• (bkz: know thyself).
  • grekoromen kültür içinde kisinin kendine dikkat etmesinin* sonucu olarak ortaya çikar. oysa modern dünyada kendine dikkat etmek, bencilce bir tutum sayilirken, kendini bilmek esas unsur konumuna yükselmistir.
  • sokrat; kelime cimrisi bir insan oldugundan degil oyle gerektigi ve o kadari yetecegi icin cok kisa soylemi$tir.
    (bkz: sigara icmek yasaktir)
  • latince karsiligi icin (bkz: nosce te ipsum)
  • antik yunancada 'kendini tanı' manasına gelen sözdür bu, delphoi tapınağına kazınmıştır. kendinden sonra 'meden agan' yani 'pek birşey yok' sözü gelmektedir; kendi gerçeğimizi araştırmaya kalkıştığımızda bulmak istediğimizi, umudumuzu, bazen en dipte bazen zirvede 'summus' bencilliğimizi gizleme veyahut muktedirsizlik örneği olarak ortaya çıkaramama hadisemizde, aslında ihtiyacımız olan 'logos'tur. ya da daha kolayı; 'logos'u kavrama statümüz, sonunda anlaşılacak olan da 'dilimiz' ve 'dünyamız' dır.

    yaşadığımız düşüşler, kalkışlar buna bağlı olarak zamanın herhangi bir dilimi boyunca hisettiğimiz anlam bulanıklılığımız, kavgalarımız, rüyalarımız, bir oyun gibi an'larımız, acılarımız, kahkahalarımız hepsi uyumdaki tespit noktaları gibi. bakınız yaralandığınızdaki uyarıcı, yönlendirici, teselli edici nitelikteki 'çevrenizdeki'lere; göreceğiniz 'kendisini bulmaya yönelmiş kişicikler' ve onların buldukları veya bulduklarını sandıkları kimi gerçeklikler. belki de asla silinmeyecek izlerimizle başbaşa kaldığımızda, zelzele yaşamış yüreğimize laf anlatamadığımız o dakikalarda kulağımızda çınlar-dururken avutan insan replikleri, onlar da 'logos' un bir parçası olarak insan yasaları gereğince, 'kendini bulduğunu sanan belki de gerçekten bulan' insancıkların teorilerini kulak arkası ettiğimizde, bir de herhangi bir sebepten dolayı bir yürek ağrısından mustarip hale geldiğimizde bu sefer de 'avutucu kelamı dinlememiş olmanın' iç burkan muallak halinde, nietzsche 'nin 'bir evet bir hayırda gizli mutluluğu'nu hatırlamak gerekir sanırım. bu gereklilik aslında sadece yapıp ettiklerimizi savunurken peydah olabilir. ama yapmayıp etmediklerimizin hesabında da gizli birşeyler olmalı kanımca. öyle ki 'kutsal olan iki şey vardır; dünya ve benim bağımsız ben~im.' diyen witgenstein [cemil güzey hoca; "bu söz, herakleitos fragmanlarında yer alsaydı, yadırganmazdı sanıyorum." demişken hem de] bana, benim oluşturduğum dünya ve bu dünyamın en saydam, en düz, en transparan, en beyaz, en siyah, en komik, en trajik, en olağan, en dışlanan, en kabul edilen, en nazlı koca bir 'ben' tarafımdan şekillenişini, kabul edilişini hatırlatmakta. zira 'kendini tanı' yönlendirmesi, aslında az evvel de sözünü ettiğim 'yapmayıp etmediklerimizle' de ilgili.

    bakınız şaşkınlık içinde seyrettiğiniz gecelere: bir yıldızın romantik bir hezeyanla kayışına, yağmur altında salak bir yürüyüş sekansına, sahilde oturup da, hangi dalganın size ulaşıp ulaşmayacağını tahmin yarışına giriştiğiniz ve o yönetici uyum karşısında da benzer bir ürperti hissettiğiniz an'a... bu hep böyledir: 'kavrama anları' hep böyledir.

    'ben' ve 'dünya' kümelerinin ortak üyesi 'ben'in ta kendisidir. bir nevi algıladığımı sandığım şey, coffe matesiz neskafenin tadının çıkmıyor olması ise, beni markete onu almak için iten güç ile neskafeyi sade ve şekersiz bir şekilde bilgisayar başında içme kudretim arasındaki ortak üye ise salt 'ben' değildir de nedir?

    'ben' in bağımsız olması ise yine herakleitos'un dilindeki 'ana babasını dinleyen çocuklar gibi olmamalıyız; yani bize aktarıldığı gibi.' / herak. frag. 74/ ifadesiyle alakalıdır. sanırım üstüne hiçbir şey eklenmemiş bir benliğe sahip olmanın saçmalığına, gereksizliğine değinen koca filozofun, 'bağımsız ben' ile 'uyum içinde ve uyumun kendisi tarafından yönetilen dünya'nın witgenstein'in kutsallıkları olması da şaşılacak bir hadise değildir.

    yani 'kendini tanı'dan yola çıkarak 'benim dilim' ve 'benim dünyam'a ulaştığım şu anın değerini ancak bilgisayar başında neskafemi yudumlarken summus yani zirve noktasındaki 'ben' olmadığımı da anlamış haldeyim. gerçi o konumda ol(ma)saydım da, o konumda olmadığımın farkında olmayacaktım. öyle bir ruh durumu bu.
  • iuvenalis 'in saturae 'ından xi. sinde 26-30 dizeleri arasında şu şekilde geçen "kendini bil" hadisesi.

    "e caelo descendit 'gnothi seavton'
    figendum et memori tractandum pectore, siue
    coniugium quaeras vel sacri in parte senatus esse velis.."

    " 'gnothi seavton' deyişi gökten inmiştir, yüreğimize işlenmeli
    ve belleğimizde saklanmalıdır, ister bir eş seçerken,
    isterse senatoda bir mevki beklerken.."

    çev. çiğdem dürüşken
  • (bkz: #11003276)
  • terminator the sarah connor chronicles dizisinin ilk sezon ikinci bolum ismi.
  • yazar, ressam, öykücü, ağabey mehmet günsür (1955-2004) anısına yazdığım aşağıdaki yazının da başlığı.

    -------------------------------

    - gnothi seauton ya da masa örtüsü notları -

    yetişkin ve ayık olan herkes ölür. çocukluğunu yitirmiş ve zihni açılmış olan herkes ölür. başkalarını kerteriz alan, kendisi olamayan, özünü bilmeyen herkes ölür. ölümsüz olmanın ön kabulü ya çocuk olmak, ya sarhoş olmaktır.

    bir pazar günü şirket-i hayriyenin demir kayıklarından biriyle gittim o adaya. denizin ortasında ufak, yeşil, kel kafalı bir adaydı. saygı duyduğum, sevgi beslediğim birisine orada öyküleri için bir ödül vereceklerdi. eski zaman, yanlış hatırlamıyorsam mazhar fuat ödülü gibi bir ismi vardı organizasyonun.

    hava çok sıcak, güneş çok parlaktı. vapurun sancak tarafında, dışarıda oturdum ki güneş dosdoğru taarruz etmesin, yol uzun. sağımda teke sakallı, siyah tişörtlü bir genç, solumda ellilerinde bir kadın oturuyordu. yan gözle kadının bana doğru iki santimlik açılanışını ve dudaklarının arasında sıcak bir muhabbetin girizgâhını görür görmez "eyvah" dedim, "sıçtık". bu durumlarda ilk çare, aynı zamanda en etkilisi olan uyur vaziyete geçmektir. zaten bir önceki ağır akşamın da etkisi olacak, kabataş'tan çıkar çıkmaz vapur, uyuklamaya başladım. hayal kırıklığıyla mırıldanan kadının ruh haline üzülerek uyuyuverdim.

    bir ara bir bağırışla toparlandım, gözlerimi açıp sese doğru baktığımda denizde bir adam gördüm. marmara denizi'nin ortasında, vapurun bir yirmi beş metre kadar açığında beyaz gömlekli, kravatlı, hafiften kel bir bir adam bizden tarafa sesleniyor, el ediyordu. hemen sağa sola bakındım, tıklım tıklım günübirlikçilerle dolu vapurda tek bir insan evlâdı tepki vermiyordu. içimden "yuh!" dedim, kızdım, sövdüm, çok ağır küfürler ettim. adamın sesi tekrar geldi vapurun motor homurtusundan sıyrılıp. ayağa fırladım, "heey, hooop!" diye bağırdım. solumdaki kadın irkildi ve geriye kaçtı. sağımdaki delikanlı kafasını kaldırıp baktı, önüne döndü. bütün vapur bana bakıyor, denizdeki herifi kimse görmüyordu. baktım, sadece bir el gördüm suda, o da iki saniyede battı, gitti. hayret içinde, az kalsın adamı görüp görmediklerini soracaktım ki, birden hala sarhoş olabileceğimi ve uykusuzluğun halüsinatif etkisini sezip sağıma soluma on kasım veletleri gibi selam verip gerisin geri oturdum. yemin ediyorum, daha kıçım tahtaya değmeden uyumuştum tekrar. sosyal baskı kadar etkili bir uyuşturucu var mı acaba?

    vapur adaya yanaştığında güneş öğleyi geçmiş, ödül töreni tahminen bitmişti. hiss-i kablel vuku, iskeleye en uzak meyhaneyi sordum, gösterdiler sorgusuz sualsiz. gariptir, su üstünde yaşayan insanlar çok soru sormazlar, bilirler her şeyi.

    beş dakika yürüdüm yürümedim, mekân çalıların arkasında saklandığı yerden çıkıverdi. tahminim doğruydu, herkes oradaydı. üç-beş masalı, tesadüf eseri denize yuvarlanmamayı başaran, dünyanın en iddiasız meyhanesi. zaten iddialı bir dükkanda içki içenin bir daha iflah olduğu görülmemiştir.

    hiç lafı kesmeden, ortalığı karıştırmadan iliştim masaya, muhabbet derindi zahir; bilgi sahibi, tecrübe sahibi, ödül sahibi adam anlatıyordu hiçbirimizi es geçmeden, herkesin gözüne tek tek bakarak, ılık ılık gülümseyerek. birden, gayet bilinçsiz bir dürtüyle, cebimde olmasına şaşırdığım kalemi çıkardım ve bunu yaptığıma ayrıca şaşırarak sigara yanıklı, şarap lekeli masa örtüsünün üzerine kargacık burgacık yazmaya başladım duyduklarımı...

    ...

    “toplum ‘kuralları’na göre yaşıyoruz çoğu zaman. kolektif bir yaşam, milyonlarca kişiyle paylaşılan prototip davranışlar bizi kişiliksizliğe sürüklüyor; karaktersiz yaklaşımlar sergiliyoruz bir ömür boyu. teknoloji hepimizi karaktersizleştiriyor; elektronik `postalarimizi yollarken turkce karakterlerden ozenle kaciniyoruz`, global lisan yaratıyoruz. öz değerlerimiz, bireysel isteklerimiz piç ediliyor, geri kalanı çoktan iç edilmiş bile. günümüz dünyasında “ben” demek ayıp. bireyselliğe doğru yön belirleyenler agoralarda aptalların tükürük yağmuruna tutuluyor, “yaşasın biz!” diye bağırmadıkça durmuyor yağmur.

    işte böyle bir ortamın koşullarında sadece çocuklar, yani yetişkin olmayanlar, tanımamışken dış dünyayı istediklerini serbestçe yapabiliyor. bu yüzden çocuklar vicdansızdır. çocuklar acımasız olur. bütün çocuklar orospu çocuğudur; çünkü onlar ölüm bilmez. çocuklar acı duymaz, vicdan azabı çekmez. bu nedenlerden dolayı özlem duyduğumuz tek çağdır çocukluk. dünyada sadece çocuklar sorumluluk sahibi değildir, sadece onlara yüklenemez hiçbir ödev. sunidir çocukların ödevleri, görevleri, ahlâki yükümlülükleri. bir çocuk çalmaması gerektiğini “biliyorsa”, annesi aksini tembihlediğindendir; bu bilişler biliş değil oysa. çocuk olmak istiyorum, eylemlerimden sorumlu tutulmamak için, çocuk olmak istiyorum tabula rasa’mı kendim şekillendirebilmek için, çocuk olmak istiyorum bana uygun görülen kadınların dışındakilere de aşık olabilmek için...

    çocukluğa en çok yaklaştığımız anlardır, sarhoşluk anlarımız. bilincimize sosyal normların ‘kontrol’ tanımına uygun bir anlamda sahip olamadığımız, çocukluğun kıyısında kürek çektiğimiz anlar. sorumluluklar bizden uzaktır, hayat çok güzeldir kafalar güzelken. ‘kafası kırık’ olanlar gerçeğin bilgisine ulaşanlar, çocukluğun saf dürüstlüğüyle hareket edenlerdir; ki bütün çocukların kafalarında dikiş izleri vardır ve sarhoşların bu yüzden terminolojisinde kafalar hep ‘kırık’tır. ayık olanların mutlaka bir çıkarı vardır racon keserken, dürüst insan rolü oynarken; oysa sarhoşlar ilan-ı aşk eyler, sarhoşlar doğru söyler, sarhoşlar çocuklar gibi şendir, sarhoşlar dev gibi orduları yener. ayıklar dürüst konuşamaz, akıllı olamazken çocuklardır kaygan zeminden kaçan, ayağını yere basanlar. kafasını, zihnini zaman zaman karıştırmayan, cam gibi bir dimağa sahip olanlar tüm kabullerin aksine en çok kaçanlardır özlerinden. ayıklar özlerini bilmez, çünkü onlar çocukluğu bilmeyen, orospu çocuğu olamayanlardır. hayatta onlar ölürler işte. yetişkinlerdir çünkü, ayıklardır çünkü, edinecek tecrübeleri kalmayanlardır çünkü. ölmekten başka çare yoktur ki ithaka’ya ulaşmaya çalışmayan, geriye bir şey bırakmayı düşünmeyenler için. sahip oldukları tek mülkiyet, “acele” ibareli o saman kağıttan zarftır, ve mazruf sade bir celptir öte taraftan...

    yetişkinler sualtındaki dünyalarında yaşarlar, gerçeklikle ilgili algıları suyun altından yukarıya baktıklarında gördükleridir. su, güruhun aptal bilgileridir o dünyada; bizimle aynı yere bakarlar ama suyun altında ezildiklerinden, su görüşlerini bulandırdığından aşağıdan gördükleri gerçek olandan farklıdır. yanılsamalar yalan gerçekleri olmuştur onların. şişenin içindeki bir sinek gibidirler kısaca. takım elbiseli kırk beş kilo ancak gelirler.

    bizse çocuk olanlar, sarhoş olanlar ve hem çocuk hem sarhoş olanlar, suyun üstünde kirli beyaz ahşap kayıklarda yaşarız biz -fiberle işimiz olmaz. gerçek havayı solur, gerçek kadınlarla sevişir, gerçek balıklar tutarız. biz biliriz kendimizi, mukayyidizdir özümüze. et yeriz, içki içeriz, kafamızı yararız, oyun oynarız, hesap yapmayız, kalp kırmayız. çocuğuzdur, ölmeyiz hiç biz. sarhoşuzdur her anlamda biz, geciktiririz yaşlılığı hep çocukların dünyasında kalarak. ölemeyiz biz onlar gibi; çünkü kendimizi biliriz, dionysos’u severiz, delphoi’deki kâhini dinleriz, kapısından girerken “gnothi seauton” deriz. ve ölmeyişimizin tek bir fizik sebebi vardır: tanrı çocukları ve sarhoşları hep korur...”

    ...

    garip yazı seansım suya düşen bir nesnenin sesiyle kesildi. kalemi bıraktım ve başımı kaldırdım. herkes denize bakıyor, baktıkları noktada mazhar fuat ya da adı her neyse ödülü yalpalaya yalpalaya batıyordu. artık ödül sahibi olmayan adama döndüm hemen. huzurlu bir gülümsemeyle şarap kadehine uzandı. elinde çevirdiği kadehe bir süre bakıp, gülümseyerek bana doğru “bize lazım değil...” dedi, “...aşağıda onu koyacak yer bulurlar nasıl olsa...”

    denizde boğulan beyaz gömlekli adamın belki de halüsinasyon olmayabileceği yıllar sonra aklıma geldi...
hesabın var mı? giriş yap