• ne zaman bu "kendine değer vermek" konusuna bir obsesyon geliştirdim, hayatımda o oranda bazı dikkat çekici şeyler oldu. yaklaşan doğum günüm hasebiyle yakın zamanda bir arkadaşımdan pahalı bir hediye aldım. arkadaşa diyorum "yahu ne gerek vardı buna şimdi bu kadar değerli bir şeyi bana almana gerek var mıydı cidden" falan diyorum ama içten yükselen çığlık aslında şey diyor, "ben bunu hak ediyor muyum ki?" yaa işte bilinç düzeyinde kendime değer vermekle alakalı papağana bağlamış olsam da bilinçaltı rahat durur mu, durmaz. "sen bu kadar değerli misin ki it" diyor, bilinçaltımın sesini eski usül radyo gibi kısıyor ve düşüncelere dalıyorum.

    hediyeyi alan arkadaşım dedi ki, "fikirlerinle benim hayatıma kattığın değerin önemini bilseydin, bu hediyenin o kadar önemli olmadığını da anlardın" gibilerinde bir şeyler dedi telefondaydık şimdi tam aklımda değil. ama aşağı yukarı böyle. gözümün önünden tabiii ki film şeridi gibi ne geçti? geçmişte katmaya çalıştığım sevgi ve değere rağmen, varlığım değersizmiş gibi davranıldığı için uzaklaştığım arkadaşlıklar, insan ilişkileri, bana hem değersiz hissettirip hem de ben uzaklaşınca gitmemem için manipule etmeye çalışanlar, bende apaçık yaralar açmaya çalıştığı halde kaçtım diye bana düşman kesilenler (nasıl kalıp da etimi oymasına izin vermem aaa) hem saldırgan davranıp hem gitmeme de izin vermeyenler, neydi toksik kavramının güzel bir tanımı vardı "toxic is when they can't let you go but can't treat you right either" böyle bir şeydi sanırım. tabi biz insanlara değer kattığımızı zannederken aslında onların ihtiyacı bambaşka olabilir, bunun bilincindeyim her zaman. hepimiz bir değer katıyoruz varlığımızla bu hayata, topluluklara, bireylere ve bizim kattığımızı arayan birileriyle devam etmeliyiz yola. ben bir sanrı içindeymişim, arkadaşlığımla veya varlığımla iyi gelmeye çalıştığım insanların aslında ihtiyacı ben değilmişim ama işte bir türlü beni salmıyorlardı da, arkadaşsa da sevgiliyse de "veneraya bok gibi davranalım ama o hep bizim elimizi tutsun" ilişkilerimde kanundu resmen eskiden.

    tam olarak işte bu değişti. tabi bu nasıl oldu, benim kendime değer vermeye başlamamla oldu. az yukarıda da yazmışım. beslenme, giyinme, kendini affetme, öz şiddeti öz saygı ile değiştirme gibi bazal alanlarda da kendime iyi davranmamla başladı bu. benim kattığım naçiz değere ihtiyacı olan birilerine denk gelmeye başlayınca fark ettim, onlar da bana kendi meşreplerince değer katmaya başladılar -ki ben sadece değer katan sözlere de razıyım- varlığımdan da memnunlar. ne güzel ya. belki bendeki değer duygusunu bana yansıtan bu insanlarla da yolculuğum bir yere kadar devam edecek, bir yerde duraklar değişecek, hatta ihtiyaçlar da değişecek belki, olabiliyor bunlar. şimdilik bana düşen görev hediyemin tadını çıkarmak, çünkü tabii ki bu değeri hak ediyorum, kim hak etmiyor ki? aldım kabul ettim geyiği var hani enerji kunerji işleriyle uğraşanların, aynen ya aldım kabul ettim artık, hayatıma bu alanı açıyorum.
  • kendi değerini bilmek/kendini sevmek, "ben şunları yaptım, edindim, başardım"dan ziyade yapamadıklarından, olamadıklarından ve olduramadıklarından utanmamayı seçtiğinde içselleştiriliyor ve dolayısıyla kalıcı hale geliyor bence.

    yani bi yerde bugün neysen osun. olduğundan başka bir şey olmana da gerek yok. sen yine istersen çabala tabi, öğrenmek, değişmek, gelişmek, hayatta bi amaç sahibi olmak güzel de edinimlerin sonucu sen şimdi olduğundan daha değerli olmayacaksın aslında.

    yani ben şahsen seni seviyorsam yine severim mesela, banane ki yaptıklarından, başardıklarından.

    ama işte insan kendine bu kadar yüce gönüllü olamayabiliyor. kendine nasıl acımasız davranıyorsa herkes de ona aynı acımasızlıkta bakar sanabiliyor.

    böyle zamanlarda da "ya kendine gel sen şöylesin böylesin, bak neleri yaptın, kendi değerinin farkına var" ara gazlarından çok, "e insansın işte ya, utanılacak hiçbir şey yok insana dair şeyler yaşamaktan, yaşadıklarında yalnız da değilsin ama gel hele bi kendi hikayene tüm açık yürekliliğinle sahip çık" kafası daha çok işe yarıyor gibime geliyor.
  • "her bir bireyi ayırt eden ve varoluşuna anlam veren şey, doğuştan gelen eşsizlik ve teklik durumudur."

    her insan, kaba hatlarıyla diğerlerine benzese de eşsiz ve tektir; bu eşsiz ve tek olma halini hisseder. kaynağı belirsiz, tuhaf, anlamsız bir hissiyat değildir bu; gerçeklikten beslenir çünkü birbirinin tıpatıp aynısı iki insan yeryüzünde bulunamaz, yoktur. ender biyolojik durumlar istisnadır ve kaideyi bozmaz.

    bir insanın yerine başka bir insanın "tam anlamıyla" konulmasının olanaksızlığının kavranması, kişinin varoluşuna yönelik sorumluluğunu olası kılar. bu farkındalık, kişinin hem kendisine değer vermesi gerektiğini mantıken temellendirmiş ve dolayısıyla kabulün önündeki zihinsel engelleri kaldırmış olur hem de diğer insanların da bu gerçekliğe sahip olduğunu öğrenmesine yol açtığı için onlara olan yaklaşımını daha sağlıklı kılar.
  • kimsenin umutlarını baltalamak istemem ama deneyimlediğim kadarıyla sonradan edinilebilen bir erdem değil bu. hayatının başında ailenden bunu aldın aldın... alamazsan suni olarak yaratılabilen bir versiyonu varsa bile daimi telkin ve sonsuz destek gerektiriyor. insanların genellikle bu tip insanlar olmadıklarını da göz önünde bulundurursak kişinin kendine değer verme pratikleri mütemadiyen sekteye uğramaya ve her dönemeçte testlere tabi tutulmaya mahkum.

    nihayetinde bu duygu bünyede önce (0-7 yaş arası iki ebeveynle de dengeli bir ilişki kurularak) sağlam bir temele oturtulup ardından progresif bir şekilde adım adım zamana yayılarak pekiştirilmediği ve organik bir şekilde yer etmediği takdirde sonradan yaratılıp yerleşmesi imkansız duruyor.

    özellikle de bu habis çağda: iyiliğin, hoşgörünün, anlayışın, merhametin giderek nadir rastlandığı hatta yavaştan kaybolmaya yüz tuttuğu bu dönemde daha da zor.

    ölüm döşeğindeki neredeyse her insanın hayatta baki kaldığını iddia ettiği sevgi, sevmek ve sevilmek işte bu yüzden çok mühim bir dinamik.

    bu açıdan çocuk sahibi olanların canlı tutması gereken yegane olayın sevgi göstermek, sevgisini hissettirmek, gerekirse sevgiyle şımartmak olduğu ortada. düşününce ne kadar doğal, tabii ve olması gerekenmiş gibi dursa da pratiğe (yani sonuçlara yani çevremize dhjxjkb) baktığımızda hiç de sıklıkla uygulanan bir pratik olmadığını hatta kapalı kapılar ardında milletin birbiririni sevmemek ve sevse de sevdiğini göstermemekle ilgili bolca çaba harcadığını varsayabiliriz sanırım.

    neden peki? neden böyle? bunun cevabını net bir şekilde veremeden yaşadığımız kitlesel çöküntünün önüne de geçemeyiz bana kalırsa.

    yani aslında sorun işin başında, özünde, toplumun çekirdeğindeki çürüklükte...

    ben de bunu insanlığın henüz pek de gelişmemiş bir tür olmasına bağlıyorum. misal bahsettiğim ideal seviyelere erişmiş bir medeniyette savaş dlye bir gerizekalılık olamaz, bir zamanlar olmuş ama çoktan maziye gömülmüş olmalıdır. biz daha şunun şurasında üç beş dakika evvel ikinci dünya savaşını örttük. körfez, afganistan, ukrayna rusya.... devam. yani problem de çözümü de ne kadar basit görünürse görünsün bazı alt yapısal anlayışlar (barışçıllık, kolektiflik, uzlaşmacılık, paylaşımcılık, eşitlik vs.) oturup genel ahlak ve yaşama felsefesinin ta özüne sirayet etmeden kendine değer mevzusu çözüme ulaşmayacak ve insanlar kendine değer verme pratiklerini, eğreti şekillerde uygulamaya, tekrar ve telkin ile suni self-worth'ler üretmeye devam edecek.
  • kendine değer vermeyen kişi, etrafındaki insanlardan değer görünce afallıyor.
    bunun insani gerekliliğini yapamıyor..
    değer de veremiyor.
    ne kendine ne de etrafındakilere saygısı var bu insanların.
  • bir ebeveynin çocuğuna öğretmesi gereken en temel şey bu bence. kendi kıymetinin farkında olmalı insan. kendini tanımalı.

    kendinize yeterince değer vermeyince, bazal bir öz saygınız olmayınca hayatınıza giren her insan tam merkezinize oturuyor. her şeyiniz o oluyor, kendinizi ona göre planlıyorsunuz, hayat akışınız onun çağlayan hayatıyla şekilleniyor. kendinizi sevmeyi bilmeyince, sadece onu sever gibi oluyorsunuz. bir ayna gibi zevkleriniz onun yansımasından ibaret kalıyor. sonra bir bakıyorsunuz vakit geçmiş, siz yerinizde saymışsınız. mutlu olduğunuz dönemler de olmuştur evet ama totalde her şey bir kayıpmış. siz sadece kendi eksikliğinizle, gönülseyerek de aynı zamanda, başkasının hayatında konuşlanmışsınız. geriye dönüp de geçirdiğiniz zamana bakınca, aslında neler yapabileceğinizi, kapasitenizin farkına varabilseydiniz kendiniz için de bir plan oluşturabileceğinizi düşündüğünüzde, "çok mu geç kaldım" düşüncesine yenilebilirsiniz.

    kendine değer vermeyen insanlar çevresindekileri hep fazla önemser. kaybetmek korkusuyla benliğini geride tutar. karşı taraf her istediğinin olmasına alışır ve bu hayatın doğal akışı haline gelir onun için. planların tek taraflı şekillenmesi bir süre sonra yormaya başlar ve böyle ilişkiler kırılmaya mahkumdur.

    sağlıklı ilişkiler kurmanın yolu önce kendi benliğini tanımaktan geçiyor. kendinize değer verdiğiniz ölçüde seviliyorsunuz, önemseniyorsunuz. çok geç kalmak hiç yapmamaktan daha iyi olabilir. bir düşünmek gerek.
  • çok güzel bi şeymiş, söyleyenlerin yalancısıyım.

    ben yaşadığım her olayda pata küte kendime daldığım için hiç beceremiyorum bunu. kişisel gelişim zırvaları arasına sıkışmış en elzem cümle olmasa, azıcık canın sıkıldığında ya da salya sümük ağladığında “cnm önce kendini sev” diyen birileri olmasa ben de biliyorum kendimi sevmem gerektiğini.

    ama gel gör ki; özeleştiri hususunda ruhumu doğrayacak kadar ileri gittiğim ve kantarın topuzunu kaybettiğim için her şeyde ilk önce kendimden çıkarıyorum acısını.

    bazı aileler vardır; ya istisnasız çocuğunun arkasında durur, ya da “mutlaka sende suç vardır” der her olayda. ben ikinci seçenekteki aileye ihtiyaç duymadan yapıyorum bunu. zaten özverinin de bokunu çıkardığım için hiç zorlanmıyorum.

    yüzüne maske yapmak ya da ayna karşısına geçip yanağından makas almak değildir yani.

    kendi ordularının yılmaz komutanı gibi “ilk hedefinin kendin” olmasıdır.
  • bizim ülkede biraz zor bir şey bu. hemen şımarıklık vs görülüyor.

    bir de özgüven sessizdir özgüvensizlik çığlık atar. değer vermeniz yetmiyor bunun çığlığını atmalısınız insanlardan değer görmek için. yoksa fazla mütevazilikten ezik görülüyorsunuz.

    başarılarımı insanların gözüne sokmaktan nefret ederim onlar için yapmıyorum ama söylemezsen de bu sefer kimse kıymetini bilmiyor maalesef hızlı önyargılara varılan bir dönemden geçiyoruz. eğer alnınıza yazmazsanız kitabın boş olduğu düşünülüp geçiliyor.

    olsun pes etmeyeceğim elbet benim gibi insanların bağırmadıklarını dinleyen insanları biriktireceğim.
  • saat 06.02, yatağımda uzanmış, uyumamı kolaylaştırmak adına bir meditatif ezgi dinlemek yerine karşı duvardaki kitaplıkta duran kitaplara bakıyor ve henüz okumadıklarımı zihnimde bir kenara ayırıp bir okuma sırası belirlemeye çalışıyorum. bunu yapmaktan zerre keyif aldığım söylenemez çünkü o kitapları okumak benim için bir zorunluluk ve tüm zorunlu eylemler gibi başlangıçta ne hissederse hissetsin bir noktadan sonra keyif almayı bırakıyor insan istemsizce. işte tam olarak bu zorunluluk, keyif, yapman gereken bir şeyi aksatıyor olmanın verdiği huzursuzluk üzerine düşünürken bir ufak aydınlanma yaşadım kendimle alakalı. neden bu kitapları okumak zorundayım diye sordum kendime. eninde sonunda hiçbiri bir ders içeriği, bir eğitim aracı vs. değil ve otorite kabul ettiğim kimse tarafından bu kitapları okumam gerektiği dayatılmadı bana, hepsini kendim seçtim, içlerinden bazılarını okuyup sindirmenin pek de kolay olmayacağını bile bile seçtim. yani bu kitapları okuyup okumadığımı benden başka umursayan kimse yok. aksine kitap okumak yerine temizlik yapmam, iş aramam ya da en azından insanların dertlerini dinlemem kendi küçük çevremde daha fazla taktir toplayacak eylemler muhtemelen ama ben bunlar yerine kitap okumayı -bana keyif veren kitapları da değil üstelik; okuması, sindirmesi zor olan, bu sindirim sürecinde yemeden içmeden kesilmeme, kendimden nefret etmeme, etrafımdaki herkesi ve her şeyi ve dahi kendimi yeniden tanımlamama sebep olan, beni zorlayan, zihinsel olarak canımı yakan kitapları okumayı - seçtim. ve bu seçimi geri dönülemez bir zorunluluk olarak kabul ettim. haliyle en ufak tökezlemede de bu geceki gibi kendime öz eleştiri vermek, kendimi yargılamak, durumu toparlamak adına yeni eylem planları yapmak gibi -yine çevremdeki insanların asla onaylamayacağinı bildiğim- eylemlerle vaktimi geçiriyorum.
    konu buradan kendine değer vermeye nasıl gelecek derseniz, ben başkalarına saçmalık olarak gelen tüm bu eylemleri kendimin en iyi haline ulaşmak için yapıyorum ancak o versiyona hiçbir zaman tam anlamıyla ulaşamayacağımı bilerek, her daim ondan geride kalacağımı, her daim bu geceki gibi sorgulamalar yapacağımı bilerek yapıyorum bunu. bu sadece kitap okumak konusunda böyle değil elbette, hayata karşı tavrım, hayatı tanımlama biçimim, mutluluk, üzüntü, huzur, acı kavramlarıyla ilişkilerim, beslenme düzenim, uyku düzenim, arkadaş ve aile kavramlarıyla kurmak istediğim bağların sıklığı, bir ilişkiden ne beklediğim vs. vs. pek çok konuda, kendime kimsenin bana dayatmadığı ancak kendimce ideal dearlemonlima'ya ulaşmak için zorunlu olduğuna -şimdilik- inandığım pek çok kural, rutin, sınav ve deneylerle kendimi zorluyor, bunaltıyor hatta en katı öğretmenin bile yapamayacağı kadar eziyorum ve aslında geçmiş ve gelecekle bağlantılı olmayan, gün içerisinde yaşadığım mutsuzluk sebeplerimin çoğu bu bahsettiğim mevzularda kendime yaptığım baskı ile alakalı. yani esasen - yine söylüyorum, geçmiş ve geleceği düşünmeksizin - kendi kendime koyduğum bu hedefleri ortadan kaldırdığım taktirde anlık olarak herhangi bir sorunum, beni mutsuzluğa iten bir sebep olmadığından pekala, amerikan sitcom dizileri izleyip kahkahalar atarak günlerimi mutlu mesut geçirebilirim. ve bunu kimse de yadırgamaz üstelik. neticede en nihayetinde toplumun, lise mezunu diyerek küçümsediği, kitap okuması, nasıl erdemli bir insan olunur sorusunun cevabı hakkında düşünmesi, çocuk sahibi olmayı içsel bir tartışmaya dönüştürmesi ya da aile kavramının ne kadar gerekli olduğunu sorgulaması gerekmeyen hatta sitcom falan da değil, televizyondaki romantik yaz komedilerindeki aşkların hayalini kurup oradaki kadınlar kadar güzel olmayı hedeflemesi ya da tüm gün ekmek derdinde kendini paralaması gereken birisiyim. zira bu tür sorgulamalar, bu tür hedefler benden ziyade 35 yaş bunalımına giren sanatçıların ya da para içinde yüzmesine rağmen mutluluğu yakalayamamış kara talihlilerin üzerinde düşünmesi gereken, yalnızca onları ilgilendiren ve yalnızca onların nihayete erdirebileceği süreçler. bense en fazla onlardan birinin hobi olarak açtığı youtube kanalında yer alan, günlük vloglarının yarısı kadar bile izlenmemiş bir videoyu izleyip like butonuna basabilir, videodaki kişinin üst perdeden anlattığı kişisel gelişiminin dönüm noktasının yer aldığı kesitleri instagrama kalp emojisi eşliğinde story atabilirim. bana biçilen rol bu çünkü ve bu kadarıyla yetindiğim zaman kimse neden daha fazlasını yapmadığımı sorgulamaz bile. tanrılar hariç.
    oysa ben bu tür arayışların içinde olmasam, benden, öyle ya da böyle üniversite okumayı becerememiş 27 yaşında, muhafazakar anne babasıyla yaşayan bir kadından beklendiği gibi davransam az evvel kullandığım "... kendi kendime koyduğum bu hedefleri ortadan kaldırdığım taktirde anlık olarak herhangi bir sorunum, beni mutsuzluğa iten bir sebep olmadığından" ifadesi otomatik olarak geçerliliğini yitirecek çünkü son iki hafta içinde bile o beklenene göre yaşamını sürdüren kadının tüm gün ağlayarak kendine acımasına hatta belki intihar etmesine sebebiyet verecek düzeyde fiziksel, psikolojik şiddet yaşadım, her türlü küfür ve hakarete maruz kaldım, kontrolüm altında olmayan ve olması da gerekmeyen bazı olayların neticesinde kendi öz annem tarafından kına hediye etmek gibi pasif agresif yöntemlerle suçlandım vs. vs.
    beni hayatta tutan, beni ağlayarak canımı acıtan insanların belalarını bulması için dualar etmekten ya da bizzat o insanların başına bela olmaktan alıkoyan, dahası ortadaki o kallavi meseleleri mesele olmaktan bile çıkaran tam olarak bu beklenenin aksine yaptığım, yapmak için kendimi zorladığım, yapmadığım taktirde cezalandırdığım eylemlerin öğrettikleridir.
    ve ben bu süreci bir kurtuluş, bir can simidi olarak görmedim hiç. bu süreç sonunda her ne olursa olsun yaşamam gerekendi çünkü herkese ve her şeye rağmen ben onların tanımladığı gibi bir kadın değildim hiçbir zaman. kendime başkalarının bana verdiğinden daha fazla değer verdiğim, çoğu insanın anlamlandıramadığı, anlamlandırabilenlerinse bana layık görmediği bu kendini geliştirme, dönüştürme sürecinin sonunda kimsenin canını acıtmayı başaramadığı, dövseler de sövseler de bunlardan etkilenmeyen, üstüne üstlük tek bir cümle hatta tek bir bakışıyla bile karşısındaki insanın canını en çok nasıl acıtabileceğini biliyor ve karşısındaki insana hissettiriyor olmasına rağmen o bakışı atmaya ya da o cümleyi kurmaya tenezzül etmeyen bir insan oluverdim. bu seneler önce buralara yaşadığı her acıyı yazıp kendine ağıtlar yakan o genç kızın hayalini dahi kuramayacağı bir güç. bu güce sahip olmak beni yalnızca bu entiri bitene kadar gururlandıracak, sonrasında yine yer yer kendime zorbalık etmem gereken başka meseleler zihnime hücum edecek ama olsun, bana bu gücü kazandıran da tam olarak gerektiği zaman, kendimce gerektiğine inandığım konularda, kendime zorbalık yapacak kadar kendimi seviyor ve başkalarının anlamsız, faydasız ya da yapılamaz bulduğu hedefleri gerçekleştirebileceğime hiç şüphesiz inanıyor oluşumdu.
    saat 08.00 oldu.
    başta bir ufak aydınlanma dediğim bir anlık düşünceyi anlatmak iki saatimi aldı neredeyse.
    bu kadar uzun bir yazıyı kimse okumaz muhtemelen ama yine de tanım da yapayım: kendine değer vermek, insanın, hele de kimse ona değer vermiyorsa, hayatta kalmak hatta o hayatta kendince bir süper kahramana dönüşmek üzere çıktığı yolda sahip olması gereken ilk alışkanlıktır. bu alışkanlık, yeri geldiğinde kendine karşı zalim olmayı, yeri geldiğinde mecazi ve gerçek anlamda yaralarına tuz basmayı, yeri geldiğindeyse - şu an benim yaptığım gibi -kendini bir süper kahraman olarak tanımlamayı içerebilir.
  • bu hayatta yapılması en elzem olan şeydir. sen sana değer vermezsen kimse sana değer vermez.
hesabın var mı? giriş yap