• çorak ülke / thomas stearns eliot

    1922

    `nam sibyllam quidem cumis ego ipse
    oculis meis vidi in ampulla pendere,
    et cum illi pueri dicerent: sibulla ti thelis;
    respondebat illa: apothanein tehelo.' (1)

    ezra pound için
    il miglior fabbro (2)

    i. ölülerin gömülüşü

    nisan en zalim aydır, gövertir
    leylakları ölü toprakta, yoğurur
    anılarla istekleri, uyarır
    uyuşuk kökleri bahar yağmuruyla.
    kış, sıcacık tuttu bizi, örter
    toprağı unutkan karla, sürdürür
    kısır bir hayatı kuru köklerle.i
    yaz şaşırttı bizi, starnbersee'ye gelince
    deli bir sağnakla; sığındık sıra kolonlara,
    derken yeniden güneş, uzandık hofgarten'a,
    birer kahve içip konuştuk bir saat kadar.
    bin gar keine russin, stamm' aus litauen, echt deutsch. (3)
    ve çocukluğumuzda, arşidüklerde kalırken,
    yeğenimgillerde, kızakla gezdirirdi beni,
    ve ben korkardım. ama o, marie, derdi,
    sıkı tutun marie! ve yamaçtan kayardık.
    dağlardaysan, orada özgür bulursun kendini.
    çoğu geceler okurum, kışın da güneye giderim.

    hangi kökler kavrar, hangi dallar bezer
    buradaki taş yığınını? ey insanoğlu
    bunu bilemez, sezemezsin, çünkü bildiğin yalnız
    bir kırık putlar yığınıdır ki güneşte kavrulur
    ve ona ne ölü ağaç gölge, ne cırcırböceği erinç,
    ne de kuru taş su sesi verir. yalnız
    burası gölge, altı bu kızıl kayanın,
    (sığın gölgesine bu kızıl kayanın),
    ve ben öyle bir şey göstereceğim ki sana,
    ne seni durmadan izleyen sabahki gölgendir,
    ne kalkıp seni karşılayan akşamki gölgendir,
    sana korkuyu göstereceğim bir avuç tozda.

    frisch weth der wind
    der heimat zu
    mein irisch kind,
    wo weilest du? (4)

    "bana sümbülleri ilk verişin bir yıl önceydi,
    sonra sümbül kız koydular adımı."
    - ama döndüğümüzde, gün sonu, sümbül bahçesinden,
    kolların dolu, saçların ıslak, bir türlü
    konuşamadım, gözlerim de seçmedi, sanki
    ne diriydim, ne ölü, ne de bir şey biliyorum,
    sırf bakıyordum ışığın gözüne, sessizlik.
    oed' und leer das meer. (5)

    madam sosostris, şu ünlü falcı,
    iyice üşütmüştü kendini ama
    en akıllı kadın diye bilinir avrupa'da
    elinde bir deste hayın kağıtla. işte, dedi,
    senin kağıdın, boğulmuş finikeli gemici,
    (şu inciler onun gözleriydi bir zamanlar, bak!)
    işte belladonna, kayalıkların ecesi,
    durumların ecesi.
    işte üç değnekli adam, işte çarkıfelek,
    ve işte tek gözlü tüccar, bu kağıda gelince,
    bu boş kağıt, tüccarın sırtındaki şeydir,
    onu da görmem yasaktır. peki nerede
    asılmış adam! suda ölümden sakın.
    kalabalıklar görüyorum halka olmuş yürüyor.
    falınız tamam. sayın mrs. equitone'u görürseniz,
    deyin ki yıldız falını kendim getiririm:
    öyle zamandayız ki su uyur düşman uyumaz.

    düşçül kent,
    kirli sisi altında bir kış sabahının,
    bir kalabalık aktı londra köprüsünden, sürüyle,
    ummazdım, ölüm çökertsin insanları sürüyle.
    duyulan, kesik ve seyrek, iç çekişlerdi,
    ve gözleri kendi adımlarındaydı her adamın.
    aşıp tepeyi aktılar king william caddesinden
    saint mary woolnoth kilisesine, kulede çan
    ölü bir sesle tınlarken son vuruşunda dokuzun.
    bir tanış görüp durdurdum haykırarak, "stetson!
    "sen ha! gemilerdeki yoldaşım benim, mylae'de!
    "şu ceset, bıldır diktiydin ya bahçene,
    "filiz verdi mi? bu yıl durur mu çiçeğe?
    "yoksa o beklenmedik don bozdu mu tarhını?
    "öyleyse uzak tut köpeği, insanların dostudur,
    "yoksa tırnaklarıyla kazıp çıkarır gene!
    "sen! hypocrite lecteur! - mon semblable, - mon frère!" (6)

    ii. bir satranç partisi

    kadının koltuğu, yaldızlı bir taht gibi,
    çil çil yansıdı mermerde ve ayna
    - destekleri salkımlı asmalarla bezenmiş
    birisinden bir altın küpidon baka kalmış,
    (biri de gizlemiş gözlerini kanadıyla) -
    çiftleyip alevlerini yedi kollu şamdanın
    yansıttı ışığı masanın üzerine, tam da
    yükselirken mücevherlerinin parıltısı
    öbek öbek atlas döşeli kutulardan;
    fildişi ve renkli camdan şişeciklere,
    tapasız, sinmiş acayip, sentetik parfümleri,
    macun, toz ya da sıvı - bunalttı, şaşırttı
    ve boğdu duyuları kokularla; tedirgin olup
    pencereden gelen esinle, kokular yükseldi
    besleyerek upuzun alevlerini şamdanın
    ve savurdu dumanları bölmeli tavana,
    tedirgin edip desenlerini oymalı tavanın.
    geniş kızılağaç kaplama, renkli taşlarla çevrili,
    bakır kakmalı, bir yeşil, bir turuncu yanıyor
    ve bu içli ışıltıda oyma bir yunus yüzüyordu.
    antik şömine üstündeki tabloda anlatılan,
    sanki bir pencereydi ormana açılan,
    değişimiydi philomel'in, o barbar kralın
    onca zorladığı; ama bülbül kesilmiş orda,
    sarmıştı tüm çölü kirletilemez bir sesle,
    ve hala ağlıyordu ve dünya hala o yolda,
    "cik cik!" kös dinlemiş kulaklara.
    ve zamanın öbür solgun artıkları da
    anlatılmıştı duvarlarda; ısrarla bakan biçimler
    dört yönden sarkmış, eğilip susturuyordu odayı.
    sürüklendi merdivende adımlar.
    ocağın ışığında, fırçanın altında, saçları
    alevli oklar gibi dağılmış
    işıl ışıl konuşurken, artık zalimce susacaktı.

    "sinirlerim bozuk bu gece. çok bozuk. gitme kal.
    "bir şeyler anlat. neden konuşmazsın hiç. konuş.
    "ne düşünüyorsun? ne düşüncesi bu? ne?
    "ne düşünürsün böyle bilmem ki hiç. düşün bakalım."

    sanırım biz dönekler geçidindeyiz,
    ölü adamlar orda yitirmişti kemiklerini.

    "nedir bu gürültü?"
    eşikten esen yel.
    "peki ya bu gürültü? zoru nedir bu yelin?"
    hiçbişey gene hiçbişey.
    "bilmez
    "misin hiçbişey? görmez misin hiçbişey? hatırlamaz mısın
    "hiçbişey?"
    hatırlarım
    şu incilerdi adamın gözleri bir zamanlar.
    "diri misin, değil misin? hiçbişey yok mu kafanda?"
    ama
    o o o o şu şekispiyerimsi cümbüş-
    hem ne incelik
    ne yetkinlik
    "ne yaparım şimdi ben? ne yaparım ben?
    "öyleyse hemen fırlayıp sürterim sokaklarda,
    "saç baş darmadağın. peki ne yaparız yarın?
    "ve her günü tanrının?"
    sıcak su saat onda.
    yağmur varsa, kapalı bir araba saat dörtte.
    sonra bir el satranç oynayacağız,
    kapaksız gözlerimiz kısılmış, kulağımız kapıda.

    kocası terhis edildiğinde lil'e dedim ki -
    esirgemedim sözümü, hem yüzüne söyledim,
    vakit tamam, beyler, kapatiyoruz
    bak albert dönüyor, çekidüzen ver kendine biraz.
    bilmek ister n'aptın sana verdiği parayı,
    dişlerini yaptırman için. verdi, hem de yanımda.
    gel çektir tümünü, lil, güzel bir takım yaptır,
    inan ki, demişti, yüzüne bakasım gelmiyor.
    al benden de o kadar, dedim, albert'ciği düşün bir,
    dört yıldır askerdeydi, gününü gün etmek ister,
    bunu sende bulamazsa, başkaları var, dedim.
    ya, öyle mi dedi. olabilir a, dedim.
    o zaman bir kapı bulurum, dedi, ama açık konuşsana.
    vakit tamam, beyler, kapatiyoruz
    o işten hoşlanmasan da dayanmalısın, dedim.
    yok, yapamam, dersen, başkaları seçip kapar.
    albert çekip giderse, bilir miydim? deme sakın.
    utanmalısın, dedim, böyle yaşlı görünmekten.
    (oysa ancak otuz birinde.)
    elimden ne gelir, dedi, suratını asarak,
    hep aldığım o haplar, düşürmek için, dedi.
    (beş tane vardı, minik george'da az kalsın ölüyordu.)
    ezzacı her şey düzelir, dedi, ama nerde eski halim.
    sen eni konu aptalmışsın, dedim,
    ya albert rahat bırakmazsa, sil baştan, dedim.
    çocuk istemiyordun da niye evlendin?
    vakit tamam, beyler, kapatiyoruz
    neyse, albert geldi o pazar, sofrada sıcak domuz budu,
    yemeğe bırakmadılar beni, tatmalıymışım sıcacık -
    vakit tamam, beyler, kapatiyoruz
    vakit tamam, beyler, kapatiyoruz
    iğgeceler bill. iğgeceler lou. iğgeceler may. iğgeceler.
    haydi eyvallah. iğgeceler. iğgeceler.
    iyi geceler leydiler, iyi geceler sevimli leydiler,
    iyi geceler, iyi geceler.

    iii. ateş töreni

    irmağın tentesi çökmüş: damar parmaklarıyla
    son yapraklar kavrayıp gömülür ıslak setlere. yel
    arşınlar kavruk ülkeyi duyulmadan. su perileri gitmiş.
    nazlı thames, usulca ak, bitinceye kadar türküm.
    üstünde ne boş şişeler, sandviç kağıtları,
    ne ipek mendiller, karton kutular, izmaritler,
    ne de başka izi yaz gecelerinin. su perileri gitmiş.
    ve dostları, kent kodamanlarının aylak mirasçıları,
    gitmişler, adres filan bırakmadan.
    leman gölünün kıyısında oturdum da ağladım.
    nazlı thames, usulca ak, bitinceye kadar türküm,
    nazlı thames, usulca ak, sessiz ve kısadır sözüm.
    ama ansızın soğuk bir yel ve duyarım ardımda
    kemik takırtıları ve kikirdemeler, kulaktan kulağa.
    bir sıçan otların arasından usulca süzüldü
    yapış yapış karnını toprağa sürterek,
    avlanırken ben durgun sularında kanalın
    havagazı fabrikasının ardında, bir kış akşamı,
    aklımda kral kardeşimin uğradığı deniz kazası
    ve kral babamın ölümü, ondan önce.
    aşağıda ıslak toprakta çıplanmış ak gövdeler
    ve basık ve kuru tavanarasındaki kemikleri
    yıllardır takırdatan ayaklarıydı sıçanların.
    ama ben ardımdan, zaman zaman, duyarım
    korno-motor seslerini ki getirirler nasılsa
    sweeney'i mrs. porter'a baharda.
    ooo! dolunay doğup üstüne parlasın
    mrs. porter'la kızının
    onlar sodalı suda yıkar ayakların'
    et o ces voix d'enfants, chantant dans la coupole! (7)

    cik cik cik
    cık cık cık cık cık cık
    onca zorlanmış
    tereu (8)

    düşçül kent
    boz sisi altında bir kış öğlesinin
    mr. eugenides, izmirli tüccar,
    tıraşsız, bir cebi kuşüzümü dolu,
    cif londra: belgeler para ödenince,
    kaba bir fransızcayla, ne dersin, dedi,
    canon street otelinde öğle yemeğine,
    sonra hafta sonu tatiline metropole'de.

    erguvanımsı saatte ki bakışlar ve sırt
    doğrulur masadan ve insan makinesi bekler
    avara çalışan, bekleyen bir taksi gibi,
    ben tiresias, iki hayat arası bocalayan, kör,
    pörsük dişi memeli yaşlı adam, nasıl sezmem,
    erguvanımsı saatte, akşam saatinde ki çırpınır
    yuvaya doğru, gemicileri yuvaya getirir denizden,
    daktilo kız çay zamanı yuvada, sabah sofrasını tpolar,
    sobasını yakar, düzenler hazır yiyecekleri masada.
    pencerenin dışına korkusuzca astığı
    iç çamaşırları güneşin son ışınlarıyla yanar,
    ve yığılmış üstüne divanın (geceleri yatağı)
    çoraplar, terlikler, kombinezonlar, korseler.
    ben tiresias, pörsük hayvan memeli kocamışa yeter
    yeter de artardı bu sahne, gerisine gelince -
    yolu gözlenen konuğu bekledim ben de.
    adam, iğrenç suratlı bir gençtir, gelir,
    sıradan bir emlakçı katibi, küstah bakışlı,
    aşağı kesimden biri ki kurumlu hali sırıtır
    bir bradford milyonerinin ipek şapkası gibi.
    umduğu gibi, zaman en uygun zamandır,
    yemek bitmiş, kadın oyalamaya çalışır,
    istemese bile engel de olmaz kadın.
    ateşlenmiş ve kararlı, adam hemen saldırır;
    hiçbir engele rastlamaz yoklayan eller;
    karşılık mı bekler adamdaki kör gurur,
    kayıtsızlığı da hoş karşılar.

    (ve ben, tiresias, önceden acısını çekmiş
    aynı yatak-divanda oynanan oyunların,
    ben ki thebai surlarına sırtımı dayamış,
    yürümüşüm safında en aşağılık ölülerin.)
    adam son bir öpücüğe daha kıyar,
    el yordamıyla iner ışıksız merdiveni.

    kadın döner, bir an pencerede görünür,
    sanki habersizdir aşığının gittiğinden,
    kafasından puslu bir düşünce geçer:
    "neyse bu da bitti, iyi ki bitti hem."
    bir gün gelir düşer de yosma kadın
    yalnızken gene dolanırsa odasında,
    eli saçlarına gider kendiliğinden
    ve bir plak koyar gramafona.

    "sulardaydım, bu ezgi çalındı kulağıma"
    ve strand boyunca, queen victoria caddesine dek.
    kent, ey kent! arasıra duyarım
    lower thames caddesinde bir meyhaneden
    bir mandolinin hoşa giden dertlenişini
    ve öğle yemeğindeki gürültüsüyle sohbetini
    balıkçıların ki orda yaşar duvarlarında
    magnus martyr kilisesinin,
    büyülü görkemi iyon beyazıyla altın renginin.

    irmağın terlediği
    yağ ve katran,
    mavnalar sürüklenir
    alçalan sularda,
    al yelkenler
    dopdolu
    yelle, yelpirder koca serende.
    mavnalar yıkar
    sürüklenen paraketeleri
    varırlar aşağı greenwich'e
    köpekler adasından ileri.
    weialala leia
    wallala leialala

    elizabeth'le leicester
    çekilen kürekler,
    teknenin kıçı
    yaldızlı deniz kabuğu
    al ve altın,
    sert soluğanlar
    yıkadı kıyıları,
    güneybatı yeli
    çan seslerini
    ak kulelerin
    weialala leia
    wallala leialala

    "tramvaylar tozlu ağaçlar.
    highbury'denim. richmond'la kew idi
    beni mahveden. bir kanodaydı, dapdar,
    richmond'un yanında kaldırdım dizlerimi."

    "moorgate'in gediklisiyim ve gönlüm
    kırık dökük. her şey olup bitince
    ağladı adam ve sözerdi 'yeni bir yarın'.
    ses etmedim. nemeydi benim gücenme."

    "margate kumsalındayım.
    bağlayamam ki
    hiçbir şeyi hiçbir şeyle.
    ucu kırık turnakları kirli ellerin.
    benim halkım gönülsüz halk, ummaz ki
    hiçbir şey."
    la la

    sonra vardım kartaca'ya

    yanıyor yanıyor yanıyor yanıyor
    ey tanrım sen kurtar beni
    ey tanrım sen kurtar

    yanıyor

    iv. suda ölüm

    fenikeli phlebas, öleli iki hafta olmadan
    unuttu martı çığlıklarını, soluğanları
    ve kâr ile zararı.
    bir akıntı, deniz altında,
    sıyırdı kemiklerini fısıltılarla. yüksele alçala
    yeniden yaşadı evrelerini yaşlılığıyla gençliğinin
    kapılırken burgaçlara.
    yahudi ol, olma
    sen, ey çarkı çevirirken yelden yöne bakan!
    düşün phlebas'ı, o da yakışıklı ve boyluydu eskiden.

    v. gök gürültüsünün dedikleri

    vurunca meşale kızıllığı terli yüzlere
    inince dondurucu sessizlik bahçelere
    başlayınca can çekişme taşlık ülkede
    bağıranlar ve ağlayanlar
    mapusane ve saraylar ve yankıması
    gök gürlemesinin, bharda, uzak dağlarda
    o adam ki yaşıyordu, şimdi ölüdür
    bizler ki yaşıyorduk, şimdi ölüyoruz
    sabrımız tükenmiş

    burada su yok yalnız kaya var
    kaya ve susuzluk ve kumlu yol
    yol döne döne tırmanıyor dağlara
    dağlar ki sırf kaya, su yüzü görmemiş
    su olsaydı durup içerdik birer birer
    kayalar arasında kim durur, kim düşünür
    ter kupkuru, ayaklarsa kuma gömülü
    hiç olmazsa su olsaydı arasında kayaların
    ki ölü dağın çürük dişli ağzıdır, tüküremez
    kişi burda dikilemez, oturamaz, yatamaz
    üstelik sessizlik de yok bu dağlarda
    ama kuru kısır gök gürlemesi var, yağmursuz,
    üstelik çile yerleri de yok bu dağlarda
    ama asık mor suratlar sırıtır ve hırlar
    çatlak duvarlı evlerin kapılarından
    su olsaydı
    kaya olmasaydı
    kaya olsaydı ama
    su da olsaydı
    ve su
    bir pınar
    bir gölcük kayalar arasında
    hiç olmazsa su sesi olsaydı
    değil ağustosböceği
    ve türküyen kuru otlar
    ama bir su sesi kayalardan
    şakırken yalnızgezer ardıç kuşu orada çamlarda
    şıp şıp şip şıp şıp şıp
    ama ne gezer su

    kimdi o üçüncü, hep yanında yürüyen?
    sayınca bir sen varsın, bir de ben
    ama ne zaman uzayıp giden ak yola baksam
    birisi daha var daima yanında yürüyen
    akıyor sanki boz harmanisiyle, kukuletalı,
    bilemem artık erkek mi, kadın mı
    - ama kimdir öbür yanında yürüyen?

    yücelerden gelen şu ses de nedir
    anaların yaktığı ağıdın mırıltısı,
    nedir şu kukuletalı insan yığını, kaynaşır
    sonsuz ovalarda, tökezler çatlak toprakta,
    ki kuşatılmış dümdüz bir ufukla yalnız,
    hangi kenttir şu dağların üstündeki
    çatırdı ve sessizlik ve patlamalar erguvan gökte
    yıkılan kuleler
    kudüs atina iskenderiye
    viyana londra
    düşçül
    bir kadın uzun kara saçlarını gerdi eliyle
    ve zırıldattı tellerinde bir ezgiyi
    ve bebek yüzlü yarasalar erguvan ışık içre
    islık çaldılar ve kanatlarını çırptılar
    ve kara bir duvardan aşağı sarktılar başaşağı
    ve havada tepetaklaktı kuleler
    çalarak hatırlatan çanları ki saatleri vurur
    ve boş sarnıçlarla kör kuyulardan yükselen türküler.

    dağlar arasındaki bu kokmuş çukurda
    solgun ayışığında, otlar türkü yakıyor
    çökmüş mezarlar üzre, kilise avlusunda
    bomboş bir kilise, yelin cirit attığı,
    cam çerçeve yok, kapı gıcırdar durur,
    kuru kemikler incitmez ki kimseyi.
    sırf bir horoz kurulmuş çatı direğine
    ku ku riku ku ku riku
    bir şimşeğin yalazında. sonra çileyen bir bora
    yağmur getiren.

    ganj cılızlaşmıştı ve bitkin yapraklar
    yağmur bekliyordu, kara kara bulutlar
    yığılırken çok uzaklarda, himalayalarda.
    cengel sinmiş, kamburlaşmıştı sessizce.
    derken konuştu gök gürültüsü

    da

    datta: verdiğimiz nedir?
    dostum, tutkuyla titremekte yüreğim,
    bir anlık kapılışın korkunç ataklığı,
    ki bir sakınganlık çağı da onaramaz bunu,
    bununla ama sırf bu tutkuyla varolduk
    ve bu, ne ölüm ilanlarımızda izlenebilir
    ne iyiliksever örümceğin sardığı anılarda
    ne de mühür altında, sıska dava vekili kırar
    bomboş odalarımızda

    da

    dayadhvam: duydum anahtarlar
    bir kez döner kapıda, ve yalnız bir kez döner
    düşünürüz anahtarı, herkes kendi zindanında
    düşünmekte anahtarı, bir zindanı onar herkes
    ancak akşam saatinde, göksel söylentiler
    bir an için umutsuz bir coriolanus yaratır

    da

    damyata: tekne yanıtladı
    neşeyle, yelken ve kürekte usta ellere
    deniz durgundu, yüreğin yanıtlayacaktı
    neşeyle, çağrılsaydı bir, usulca atarak
    altında yoklayan ellerin

    oturmuş kıyıda
    avlanıyordum, ardımda çorak düzlükler,
    topraklarımı işleyebilecek miyim hiç olmazsa?
    londra köprüsü yıkılıyor yıkılıyor yıkılıyor
    pi s'ascose nel foco che gli affina (9)
    quando fiam uti chelidon - ey kırlangıç kırlangıç (10)
    le prince d'aquitaine à la tour abolie (11)
    bu parçalarla yıkıntılarımı payandaladım
    ya, siza uyarım öyleyse. hieronymo delirdi gene.
    datta. dayadhvam. damyata. (12)
    shantih shantih shantih (13)

    t.s. eliot,
    çeviren: "eliot" suphi aytimur,
    "t.s. eliot / çorak ülke, dört kuartet ve başka şiirler", adam yayınları.

    (1)
    sibyl'i cumae'de kendi gözlerimle gördüm
    cam bir kavanoz içinde yaşıyordu,
    oğlanlar sorunca, "sibyl ne oldu?"
    yanıtı hep şuydu, "ölümü özlüyorum."
    petronius'dan
    satiricon, bölüm 48
    (çevirenin notu: sibyl'e (kahin kadın) sonsuz hayat verilmiştir ama sonsuz
    gençlik değil. yüzyıllar boyu kocadıkça gövdesi küçüle küçüle bir çekirge
    kadar kalır. daha da büzülecek ama ölemiyecektir. yani hem zamanın, hem de
    doğum-ölüm-yeniden doğum halkasının dışına itilmiştir.)

    (2) daha iyi usta

    (3) hayır rus değilim, litvanyalıyım, alman kökenli.

    (4)
    dağlarından yurdunun
    yel eser serin serin
    irlandalım, çocuğum
    gurbet elde neylersin?
    r. wagner (tristan ile isolde)

    (5) boş ve ıssız gene deniz.
    r. wagner (tristan ile isolde)

    (6) sen! dönek okur! - benzerim, kerdeşim benim!
    c. baudelaire

    (7) ve ey çocuk sesleri, kubbelerde çınlayan!
    verlaine

    (8) tereu: bülbül sesine öykünmede kullanılır.
    tereus: philomel'i kirleten kral.

    (9) sonra kendilerini arıtan alevlere daldı.
    dante, araf

    (10) ne zaman kırlangıç gibi olacağım.
    pervigilium veneris

    (11) aquitane prensi yıkık kulede
    gerard de nerval

    (12) ver. duyuları paylaş. denetle.
    upanishad'dan

    (13) barış. barış. barış.
  • haddime olmadan ben de nacizane bir çevirisine koyuldum,
    henüz ilk bölüm bitti, tamamladıkça diğer bölümleri de koyacağım.

    i. ölülerin gömülüşü.
    nisan, ayların en zalimi,
    ölü toprakta leylakları doğuran,
    anılarla arzuları yoğuran,
    uyandıran bahar yağmuruyla ölü kökleri.
    kış sıcak tuttu bizi, örtülü
    kayıtsız bir karla, azıcık da olsa
    bir yaşamla besledi.
    sağanakla gelişi starnbergersee’ye yazın
    şaşırttı bizi; sığındık revaklara.
    ve gün açınca gittik hofgarten’a
    ve kahve içtik, lafladık.
    bin gar keine russin, stamm’ aus litauen, echt deutsch.
    arşidüklerde kalırken çocukluğumuzda,
    kuzenim kızakla gezdirirdi beni,
    korkardım. marie, derdi
    marie sıkı tutun, gidiyoruz. giderdik.
    dağlarda insan özgür hissederdi.
    okurum çok zaman geceleri, kışın da güneye göçerim.

    hangi kökler tutunur, hangi dallar büyür bu taşlıkta? ademoğlu
    bilemezsin, tahmin bile edemezsin,
    ki tek bildigin gün ışığında yok olan suretlerdir,
    ki ona ne bir ölü ağaç gölgesini verir, ne cırcır böcekleri huzur,
    ne de bir kuru taş su sesi, yalnız
    yalnız bu kızıl kayanın gölgesi,
    (gel sen de sığın bu gölgeye)
    öyle bir sey ki sana göstereceğim,
    ne sabah güneşinde peşine takılan gölgeye benzer,
    ne de aksam güneşinde karşılayan seni,
    sana bir avuç toprakta korkuyu gösterecegim.

    frish weht der wind
    der heimat zu
    mein irisch kind,
    wo weilest du?

    "bir yıl evvel bana sümbülleri vermiştin,
    o gündür bana sümbüllü kız diyorlar"
    -gün bitip de döndüğümüzde sümbül bahçesinden,
    konuşamadım, ve göremedim,
    ne ölü ne diriydim anlayacağın,
    hiç bir şeye vakıf değildim,
    yalnız bakıyordum ışığın geldiği yere,
    sessizliğe. oed' und leer das meer.

    meşhur falcı, madam strosis,
    üşütmüştü kendini ya,
    yine de en bilge kadın diye bilinir avrupa'da. dedi ki bana,
    elinde bir deste lanet kağıtla, işte,
    seçtiğin kart, boğulan fenikeli denizci,
    (bak! şuradaki inciler de onun gözleriydi.)
    işte belladonna, kayalıkların hanımı,
    ve durumların.
    işte asaların üçlüsü, işte feleğin çarkı,
    işte tek gözlü tüccar, ve bu boş kart,
    gösterir tüccarın sırtında taşıdığını,
    ki bana gösterilmemiştir. yok kartlarınızda
    asılmış adam. suyla ölmekten korkunuz.
    kalabalıklar görüyorum, halka olmuş yürüyorlar.
    teşekkür ederim. şimdi görürseniz sevgili mrs. equitone’u deyin ki,
    falı ben kendim getireceğim,
    insan ihtiyatlı olmalı bugünlerde.

    hayali kent,
    bir kış sabahının boz sisi altında,
    londra köprüsünden bir kalabalık akti ki, öyle çok
    düşünmemiştim ölümün mahvettiği insanlar olsun böyle çok.
    kısa ve seyrek iç çekişleri, soluk vermeler,
    herkes kendi ayak uçlarına bakıyordu.
    saint mary woolnoth kilisesinin saati, ölü bir sesle
    son olarak dokuzuncuya vurduğunda,
    tepeyi aşıp king william caddesine aktılar.
    derken bir tanıdığı gördüm, durdurup haykırdım “stetson!
    “mylae seferinde birlikteydik gemilerde!
    “hani şu ceset, geçen sene bahçene gömmüştün,
    “filizlendi mi, çiçek açacak mı bu sene?
    “ani donla kırıldı mı yoksa?
    “köpeği oradan uzak tut madem, çünkü dosttur insana,
    “tırnaklarıyla kazar çıkarır yine yerinden!
    “sen! hypocrite lecteur! -mon semblable, -mon frere!
  • t s eliot'un 1922'de yayınlanan beş bölümlük şiiri. şairin en ünlü şiiri olmasına rağmen başyapıtı kabul edilmez. eleştirmenlere, hoca tayfasına göre batının büyük şehirlerinde yaşayan modern insanların parçalanmış ve yabancılaşmış yaşantılarını anlatır. oysa sembolik bir dil ve evrensel bir kavrayışla yazıldığı için herkes istediği gibi yorumlamakta özgürdür. kendi yorumumdan bahsetmiciim, çok utanç verici çünkü. neyse, muhteviyatında çok fazla gönderme, batı ve doğu mitolojisinden çok fazla alıntı olduğu için araştırılarak okunması beğeni düzeyini arttıracaktır ve nisan en zalim aydır.

    bu arada meraklısına ecevit'in de bir waste land çevirisi bulunmaktadır.
  • şiirin türkçe'sine aşağıdaki linkten ulaşılabilir:

    http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=3

    ve ben öyle bir şey göstereceğim ki sana,
    ne seni durmadan izleyen sabahki gölgendir,
    ne kalkıp seni karşılayan akşamki gölgendir,
    sana korkuyu göstereceğim bir avuç tozda.

    (bkz: kara kule) (bkz: dark tower)
  • modern siirin baslangıcı ve anlasılması cok zor bir şiirdir. eger anlamak icin turkcesini okuyayayım derseniz pek tavsiye etmem. benim bulabildigim bir kitap suphi aytimur tarafından cevrilmis, adam yayınlarından cıkmıstır ve tek kelime ile berbattır. nereden bulundugu anlamadıgım kelimelerle ve bir cok yanlıslıklarla dolu bir ceviridir. en guzel hali ingilizce halidir.

    halk arasında yanlış bilinen bazı bilgileri düzeltmek amacı ile,ts eliot ingiliz degil amerikalıdır, ancak egitiminin bir kısmını ingiltere'de aldıgı ve ingiliz sairlerden, ozellikle de ezra pound'dan cok etkilendigi icin siirleri ingiliz siiri gibi algılanmıstır. aslında tamamen yeni bir akımın sairi, modernismin baslangıcını yaptıgı icin iki tarafa da pek yakın sayılmaz.

    siirin orijinal halinde eliot bir cok dip not koymustur, eger onlarsız okursanız siir anlamsız gelecektir. bu cok guzel siiri hakkıyla okumak ve sonra da hungur hungur aglamak istiyorsanız, the hearth anthology of american literature ismindeki kitabı tavsiye ederim. eliot'un koydugu dipnotlara ilaveten ayrıntılı acıklayıcı dip notlar vardır.
  • her tarafi gondermelerle; atiflarla dolu bir $iirdir. verdigi sayisiz ayarlari anlayabilmek icin deli gibi kasmak, ara$tirmak gerekebilir. ingiliz edebiyati ogrencilerinin cogunu bu $iiri incelettirmeden mezun etmezler bi de.
  • bi dönem çorak ülkenin tanınmamış bi şair olan madison cawein'in bi eserinden aşırıldığı ileri sürülmüş. bu konuda çok az kanıt varmış ve iki eser çok farklıymış. eliot da bu suçlamaların üzerine şunları söylemiş: ''toy şairler taklit eder, olgun şairler çalar; kötü şairler aldıklarını bozar, iyi şairlerse güzelleştirir.''
  • t. s. eliot bu siiri hayran oldugu ezra pound´a adamis.

    433 satirdan olusan bu siir 1922 eseri. yayinlanmadan önce yapilan kisaltmalari da pound´un tavsiyesi üzerine yapmis sair.

    eliot siirinde bircok siirsel ve dinsel kaynaktan aldigi eserleri isliyor, örnegin william shakespeare, richard wagner, antik efsaneler ve incil gibi.
  • robert browning'in childe roland to the dark tower came şiriyle birlikte stephen king'in kara kule serisine ilham kaynağı olan şiirdir. serinin ikinci kitabının da adıdır yanlış hatırlamıyorsam.
  • kitapçıda bir özel basımını gördüm ve fark ettim ki yayımlanışının 100. yılındayız.
    gürültüsü olacaktır.
    olsun.
    cevat hoca'nın çevirisiyle iyi şeyler baskısı kadar güzel az "şey" vardır hayatta.
    le prince d'aquitaine à la tour abolie.

    edit: imla
hesabın var mı? giriş yap