• 1966 siirt doğumlu. ilk, orta ve lise eğitimini siirt'te tamamladı. aynı yıl girdiği odtü sosyoloji bölümü'nde 1990'da lisans; 1993'te "political and intellectual disputes on the academisation of religious knowledge" başlıklı tezle yüksek lisans; 1997'de de "body, text, identitiy" başlıklı tezle doktorasını bitirdi. 1992 eylül'ünde araştırma görevlisi olarak girdiği selçuk üniversitesi sosyoloji bölümü'nde halen öğretim görevlisi.

    (bkz: tezkire)
  • türk dininin sosyolojik imkanı adlı çalışması ise sünni islam ile alevilik'e bakışta türk resmi tezini irdeliyor; hangisinin daha fazla heterodoksiye yakın olduğunu incelerken de reha çamuroğlu'nun çalışmalarına karşı tezler geliştirmeye çalışıyor.

    http://www.ideefixe.com/…p?sid=fvvu3ymajd1dmi1n4ezw
  • tezkire dergisini halen yürütmektedir. çok iyi ud çaldığı ve sesinin çok güzel olduğu da söylenir.
  • stratejik düşünce enstitüsü'nün de başkanı olmuş. akif emre'nin 28 şubat'ın en büyük zararı olarak gördüğü fikri erezyonun ta kendisi (bkz: #18302272), ali bulaç'ın ise bir iktidarın muhasebesi başlığıyla yayımladığı yazılarında sözünü ettiği enletektüel gençlerin stratejistlere dönüşmesinin vücuda gelmiş hali (bkz: ali bulaç/@dr ramiz).
  • son yazısında andrew araton'u yerden yere vurmuş, süper eleştirmiş zat. iyi de sayın aktay, araton da kim?

    edit: aylar sonra uyanıp düzeltmişler. dopermen'e teşekkürler.
  • şakacı bi şey anladığım kadarıyla:

    "türkiye'nin kürtlerle ilişkisinin tarihi her bakımdan eleştiriyi tabii ki hak ediyor, ama hem burada işgalci bir devlet yok, hem de epey zamandır kürt sorunu demokratik temelde çözüm yoluna girmiş bulunuyor."

    http://yenisafak.com.tr/…?t=07.06.2010&y=yasinaktay
  • 21 eylül 2010 tophane artwalk galerilerine saldırıcnntürk'te şu şekilde yorumlamıştır: "sizin mahallenizde sizin mahrem alanınıza tecavüz edecek şekilde birileri oralarda cirit atıyorsa bir aile insanı olarak orada rahatsız olursunuz... bölgedeki bir takım mahalle aralarına açılan meyhaneler orada bölge halkını epeyce bir rahatsız ediyor ve orada bölgenin gençlerini de motive ediyor bu tür şeyler... tahrik edici bir taraf vardır."
  • express'e konuşmuş. tophane saldırısı hakkında. unutmayalım, aktaralım:

    "fevzican abacıoğlu: mahalleli ve galeriler arasında iletişimin kurulması bir arada sorunsuz yaşanmasını sağlayabilir mi?

    yasin aktay: kahvenin dibinde, mahallanin ortasında, açılışlarda oranın yaşam tarzına alabildiğine yabancı görüntüler veriliyor. bölge içkiye yabancı değil, ama içkiyle birlikte sarmaş dolaş kız-erkek görüntüleri köy kahvesinden hallice bir ortamın dibinde sergileniyor. bunun tepki çekeceğini ortamı görür görmez hissetmiştim. birlikte yaşama şansları tabii ki var. aslında, galeriler bir-iki düzenleme yaparsa hiçbir sorun olmaz.

    fevzican abacıoğlu: bir-iki düzenleme nedir?

    yasin aktay: valla onun pratiği üzerinde çalışmak lazım. mesela, tütün deposu kendi alanı ile mahallenin alanını ayırdı, böylece mahalleliye saygı gösterdiğini hissettirdi, ondan sonra fazla bir sorun çıkmadığını sanıyorum.

    fevzican abacıoğlu: bu toplantı mahalleli ile galeriler arasında iletişim kanallarının uzun vadeli açılmasının başlangıcı olabilir mi?

    yasin aktay: tabii, neden olmasın? sergi açılışlarında içki servisi şart mıdır? bunu bir yaşam tarzı olarak şart koştuklarında, mahalleliyi çekmeleri çok zor olur, çünkü dindar bir insan için içkili ortamda bulunmak rahatsızlık vericidir. bun 'içki içmelerine müdahele edilir.' veya insanların içki içmelerini sorun ediyorlar anlamında söylemiyorum, ama bu kitlelelere bir açılım önemseniyorsa bir ayar çekmek gerekli olur."[1]

    şimdi bu cümleleri önyargısız olarak okumaya çalıştım. ne olur, siz de okuyun. sağda solda tophane saldırısının derin kökleri arasında alkol değil; kentsel dönüşüm ve nezihleştirme olduğu belirtiliyor. saldırı da bu sürecin bi sancısı olduğundan dem vuruluyor. buradan sığlık zemininden başını kaldırıp, yoksunluktan dolayı kitlelerin faşizm ile kendilerini ifade edebiliyor olması tartışılabilir. yasin aktay, söyleşi boyunca buna hiçbir şekilde değinmiyor. sadece, imf protestoları sırasında solcuların dövüldüğü şeklinde soruya karşılık, tophane halkının "ideolojik yapıları itibariyle solculardan çok daha fazla imf karşıtı" olduklarını öğreniyoruz. yani, söyleşi boyunca cemaatlerin ve tarikatlerin etkin olduğu tophane'de durum böyleymiş. ancak bu imf karşıtlığı nedense imf'ye veya neoliberal akape'ye yönelmiyor. haydi dükkanların camlarının kırılmasından dolayı solculara tepkili olduklarını anlayalım (ki ben demiyorum, yasin aktay diyor), ama bi eylem/"tepki" görülemiyor.

    dedim ya önyargısız okuyalım diye. şu iktibastan sonra saldırı ile birlikte gözümde bir kare canlandı. galeri-mahalle gerginliğinde iki tarafın taviz verdiği bi fotoğraf karesi. bi taraf, içkisini bırakıyor ve "senin önünde içmem :)" diyor. diğer taraf ne yapıyor peki? sopasını, biber gazını arkasına saklıyor sadece. "bu durumda sana saldırmam :)" diyor. bu fotoğrafta bi gariplik yok mu? zaten fevzican abacıoğlu da dayanamayıp soruyor: "durumu hafife alarak değerlendirmiş olmuyor musunuz?"

    yasin aktay'ı anlıyorum. sonuçta tophaneli sayılır. dışardan insanları suçlamak da kolay. ancak yasin aktay'dan bi eleştiri göremiyoruz. bu saldırganlar da eleştirinin birincil hedefi olması da şart değil; nezihleştirme projesi ve/veya toplumsal öfke analizi yapılabilir. ancak bu sınıfsal olur -sosyoloji beceremez mi bunu? aslında bu tam da sosyolojinin yapması gereken bişi. ne olacağıdı? ancak yasin aktay'ın hiç bi eleştirisi yok! sanki buradan akape'nin söylemini üretiyor. eh, bunu yaparken de "içki yüzünden oldu" diyen beyaz türk'ün sığlığını bi "***tophaneli***" olarak olumluyor.

    [1] "mahalle raconu, cemaat duyarlılığı", express, sayı 113, ekim 2010
  • "devletin çocuklarına anne babaları ne karışır" başlıklı müthiş yazmıştır:
    http://yenisafak.com.tr/…?t=25.10.2010&y=yasinaktay

    devletin çocuklarına anne babaları ne karışır?
    kılık-kıyafet sözkonusu olduğunda üniversite yaşına gelmiş insanların bile tercihlerini yok sayan bir otoriter-ataerkil iktidarı ne kadar özümsemişiz ki, konu çocuklara gelince yıllardır özgürlüğün türküsünü çığıranların sesi soluğu kesiliverdi. kesilmek ne kelime, otoriter devletin çağırdığı marşa eşlik etmeye bile başladı.

    hep beraber yakından takip ediyoruz. chp başörtüsü yasağının üniversitelerde kaldırılmasına ancak arkasından ortaöğretimde de böyle bir talep gelmeyeceği şartına bağladı. böyle bir şarta nasıl bağlayabiliyorsa, bu taahhüdü kimden talep ediyorsa ve bu taahhüdü kim verebiliyorsa... sanki uzayda siyaset yapılıyor. ak parti'nin parti olarak bu tür talepleri şu anda temsil etme niyeti ve iddiası yok ama böyle bir talebin gelmeyeceğini taahhüt etmeye de ne hakkı ne de imkânı var. nitekim bu talebin temsilciliğinden uzaklaştıkça bu taleplerin başka zeminlerde kendilerine temsil imkânı arayacağı anlaşılıyor.

    bu temsil taleplerinin çözümün ve tartışmanın bu aşamasında hemen provokasyon olarak algılanması demokrasimizin ne kadar ağır yükler altında ve hastalıklar içinde olduğunun semptomu. yapanların amacı gerçekten de provokasyon olabilir, bilemiyoruz. provokasyon olduğuna dair en güçlü delilimiz talebin zamanlaması. doğrusu bu talepte bulunanların mustazaf-der üyesi olmaları bir anlam taşıyor, ama başkası olsaydı da bu zamanlama işin provokasyon algısını yaratmaya yetiyordu.

    iyi de, bu alanın provokasyona bu kadar açık olması büyük ölçüde bizim demokratik seviyemizin ne kadar alçaklarda seyrediyor olduğunu göstermiyor mu? o kadar alçak seviyelerde seyrediyor ki, çocuğumuza hangi din ve örfü kazandıracağımıza dair en temel insan hakkımızdan bir anda vazgeçebiliyoruz. bu hak temel bir insani haktır, bm kabul etmiş olsa da olmasa da, ama şükür ki türkiye'nin de taraf olduğu ve 1990 yılında yürürlüğe girmiş olan çocuk hakları sözleşmesi de çocukların hangi dini ve etik değerlere bağlı ve hangi kültürle yetiştirileceklerine karar verme konusunda ebeveyni tek hak sahibi kılıyor.

    çocuğun belli bir yaştan sonra belli bir dini veya kültürel kalıp içinde yetişmesi, başını örterek veya açarak hayatını sürdürmek üzere eğitilmesi tercihi laik açıdan bakıldığında eşit mesafede karşılanması gereken tercihlerdir. islam'ın bir şiarı olan başörtüsünün de zaten bir tür eğitim ve sosyalizasyon süreci içinde benimsendiği bellidir, bütün diğer kültürel veya dini kalıplar gibi...

    meclis insan hakları komisyonu başkanı ak parti milletvekili prof. zafer üskül, çocuklarını başörtüsüyle okula göndermekte ısrar eden ebeveynin elinden çocukların devlet tarafından alınabileceğini söylüyor. demek ki, çocuğa başörtüsü giydirilmesini bir çocuk istismarı ile eşdeğerde görmüş oluyor. açıkçası bunu anlamak veya kabul etmek mümkün değildir. çocuğun belli bir yaştan itibaren başını kapatması ile açması arasındaki tercihlerin kategorik olarak laik devletin takınması gereken tutum açısından birbirinden hiçbir farkı yoktur. buna rağmen birincisini çocuk istismarı veya çocuğa karşı suç kapsamında değerlendirmek oryantalist bir bakış açısının (hadi burada islamophobia demeyelim) bilincimizin altına veya üstüne ne kadar derinlemesine işlemiş olduğunu gösteriyor.

    zihnimizin derinlerine işlemiş olan oryantalist önyargı, batılı kılık-kıyafeti normal diğerlerini anormal ve hatta sapkınlık ifadesi olarak karşılamamızı sağlıyor.

    diğer bir önyargı, daha ziyade devletçi otoritercilikle ilgili. aslında türk milli eğitim sisteminin tamamına hakim olan bir iddia özelikle 28 şubat'ta sekiz yıllık eğitim düzenlemesiyle birlikte gözümüzün içine sokularak hissettirildi. ebeveyn çocuklarını istediği şekilde eğitemezdi, çünkü zaten ebeveyn çocukları devlet adına, devlet için yapar, yetiştirir ve devlet istediği zaman ona teslim ederdi. 15 yaşına kadar kuran kursu veremez, devletin istediği eğitimden geçirir, 20 yaşına geldiğinde de şehit kınasını yakıp askere de yollardı. ebeveyn devlete vekâleten, devlet adına ve devlet için çocuğa sadece bakıcılık yapmakla yükümlüdür.

    ismet berkan'ın dünkü hürriyet gazetesi'ndeki çocuğunuz sizin mi devletin mi? başlıklı yazısını çok yerinde ve anlamlı buldum. 28 şubat yıllarında bu düşünceye kapıldığını söyleyen berkan gibi ben de o yıllarda aslında bu düzenlemelerle devletin bize sürekli bu mesajı vermeye çalıştığını yazmıştım. oysa artık bm çocuk hakları sözleşmesinin de baskısıyla devlet bu anlayışı terk etmek zorundadır.

    aslında devlet terk etmesine terk ediyor da, bizim de bu anlayışa kendimizi alıştırmamız da gerekiyor.

    baksanıza, anadilde eğitimi boykot etmek üzere çocuklarını okula göndermeyen kürt babaların veya din dersini boykot ettiren alevi ana-babaların tutumu "sivil itaatsizlik" olarak, taş atan çocukların tutumu bir empati konusu olarak karşılanabiliyor ama başını örten çocuk konusunu bir "çocuk istismarı" konusu olarak karşılamamız isteniyor.

    bu işte bir gariplik yok mu sizce de.
  • tezkire'de yazan parlak bir akademisyenken, gereksiz yere güncel politikanın itiş kakışına katılıp gradosunu düşüren sosyolog. şimdiki rolü, katıldığı televizyon programlarında akp avukatlığı yapmak. bir türlü yakıştıramıyorum...

    fikri takip editi ruşen çakır'dan...
hesabın var mı? giriş yap