hesabın var mı? giriş yap

  • maaşlı şakirt troll'lerin son zamanlarda sarıldıkları yeni tür cümlelerin ortak paydası.
    bir de uzun ve süslü entry'lerle pekiştiriyorlar güya düşüncelerini.
    sanırsın ki her gün gaz yemiş, her gün ıslanmış, özgürlük ve demokrasi için parkta sürünmüş, evine gidip yatmamış bile..

    "ben oraya ağaçlar için çıktım ama apo posteri açılınca nasıl bir oyunun parçası olduğumu anladım"
    "ben oraya ağaçlar için çıktım ama polise taş atılınca nasıl bir oyunun parçası olduğumu anladım"
    "ben oraya ağaçlar için çıktım amaesnaf siftah yapamayınca nasıl bir oyunun parçası olduğumu anladım"
    "ben oraya ağaçlar için çıktım ama borsa çakılınca nasıl bir oyunun parçası olduğumu anladım"
    "ben oraya ağaçlar için çıktım ama mitinglere 1,5 milyon kişi katılınca nasıl bir oyunun parçası olduğumu anladım"
    "ben oraya ağaçlar için çıktım ama iş dükkan boykotuna gelince nasıl bir oyunun parçası olduğumu anladım"
    "ben oraya ağaçlar için çıktım ama ab desteğini görünce nasıl bir oyunun parçası olduğumu anladım"
    "ben oraya ağaçlar için çıktım ama cnn 8,5 saat yayın yapınca nasıl bir oyunun parçası olduğumu anladım"
    "ben oraya ağaçlar için çıktım ama kabul edelim beyler, yenildik ve ben nasıl bir oyunun parçası olduğumu anladım"

    he gülüm he..
    ben o başlığa düşüncelerimi yazmak için geldim ama senin troll entry'ni görünce nasıl bir oyunun parçası olduğunu anladım..

  • fizik kurallarıyla aralarındaki pürüzsüz aşk beni hep cezbetmiş canlılardır.

    fakat dün akşam öyle bir tesadüf (yoktur ama var sayalım şimdi) oldu ki o bile "ehehehe nooldu yav" diye çıktı kutunun içinden.

    bunların hepsi kutu manyağı. bunu biliyoruz. bir kedi düşünün henüz bir yaşında değil ve 4.5 kilo. konuşkan ve göbekli bişi.

    üst kata çıkarmak için merdivenlerin yarısına kadar getirip bıraktığım kutuyla oynarken, sen bunun içine gir, arka patilerle ite ite basamak başına kadar getir ve ordan da aşağa kay, kutunun içinde! ve o kutu her biri ayrı ölçüdeki basamaklardan inerken hiç takla atmasın.

    içinden çıkıp "miiik" derkenki halinden anladım ki acayip hoşuna gitti ama nasıl olduğunu anlayamadı. neyse ki!

    bir de anlasaydı kardeşleri de öğrenecekti ve buyrun bakalım merdivenden kayan kediler varyetesi.

    o değil de bir anda olan bu şeyin ne vidyosu var ne fotoğrafı... peh.

  • aile dostu olan bir öğretim görevlisinin odasına gitmiştim biraz muhabbet biraz dertleşme amaçlı. kapıyı çalıp içeri girdiğimde hocam okey oynuyordu bilgisayardan. beni kendine çok yakın gördüğü için "ooo hoşgeldin freewave" deyip bir yandan oyununa devam etti. sonra bir iki havadan sudan nasılsın, iyi misin, muhabbetinden sonra hocamın yanına oturup müsabakayı izlemeye başladım.

    ben arada "hocam şu taşı atan bence ben takip ettim ara taş çıktı." filan diye akıl veriyordum. lan birden bir şey dikkatimi çekti. masadaki diğer kişilerin adlarına bir bütün olarak bakınca böyle baya tanıdık geliyordu. sonra içimden lan yoksa deyip "hocam kimle oynuyorsunuz?" diye sordum. karşılık olarak da "hee onlar mı dekan, prof x hoca, prof y hoca."

    oha lan biz de ilim irfan yuvası diyoruz. adamlar üniversitede okeye dönüyor.

  • bu film yalnız bir kadının dramı değil. yoksulluk, yersiz yurtsuzluk üstüne bir güzelleme hiç değil düşünülenin aksine. bu film kapitalizm denen doymak bilmez canavarın, devlet eliyle meşrulaştırılan rekabetçi, açgözlü neoliberal ekonomi politikaları sonucu evlerinden, yuvalarından, benliklerinden, kendilerinden, anılarından, topraklarından, bellek ve dayanışmanın ışıtan gücünden sürgün edilen modern kölelerin, modern göçebeliğin, modern sürgünlerin filmi. ve belki de insanların bu filmi içinde buldukları anlam üzerinden yorumlayıp, sevdikleri noktad derinlerde; sürdürülen yaşamın kırılganlığına, güvensizliğine, tekinsizliğine karşı duyulan ve modern insanı depresyondan depresyona sürükleyen çaresizliği iliklerine kadar (ama hiçbir şekilde mağduru oynamadan) hissettiriyor olması.

    chloé zhao bir önceki şahanesi the rider'da erkekliği tüm uzuvlarıyla saran liberal/kapital erkekliğin gölgesinde western kırıntılarına, nostaljisine sığınmış kırsal varoluşun çözümlemesini kendinden beklenmeyecek bir ustalık ve olgunlukta gözler önüne seriyordu. malum erkek yönetmenlerin, edebiyatçıların kadın kahraman anlatma sevdasına koşut genç bir kadın yönetmen olarak erkekliğin en vahşi damarlarından biri sayılabilecek bir rodeo hikayesi içinde, kırılgan, zul ve zoraki erkekliği nefiş şekilde naklediyordu bizlere olgun bir şekilde. ve en önemlisi nomadland'de genişleterek tüm kadraja tematik önermesini yedirip yaydığı ''gelecek, geçim, varolma kaygısı'' düsturunu iyiden iyiye parlatarak bundan böyle bir yönetmen olarak tematik dertlerinin ne olacağı hususunda bizleri bilgilendiriyor bir bakıma. ve elbet büyük bir zafere ulaşıyor.

    nomadland itki olarak zayıf bir film. yani kahramanın içinde bulunduğu koşulları izah etme konusunda minimal bir yaklaşıma giderken, alttan alta sistemle olan politik derdini de kısık sesle söylemeyi tercih eden, söylemini hikayenin, karakterin önüne koymaktan sakınırken, kahramanın seçim ve zorundalıklarını bu açıdan izleyicisine açık etme hususunda cimri davranan bir yapıya sahip ki zaten kimileri bunu filmin zayıflığı olarak görüyor. the rider önermesi, derdi ve derdinin izahı bakımından daha güçlü bir filmdi kabul ama nomadland'de olgunlaşan bir sinemanın, sinemacının öyküsünü en iyi şekilde anlatma hususunda yaptığı seçimleri (görüntü, kurgu, ses, senaryo vs) göstermesi bakımından epey önemli bir film.

    çağın politik, ekonomik, sosyal dinamikleri üstüne sürekli konuşmalar, tartışmalar, araştırmalar süredursun bir bakıma yakın bir geleceğin (özellikle ekonomik bağlamda) neredeyse post apokaliptik manzaralarını dolaylı bir imayla seyircisinin üstüne fırlatıyor yönetmen olarak zhao. geniş kadrajları, uzun, derin, çöl, yol planları biraz bundan esasında. bulunduğu, var olduğu yaşamın, dünyanın gerçeklerini anlamaktan uzak, sadece ve sadece sosyal medya öğretileriyle hayatta kalan mutsuz çoğunluk için de dolaylı bir ağıt aslında nomadland.

    büyük şehirlerde, büyük ofislerde, büyük evlerde sadece yaşamak için çalışıp, hayalini kurdukları çölün imkanına kavuşmak için güzelleme yapan milyarların romantizmini de merkeze alarak, gerçeğin çölüne fırlatılan diğer insanların, başka bir seçenek içinde var olmak için giriştikleri mücadeleyi ve bu mücadele içinde ne kadar yalnız hissettiklerini hubrisine yenik düşmeden şefkatli kadrajının bağırıp, çağırmayan minimalizmine sığınıp hiçbir romantik ideal söylev, söylemin peşine düşmeden, yoksulluk ajitatörlüğü yapmadan vakarı huzura seriyor. iyi de yapıyor. o güzel gözleri, elleri, beyni, düşünceleri dert görmesin.

    ama benim için aslında sinemada hikaye anlatmanın büyüsünün bir bakıma nasıl yavanlaşıp geriye doğru gittiğini göstermesi bakımından da önemli bir film nomadland. zira cağnımm agnès varda 1985 yılında çektiği katıksız bir baş yapıt olan sans toit ni loi(yersiz yurtsuz) filminde özel bir tematik yaklaşım, önerme olmadan bir kadının- insanını var oluş sancısını mucizevi bir büyüklükle bizlere naklediyordu. şimdilerde nomadland gibi çağdaş iz sürücü filmler ve elbet zhao gibi yönetmenler (mesaj- önerme- tema) çerçeveye imkan ve izah veren öykü anlatma içgüdüsüyle asla o büyüklüklere varamayacak filmler yapıyorlar ve bizler de ister istemez bu filmleri günümüz sinema ve diğer sanat dallarının içine düştüğü yavanlıktan bir nebze kurtulabilmek için büyük alkışlarla karşılıyoruz. oysa 1985 yılında sinemaya en büyük bozgunlardan birini zaten hediye etmiş bir sinema tanıklığı var uzak olmayan geçmişte bir yerde.

    tenet gibi filmlerin fikrin büyüklük ve idealine sığınan yavanlığına karşı elbet safımız nomadland'den yana ama aslına bakarsanız bunların hiçbiri sinema sanatı için yeni bir adım değil.

  • ''sponsorlarımızla görüştük ve yazılı onaylarını aldık. biz neredeysek onlar da orada olacaklar."

    başkanım kendinden yazılı onay almış ahaha

  • yeni gelen köylü kız zehranın süt kızıymış, ulan bu ferihayla mehmet ikiz değil miydi? bi de bu süt kızı mı emzirmiş zehra, oha lan inek mi bu, nasıl bitmeyen bir süttür bu?