordu. röportajin yanina ilistirilmis büyük boy ve rahatlikla çocuk korkutmakta kullanilabilecek resimden de çikarabilecegimiz üzere akif s. su önümde yürüyen ve kendisine yöneltilen sorulara nerdeyse azarla karsilik veren adamdan baskasi degildi. can sikici, yürek hirpalayan hapishane manzaralarindan, bu her yönüyle garip deneyimden sonra, hapishaneyi terk etmeden önce pala remzi'yle hatira fotograflari çekildi, ve türkiye'nin en kuzey ucuna, inceburun'a gitmek üzere otobüse binildi, ama bakalim bu mümkün olacak miydi?

    hemen cevap vereyim: olmayacakti. inceburun'u gösteren oklari takip ederken sonunda öyle bir (yanlis) yola girdik ki, yol darlastikça darlasti ve bir yerde artik geçilmez oldu. otobüsün dönebilecegi herhangi bir açiklik da yoktu üstelik. yapilacak tek sey vardi: grubun en yasli iki kisisi disinda herkes otobüsten indi ve kaptan soförümüz ramazan otobüsü geri geri sürmeye basladi. biz otobüsten inmis olanlarin yaptigini ise not defterimde söyle özetlemisim: "inceburun'a gitmeye çalisirken otobüsümüz yolda kaldi. manyakçasina yürüdük."

    inceburun'u görememistik belki, ama bakin sportiftik yine. simdi bizi bekleyen ise karadeniz'in en büyük kenti samsun'du. yolda saatler geçtikçe geçiyor, henüz yemek yememis otobüs sakinleri bayginliklar geçiriyordu. hayir, n.'nin sordugu "farelerin sütü neden sagilmaz?/ çünkü altlarina kova sigmaz", ya da "leylekler neden tek ayak üstünde dururlar?/ öbürünü de kaldirirlarsa düsecekleri için" tarzi pek fena esprilerin bu bayginlikla ilgisi yoktu. ben elimden dünyayi kurtaracak bilge bir gorilin hikayesinin (gülmeyin) anlatildigi ismail adli kitabimi biraktigim sirada camdan disari bakarken buzagilarin inanilmaz güzellikte gözlerinin oldugunu kesfettim ve onlari da bu hususta en az esekler kadar onore etmemiz gerektigine kanaat getirdim.

    samsun'u gezecek vaktimiz olmadi. orada bize katilan yerel rehberimiz, n.'nin da dostu m. hanim'in esliginde kebap yemeye gidiyorduk ve sehrin içinden geçerken gördügümüz kadariyla yetinmek zorunda kaldik. samsun'dan aklimda kalan, tüm trafigiyle, modern magazalariyla, sokaklari dolduran mesgul görünümlü insanlariyla tipik bir büyüksehir görüntüsüdür. hak edilmis kebabin ardindan, pekçok kimse tarafindan teksas'a benzetilen çarsamba'ya dogru ilerledik, "çarsamba'yi sel aldi/ bir yar sevdim el aldi" ve de "çarsamba'nin ortasindan akiyor yesilirmak/ her yigidin harci degil sözünde durmak" gibi günün mana ve ehemmiyetine uygun türküler esliginde. yesilirmak'in renginin gerçekten yesil, kizilirmak'in renginin de gerçekten kizila çalan tugla renginde oldugunu ben bu gezide gördüm. otobüs halkiyla çok çabuk samimiyet tesis eden ve çarsamba erkeklerinin huyu suyundan bahsederken birden kendisinden yirmi bes yas büyük kocasini, gençliginde çektiklerini, sonradan kazandigi zaferleri, kisacasi tüm hayat hikayesini anlatmaya baslayan m. hanim'in otobüsü terk edisinin ardindan hakkinda (verdigi birtakim çeliskili bilgilerin de etkisiyle) bol bol dedikodu döndügünü itiraf etmeliyim.

    o gece yorgun vücutlarimizi dinlendirecegimiz otelimize, persembe'ye dogru giderken gördüklerimiz, bir ünye, bir bolaman virajlari, hele hele de bir günbatiminda fatsa-persembe arasi enfes güzellikteydi. karadeniz müteahhitlerinin siradisi bir estetik anlayisi oldugunu da burada belirtmek zorundayim: tüm yolculugumuz boyunca gördügümüz pespembe, ya da mosmor, ya da sapsari evlerin haddi hesabi yoktu. hatta fatsa'da, düsünün, kadir inanir'in memleketinde, banklar ve çöp tenekeleri dahi pembeydi. ama tüm bu renk söleni doruk noktasina trabzon'da ulasti. burda gördügüm bir apartman yana yatik seritler halinde birbirinden canli bir dizi renge boyanmisti ve deneysel bir pastayi andiriyordu.

    kaldigimiz bes otel içinde benim en çok sevdigim, son gecemizi de geçirecegimiz, denize sifir kilometrede çok tatli bir yer olan vona otel'den sabah yine erken bir saatte çiktik ve bu sefer giresun'a yöneldik. etimolojisi "kiraz" sözcügüne dayanan bu sehirde gördügümüz tek yer -bize sabah sporu için gerekli lojistik imkani saglayan- giresun kalesi, espiye'deki pideci, bir de fiskobirlik satis merkezi oldu. dogu karadeniz ellerinde gezerken bir fiskobirlik ibaresi görürseniz bu basbayagi bir market gördünüz demektir, findik ve ürünleri bu marketin ancak ufak bir reyonunu kaplayacaktir. biz de fiskobirlik marketten, otobüste yiyerek kendimize uyari olusturmak, ayni zamanda etraftakilere de ikram etmek amaciyla sagliksiz bir dizi besin maddesi aldiktan sonra trabzon'a, akçaabat'a dogru benzin tüketmeye basladik. arabada yedigimiz onca ivir zivir akçaabat'in en ünlü spesyalitesi olan köftelerinden kendimizi mahrum birakmamiza sebep olmadi elbette. otobüsün hoparlörlerinden bu sirada yükselen müzik her zaman oldugu gibi ya yasar'a, ya tarkan'a ya da ilhan sesen'e aitti.

    akçaabat'ta kalacagimiz yer milli egitim bakanligi'nin uygulama oteli'ydi. bu kavrama asina olmayanlar için hemen söyleyeyim ki, uygulama otelleri, turizm meslek liselerinde okuyan ögrencilerin pratik yapmalarini saglamak amaciyla kurulmus, gencecik, hevesli ve bazen de biraz saskin insanlarin hizmet ettigi mekanlar. bu otele yerlesmenin ardindan yerimizde durmadik, trabzon'da önce ayasofya kilisesi'ne, ardindan da atatürk köskü'ne götürüldük. bu sefer yerel rehberimiz çok kendine has bir kisiligi olan ve kendisiyle uzun zaman geçirecegimiz s. bey idi. ayasofya kilisesi'ne o kadar degil belki, ama bakimli ve (dolayisiyla) güzel bahçesiyle atatürk köskü'ne kanim çok isindi. bir zamanlar varlikli bir rum'a ait olan bu tas binada atatürk on üç yil içinde toplamda dört-bes günden fazla kalmamisti aslen, ama bu, köskün bir müzeye dönüstürülmesine yetmisti. atatürk'ün vasiyetinin büyük bir kismini 11 haziran 1937 tarihli ziyaretinde bu köskte hazirlamis olmasi ve dersim olaylari sirasinda kendi eliyle üzerinde bazi stratejik noktalari isaretledigi iddia edilen harita köskü ilgi çekici kilan etkenlerden birkaçiydi. köskün bahçesinde verilen moladan, içilen çaylarin ardindan bu sefer trabzon'un merkezinde bulduk kendimizi. dünya kupasi üçüncülügümüz daha çok yeniydi ve senol günes'in memleketi olan trabzon'da onun posterlerini, üzerinde "trabzon seninle iftihar ediyor" yazili bez afisleri görmek hiç sasirtici olmadi. grupla beraber önce sehrin çarsisina, en basta da telkari almaya yönelmistik; ama görülecek seylerin birbirini tekrar etmeye baslamasi ve de kardesimin yaninda getirdigi kitaplarinin bitmis olmasi sebebiyle kardesim, arkadasim ve ben sehirde bir kitapçi aramaya karar verdik. birkaç caddeyi astiktan, birkaç trabzonlu'ya kitapçinin cografi konumuyla ilgili sorular yönelttikten sonra oldukça büyük bir kitapçiya girebildik. tüm bu süreç boyunca boynumuzdaki kameralar, fotograf makinalariyla, ne bileyim, gidip dev boyutlardaki senol günes posterinin önünde çektigimiz fotografla biraz tuhaf, yabanil kaçtigimizin farkindaydik. kitapçida uzunca bir süre geçirdikten sonra kardesim murat belge'nin yirmi sene önceki yazilarindan derlenmis bir kitabi, arkadasim da latife tekin'in sevgili arsiz ölüm'ünü satin aldi. ben yanimda getirdigim kitaplari henuz bitirmediysem, kitapçidan yeni bir kitap satin almadiysam bunun sebebi okuma hizimin düsüklügü degil, çantami -her tatil öncesindeki gibi- tüm entelektüel görgüsüzlügümle okuyabilecegimin en az iki kati kadar kitapla doldurmus olmamdi.

    o günün sonu da her zamanki gibi otelde müzikli bir aksam yemegi oldu. lakin bu gece sarkiyi söyleyen acemi bir ögrenciydi ve -zannederim ki atan sigorta yüzünden- durmaksizin kesilen müzik, sil bastan akor çabalari, hele hele tavandaki disko topu, hele hele salona verilen mavi isikla pek acayip, pek sürreal bir üçüncü sinif müzikhol atmosferinin içinde bulduk kendimizi. ertesi sabah pek erken kalkilacak ve rize-ayder yaylasi yollarina dökülünecekti oysa. geçtigimiz sokaklar, caddeler boyunca yerel rehberimiz, ayni zamanda bir de sair olan s. hiç durmadan konustu, bilgi verdi bizlere. misal, buralarda bu kadar çok cami olmasini halkin çekemezligine verdi, "alt mahallede bir camii yapildi mi, üst mahalle duramaz, hemen o da baslar camii yapmaya" dedi. dere bulanik, çamurlu akiyorsa yukarilara yagmur yagdigini anlamak gerektigini de ben ilk defa ondan duydum. karadeniz insaninin siradisi zekasini yansitan "osmanli alabalik - 100 metre geride" tabelasini ise burda tekrar neseyle anmak isterim. ayder yaylasi'na yaklastikça hava sogumaya, manzara ise su ana kadar gördüklerimizi dahi sönük kilacak kadar sahanelesmeye basladi. yesil o kadar canli, agaçlar o kadar görkemli ve sik, dereler o kadar gümbür gümbürdü ki... el degmemis doganin ruha verebilecegi huzurun kudretine sastim. buradaki köylerde yasam beklentisinin çok uzun oldugunu ögrendigimizde otobüsümüz sakinleri arasinda yine de burada uzun yasamaktansa istanbul'da kisa yasamanin yeg oldugu hakkinda bir konsensüs olustu. dar, ekseriyetle heyelan tarafindan bozulmus yollardan geçip ayder yaylasi'na vardigimizda ben sadece bu yolculukta degil, bütün hayatim boyunca gördügüm en güzel manzaralardan biriyle karsilastim. basi dumanli bu heybetli daglar içime tarifsiz bir doygunluk hissi saldi, birkaç dakikaligina da olsa “tabiatla bir olmak” denilen ruh halinin dogrusu pek asina olmadigim sihrine kapilip kaldim...

    buradaki tesislerde karadeniz'e özgü bir baska yemek olan mihlamayi tatmak grubumuzun kendini oyaladigi yeni hedefiydi. kocaman bir top yagdan, misir unundan ve peynirden yapilan bu spesyaliteyi, tutucu damak zevkimin de etkisiyle, itiraf edeyim ki, hiç sevmedim. bu yüzden de annem, kardesim, arkadasim ve ben, mutfaginda mihlama disinda da bir seyler pisen bir yere dogru yollandik. temiz, nezih görünümlü diye girdigimiz bu tesiste son derece beklenmedik seyler yasayacagimizi bilmiyorduk. bombostu yemek salonu. ama garson kizlar ve erkekler geleneksel trabzon kiyafetleri içindeydiler. yemeklerimizi, en basta bildigimiz anlamda börek sandigimiz, oysa sonra tatli oldugunu anladigimiz laz böregi de dahil olmak üzere siparis ettikten sonra sov basladi! birdenbire ortada bir tulum peydah oldu, ve bir yandan bu tulum çalinirken diger yandan yöresel kiyafetler içindeki garson erkekler horon tepmeye basladilar. salonda bizden baska kimse olmadigi için ancak sahsimiza yapilmis olabilecek bu hoslugu büyük coskuyla karsiladik, -bir yerde öyle yapmak zorunda kaldik-, alkisladik, fotograflar çektik, kameraya kaydettik. otobüs yolculugunda diger yolculara anlatacak bir sürü seyimiz vardi artik. ama o da ne...

    kabul etmeliyiz ki rehberimiz ve çok iyi niyetli ve biraz da farkli bir insan olan s. gereksizce fazla konusuyordu; mikrofona derin derin ahlar çekiyor, kendi kendine sarki mirildanirken dahi mikrofonu açik tutuyor, bu haliyle grubu geriyor, geriyordu. iste, grubumuzun esas rehberi n. en azindan dönüs yolu için bu soruna kirici olmayan bir çözüm gelistirmisti: simdi, bütün herkes susacak, müzik ve mikrofon da kapanacak, otobüsün kapisi açilacakti, ve biz hepimiz akarsuyun siriltisini dinleyecektik. anahtar cümle "mikrofon kapanacak"ti burda elbette. o karanlik günde sarp sinir kapisi'na dogru ilerlerken ilk basta biraz uyuldu bu konusmama kuralina grubumuzdaki sohbetsever bayanlar tarafindan. ama en fazla on dakika sonra fisir fisir, en fazla yirmi dakika sonra da alenen konusmaya basladi herkes. kaçinilmaz olarak s. de mikrofonu açti. çareler tükenmezdi. "haydi e. sarki söylesin" nidalari doldurdu otobüsü. çok neseli, güleryüzlü bir arkadasimiz ve grubumuzdaki sayili gençlerden biri olan e., müzikli aksam yemeklerinde de oynanacak bir durum olustugunda pistte ilk gördügümüz simalardan biriydi. onu otobüsün önüne, mikrofona aldik ve dinlemeye basladik. heyhat su vardi ki, onun söyledigi sarkilar yas ortalamasi elli bes dolaylarinda gezen grubumuzun müzik zevkiyle pek örtüsmüyordu. nitekim ön siralardan güz gülleri ya da sevmekten kim usanir gibi e.'nin repertuarinda yer almayan sarkilara istek gelmeye basladi. iste tam bu noktada, ona sarkilari hatirlatmaya çalisirken birdenbire mikrofonun elime tutusturuldugunu hissettim. ilkokul birinci sinifta ögretmen siradan "büyüyünce ne olacaksin" diye sorarken, herkes "ögretmen, doktor, mühendis" derken sahsen "sarkici" seklinde, simdi hatirladigimda bana utanç olarak geri dönen bir cevap verdigimi bilmedikleri için hafif nazlanabildim, ama uzun sürmedi bu: mikrofonda sahsim olmak üzere duydum ki unutmussun gözlerimin rengini, bir yanginin külünü, ayva çiçek açmis, yüksek yüksek tepelere, anliyorsun degil mi, kimler geldi kimler geçti gibi bir dizi sarkiyi genel bir nese ve mutluluk hali içinde söyledik grupça; bense aldigim iltifatlarla ruhumun ilkokul birde kalmis bir parçasini tatmin ettim. gürcistan'la sinirimizi olusturan sarp sinir kapisi'na vardigimizda burda görülecek hiçbir sey olmadigi kesinlik kazandi, fotograf çekmek dahi bilemedigim sebepler yüzünden yasakti. ama karadeniz'in en dogu ucuna kadar gelmis olmanin hazzi hepimize yetti.

    bir anlamda artik dönüs baslamisti. otobüsümüz her yerde alinan hediyeliklerle, lokumlarla, kumaslarla, bulgurlarla, pirinçlerle zaten gittikçe agirlasmisti, hatta keskin virajlarda koltuklarin tepesindeki raflara düzgün yerlestirilmemis kutular, posetler artik altta kim oturuyorsa onun kafasina düsüyor, ufak çapta heyecan, sadistik bir espri anlayisi olanlarda da nese yaratiyordu. ama daha sirada bir de kemalpasa'daki çay fabrikasi vardi, ki buradan herkesin ortalama bes kilo çay aldigini hesap edersek, düsünün halimizi... bu fabrikada çay bitkisinin ne sekilde islenerek çaykur paketlerinin içindeki çay haline geldigini de gördük, ki inanin basit bir süreç degildi bu, ardindan da çay ikram edildik. içimizde çay içmeyenlere (ki ben) o esnada sikilmak düstü. akçaabat'taki otelimize dönüsün, her zamanki gibi muhabbetli bir aksam yemeginin ve deliksiz uykunun ertesi sabahi ilk hedefimiz sümela manastiri'ydi. yolculuk sirasindaki bütün tirmanislarimizin en zorlusu zannederim ki bu idi. dar ve engebeli dag yolunu bitmek bilmez basamaklar izledi ve kendimizi bu mimari basyapitin, iki hristiyan kesisin yüzyillar önce kendilerini kapadigi bu manastirin içinde bulduk. aci ki, basimizdaki rehberlerin ikisi de burasi hakkinda ayrintili bilgi verebilecek durumda degillerdi, onun yerine bu iki kesisin kendilerini buraya kapatip ne yapmis olabilecekleri gibi ergenvari diyaloglar döndü ortalikta, tavandan damladigi iddia edilen kutsal suyu görebilmek için dakikalar feda edildi, görenler göremeyenlere anlatti, ve sonunda "tamam herkes gördü artik" deyip o noktayi terk edince ve biraz ilerleyince suyun akisinin hiç zorlanmadan, büyük bir netlikle izlenebildigi bir yer kesfedildi, gülündü. mesakkatli yollardan geçip otobüsümüze vardigimizda karinlar da adet olundugu üzere acikmisti ve yine yöre yemekleri yapan bir restorana girildi. yukarda degindigim sebepler yüzünden yogurtlu misir ekmegi, kara lahana çorbasi, kara lahana dolmasi ya da kaygana adi verilen ve hamsili krep gibi bir sey oldugunu ögrendigim yemekleri degil de çok sevmesem bile en azindan bildigim köfteyi yemeyi tercih ettim ben.

    simdi de uzungöl tüm güzelligiyle, sakinligiyle, bir de soguguyla bizi bekliyordu. orada bungalow tabir edilen tahtadan küçük evlerde kalacagimizi biliyorduk, ama bu evlerin bu kadar sirin oldugunu, heidi'nin yasadigi eve bu kadar benzedigini bilmiyorduk. çitir çitir yanan söminenin karsisinda yenen yemek, yildizli gögün altinda aksam yürüyüsü, uyku, kahvalti, sabah yürüyüsü seklinde siralanan programimizin sonunda dönüs yolu vardi. o gün persembe'ye, daha önce de kalip çok sevdigimiz vona otel'e kadar ilerleyecek, ertesi gün ise amasya'dan geçip orayi da görerek kismetse sehr-i istanbul'a varacaktik. otobüs koltugunu artik vücudumun bir parçasi olarak algilamaya baslamam disinda her sey yolunda gitti. son gecemizdeki yemekte n.'nin ancak kendisinden beklenebilecek bir sekilde arap seyhi kiligina girmesi, sonra –e.'yle beraber- oryantal ritimler çalarken oynamalari gezinin unutulmazlari hanesine yazildi hep. ölümsüzlük pinarindan içerek sonsuz bir hayata mahkum edilen tuck ailesinin anlatildigi "ölümsüz aile"* adli çocuk kitabimi, bir de zaten çok hizli okunan hamdi koç'un melekler erkek olur'unu bu yollarda bitirdim; ayrica, o gün pazar oldugu için gazetelerin bulmaca eklerini tüketip daha önce hiç bilmedigim bir bulmaca türü olan kare karalamacalari bile çözdüm. ögle yemegimizi de içinde yedigimiz amasya zannederim ki gezi boyunca gördügüm en sirin, en farkli kentti. gece yarisina yaklastigimiz siralarda n.'nin esprili veda konusmasiyla beraber istanbul il sinirina geldik. zihnimiz gördüklerimizle sonuna kadar dolu, vücutlarimiz yorgun, ama mutlu ve huzurluyduk diyerek herkes adina konusmam sanmam ki kimseyi rahatsiz edecek olsun.

    basladigimiz yere dönmüstük ve artik karadeniz kelimesinin çagrisimlari benim için çok daha zengin, çok daha canli, çok daha hostu. dilegim odur ki, bu yazinin ardindan ayni sey sizin için de geçerli olsun.

    (james sunderland'e ve mortimes'a tesekkurler)
  • kıyıların yüz karası olan bölge.
    bu kadar memleketçilik olamaz. seçecekleri kişinin sadece karadenizli olması yeterli. rte sırf rizeli diye ölecekler!
hesabın var mı? giriş yap