91 entry daha
  • tabi murat belge ile ilgili her fikir beyan ettiğimde, biri çıkıp da benimle uğraşıyor, tabi oturup da uzun uzun konunun dışına çıkmaktansa, konunun içinde kalıp sayın murat belge 'nin nasıl bir halikarnas balıkçısı gördüğü ya da görmek istediği konusu üzerinden bir şeyler söylemek istiyorum; önce şunun üzerinde durmalıyım; "mavi anadoluculuk akımı humanist değildi." ifadesi sadece murat belge 'nin vardığı bir sonuç değildir, öcellikle barış karacasu mavi anadoluculukla ilgili konuşurken, murat belge 'nin yazısının önemli olduğunun altını çiziyor. hatta nermin yazıcı'nın da bir yazı yazdığından bahsediyor. (nokta dergisi, aynı sayı, sf: 24)

    bakın barış bey ne diyor: "en baştan şunu söylemek gerekir sanırım: bu kişilerin hemen hepsi de yelpazenin solunda yer aldığı düşünülen kişiler. dolayısıyla bu gözle bir değerlendirmenin yapılmamış olması çok da şaşırtıcı değil. karşı taraftan ise mavi anadolucular ile onlara dokunan kişilere yapılmış eleştiriler var, ama bunlar da aman aman kayda değer değil. asıl şaşırtıcı olan herhangi bir değerlendirmenin uzun yıllar yapılamamış olması. bunlar azımsanmayacak üretkenlikte kişiler. yine de bütün bu külliyata karşın bu metinlerin nasıl okunabileceği, içermelerinin neler olabileceğine ilişkin de çok az çalışma var. en azından toplumsal ve kültürel düzlemde etkileri bugün bile süren bir akım üzerine değerlendirmelerin daha çok olması beklenirdi. değinip geçivermek, "güzel insan"lar olduklarından dem vurmak, projeleri bağlamında değil insanlarla ilişkileri bağlamında 'hümanist' demeyi yeğlemek... söz konusu kişilerin çalışmalarına, yapıtlarına bakacak olursak üç öbekte toplandıklarını görürüz: çeviriler, edebi metinler, 'kuramsal' diyebileceğimiz metinler. bugüne değin son saydığımız metinlere yönelik çalışmalar oldu, konunun o bakımdan tüketildiği söylenebilir. edebi metinlerle ilgili olarak ise hâlâ tartışmaya gereksinimimiz var. nermin yazıcı'nın konuyla ilgili bir iki çalışması var. murat belge'nin son yazısı önemli bir katkı olmakla beraber başlangıç sayılabilir. çeviri etkinliğinin de ne olduğuna, neler içerdiğine bakmak gerek. en önemlisiyse bütün bunların bir arada neye karşılık geldiği. yapılan işlerin tamamı da bir büyük projenin sacayağı. bunların birbirleriyle ilişkileri, dokundukları yerleri de ortaya çıkarmak gerekir." (a.g.e.)

    yine aynı bahis üzerinde murat belge 'yle aynı fikri paylaşan bir diğer isim de a. ömer türkeş, bakın ne diyor sayın türkeş: "doğrusunu söylemek gerekirse halikarnas balıkçısı, sabahattin eyuboğlu ve azra erhat isimleriyle simgelenen mavi anadolucuların anadolu ve türk kimliği hakkındaki düşüncelerine getirilen eleştiriler bir süredir yapılıyordu. ama belki akademik çevrelerde sınırlı kalmışlığından -biraz da mavi anadoluculuğun günümüzde pek taraftarı kalmadığından- söz konusu eleştiriler uzun uzadıya tartışılmadı. akımın, popüler olduğu dönemlerde neden tartışılmadığı sorusu önemli. çünkü sorunun yanıtı bizi türk solu ve türk aydınının kemalizm'le olan göbek bağı üzerinde düşünmeye zorluyor:
    türk soluyla kemalizm arasındaki yakınlık iki önemli eksen etrafında kurulur, ilki kemalizm'in halkçılık / köylücülük / devletçilik popülist söylemine duyulan yakınlıktır, ikincisi milli mücadele'nin anti-emperyalist yanına yapılan vurgunun abartılarak benimsenmesidir, işte bu yaygın kabul, mavi anadolucuların anadolu'ya giydirmeye çalıştıkları türk kimliğinin ve iyon uygarlığı'nı yunan uygarlığı'ndan ayırma girişiminin yadırganmamasıyla sonuçlanmıştır. elbette mavicilerin hümanizmini de göz ardı etmemek ve onların -bir tür- milliyetçiliğini bugünkü yavan ve saldırgan milliyetçilikle / ulusalcılıkla karıştırmamak gerekir. ileri sürdükleri düşünceler hem kemalizm'le hem o dönemin sol zihniyetiyle çatışmaz. mavici söylemde burası anadolu'dur; dillerin, dinlerin, etnik kimliklerin harman olduğu, halkların uyum içerisinde yaşadığı, tarihin en büyük uygarlıklarının beşiğidir. ve burası "bizim"dir. "biz"den anlaşılansa türk ulusudur. kemalistlerle mavi anadolucular arasındaki fark anadolu'yu bizleştirme yöntemlerindeki farktır; ilki ve gerçekçi olanı silahla çözmüştür meseleyi, ikinci ve hayalci olanı türklerin yüce değerleriyle... işte bu tezler -hele ki içinde açıkça bir düşmanlık barındırmamışken- solcu aydınların rahatlıkla benimseyebileceği türden tezlerdi.
    eleştirilerin ortaya çıkması, sol kesimin kemalizm'le yollarını ayırmasından, pek çok meseleye -tarihe, ırklara, ayrımcılığa, kadına, kültüre, orduya, milli mücadele'ye- farklı bir bakış açısıyla yaklaşmasıyla ilgilidir. " (a.g.e., sf:23)

    murat belge 'ye bir diğer destek de semih gümüş 'den geliyor:
    "halikarnas balıkçısı'nın temelini oluşturduğu, sabahattin eyuboğlu'nun temsil gücüyle öne çıkardığı mavi anadoluculuk başlangıçta yeni bir kültür anlayışı olarak savunulmuş, ama sonradan bir ideolojiye dönüşmüştür. cumhuriyet ideolojisine uygun bir yeni kimlik arayışı, bir grup batılı entelektüel aydın ve yazarın mavi anadoluculuk düşüncesinde karşılığını bulan kimlik fenomenini ortaya çıkarmıştı.
    batı kültürünü oluşturan bütün özün anadolu'dan çıktığını savunmak epeyce köktenci bir görüştü. bunun başlangıçta pek çoklarına çekici geldiği de belli. ama kafalar aydınlanıp gelişince, mavi anadoluculuğun, ucu anadolu şovenizmine uzanan bir düşünce olduğu anlaşıldı. bütün uygarlığın kaynağı anadolu'ya aitse, mavi anadoluculuk kolayca batı kültürüne sırtını dönebilirdi. üstelik onlara göre anadolu'daki bütün uygarlıklar sonunda bugünün anadolu'suna aitti ve bir bütündü. böylece anadolu'ya gözünü diken batı da kolayca ebedi bir hasma dönüşecekti, insanlığın sahip olduğu bütün düşüncelerin ve hümanizmin kaynağı olarak anadolu'yu görmek, hiç kuşku yok ki sapkın bir düşünce sayılabilir. bu anlayışın günümüzün ulusçu ve milliyetçi anlayışlarıyla kolayca buluşması şaşırtıcı olmaz.
    mavi anadolucu düşünceler daha önce de eleştiri konusu edildi. ama adamakıllı tartışılmadı. kimliği belirsiz bir akım olarak kaldı. doğrusu, etkisi uzun süreli de olmadı. ama bu tür düşünceler her zaman canlandırılıp kullanılabilir.
    bugün mavi anadoluculuğun şoven yanlarına ilişkin sert eleştiriler yapılması, milliyetçiliğin ülkedeki yükselişine karşı duyarlıktan olsa gerektir."

    şimdi gelelim savunmaya halikarnas balıkçısı anadolu tanrıları adlıe serinde diyor ki; ("neden bu savunma murat belge başlığında?" diye soranlar merak etmesin anadolu tanrıları başlığında bu entirinin bir kopyası bulunacak.)

    "büyük bir değişiklik olunca, değişikliğin neticesinde yeni bir kültür ve yeni bir ideal doğunca, gelişen yeni şey, kendini çok defa yeni diye ilân etmez, fakat kendini, eskinin ihya edilmiş bir şekli veya bir eski asla dönüş sayar. meselâ, fransız ihtilâli, geçmişten en çok ayrılmış inkılâplardan biri olduğu halde, o inkılâbı yapanlar, eski roma cumhuriyetçiliğine ve tabiî insan hayatının sadeliğine dönmekte olduklarını sanıyorlardı. bizde de yeni türkçe, yepyeni bir şey olduğu halde, türk dillerinin aslına ve aslındaki sadeliğe bir dönüş sayılır, ion'lar da kendilerini, apollon'un oğlu hayalî bir ion'un evlâtlarından sanırlardı. güya apollon, kreusa adında bir kızı sever. ondan ion adlı bir oğlu olur, kreusa, sonra ksutos adında bir erkekle evlenir; fakat ondan çocuğu olmaz, işte bu, ion hakkındaki birinci efsanedir. bütün grek'lerin kendilerine hellen demeleri sonradır, ikinci bir efsaneye göre, güya deukalion'un hellen adlı bir kahraman oğlu, onun da doros, ksutos ve aiolos adlı üç erkek çocuğu olur. doros'tan dor'lar, ksutos'tan ion'lar ve aiolos'tan da aiol'lar doğar. grek sayılan bu üç kola, bu suretle, hellen adı verilir, ilk efsanede ion'lar apollon'un neslinden iken, ikinci efsanede hellen'in oğlu ksutos'un oğullarından olurlar. bu ikinci efsanenin bu üç kolu birleştirme kaygusundan ileri geldiği meydandadır. buna rağmen, ta başlangıçtan beri dor'lar, ion'ları hellen olmamakla ittiham ederler. bu zıddiyet tarihî zamana —yâni kendilerini dor sayan sparta'lıların ve kendilerini ion sayan atinalıların birbirini karşılıklı olarak mahvettikleri âna— kadar sürüp geldi."

    ..

    "platon (felâtun: adamın pek arapçalaştırılmış adıdır. bâzıları eflâtun yazarak, adama patlıcanin eflâtunî rengini verirler). «euthydemos» adındaki kitabında, sokrates'in «hiçbir ionya'lı bir zeus «patroos» (baba) u tanımaz. bizim patroos'umuz apollon'dur, çünkü ion'un babası odur.» dediğini kaydeder. bu sözler ise, ikinci efsaneye değil, birinci efsaneye dayanır. apollon'a gelince, troya savaşında hiç de hellen değildir. akha'ların kanlı bıçaklı düşmanıdır. grek ordusu mahveder. troya'lı hektor'a durmadan yardım eder. akhilleus'u öldürür. apollon'a ithaf edilen homerik ilâhilerde («hymnos»larda) musa'ların bu büyük kılavuzunun ve göklerin bu ulu ok atıcısının olympos'a yanaştığı zaman, zeus ve leto müstesna, öteki bütün tanrıların tahtlarından korkuyla ayağa sıçradıkları okunur, ionya'lı homeros, ilyada'da bittabi ionya'lı tanrıyı getirdi. her ne kadar gelenek, bu tanrıyı grek'lerin düşmanı olarak gösteriyorsa da, — o zamanın şairleri geleneğe bağlı kalmak zorunda idiler—, homeros'ta onu küçültmek meyli yoktur. apollon, homeros'un olympos'lu tanrılarının en heybetlisi ve en muhteşemidir. kendisi anadolu'nun eski matriyarkal cemiyetine ait bir tanrı idi. belki de, hittit'lerin arinna güneş tanrıçasının sevgilisi güneş tanrısıdır. ion'ların baba saydıkları tanrı, işte bu apollon'dur.
    "
    ..

    "ion sözünün batıya doğru seyahatına paralel olarak grekçe ne üzümün, ne şarabın, ne incirin ve bilhassa ne de zeytinin adlarının grekçe aslından olmayıp, birçok dağ, burun ve körfez adları gibi, bir anadolu'lu dilin kökünden oldukları anlaşılmıştır. delice zeytini, portekiz'den hindistan'a kadar vardır. fakat zeytinin, bir gıda maddesi olarak kullanılışı, yunanistan'a anadolu'dan geçmiştir. çünkü homeros, anadolu'da zeytinyağının, bir tuvalet yağı olarak, hattâ yazılarının başka bir yerinde de, ilâç olarak kullanıldığını anlatır. bittabi, bir gıda maddesi olarak kullanıldığını yazmıya lüzum görmemiştir. zeytin ağacı, anadolu'da ve anadolu'ya ait adalarda boldur, yunanistan'da ise seyrektir. zaten zeytin, yunanistan'a ionya'dan başka bir yerden gelemezdi. rodos adası italya'nın egemenliği altında iken, italyan'lar italya'dan, italya delicelerinin üzerine aşılanmış cins zeytin fidanları getirdiler. italyan'lar ne ettilerse, bir türlü o fidanları tutturamadılar. bunun üzerine, marmaris ve bodrum'dan, tonlarca anadolu'lu delicelerin tohumlarını getirtmek zorunda kaldılar. (delicelerin kökleri, hangi toprağın hangisi olduğunu, hudutlar çizen diplomatlardan daha iyi bilir), tanrıça athena'ya ait bir efsane, zeytinin yunanistan'a nasıl geldiğini imâ etmesi bakımından önemlidir. tanrıça athena ile denizler tanrısı poseidon, atina şehrinin hâmiliği için, müsabakaya girişirler. şehre en faydalı şeyi getiren, muzaffer sayılacaktır. poseidon atı, athena ise zeytin ağacını getirir. athena kazanır ve şehrin koruyucusu olur. o zamanın megaron denilen, iki gözlü evlerinin alt odalarında pencere yoktu. o karanlıkta poseidon'un atını oynatacak değil, kandil yakacaklardı. zaten yunanistan'da zeytin, azlığı yüzünden, kutsal bir hal almıştı. yarışlarda kazananların alınlarına, zeytin dalı çelengi konulurdu. ispanya'da zeytine aceituna (arapça elzeytun'dan) denir. ispanya'da delice, arap'ların araba kelimelerinden önce vardı. fakat zeytinin bu adla anılması, zeytinin ispanya'da bir gıda maddesi olarak kullanılması âdetinin, arap'lar tarafından getirildiğini gösterir.
    anadolu'dan yunanistan'a getirilmiş olan bir iki önemli şey arasında, fenike'den alındığı iddia edilen bir de alfabe vardır. bu fonetik alfabe, ilk önce anadolu'da kullanıldı. o zaman yunanistan, yazıya şiddetli bir lüzum duymayacak kadar geri idi. hattâ orası tamamiyle kültürsüz ve vahşî bir yer sayılabilirdi. ve böyledir ki, homeros ve ondan iki yüzyıl sonra babasıyla beraber anadolu'dan yunanistan'a göç eden hesiodos, hayallerini, hâtıralarını ve düşüncelerini, ancak lon lehçesinde yazabildiler. "
    ..
    "ion lehçesi ise, en eski grek lehçesidir. yani ondan önce gelmiş ve kullanılmış bir başka lehçe yoktur. attika (yani atina ve dolaylarının) lehçesi, bu ton lehçesinden gelişmedir. aiol lehçesi, ilk olarak midilli adasında, sappho ve alkaios tarafından kullanılmıştı. barbar kelimesi, grekçe konuşulmayıp da başka bir dilde «vırvır» veya «carcar» diye lâkırdayanlara greklerce atfedilen bir ad idi. (meselâ türkçede, «bar bar bağırdı» deriz. burada söz onomatopoetik'dir, yani anlatmak istediği şeyin sesini taklit eder: mırıldamak, fısıldamak gibi). ne homeros'ta, ne de ondan bir iki yüzyıl sonra anadolu'dan yunanistan'a göç etmiş olan hesiodos'ta ne barbar kelimesine, ne de hellen kelimesine rast geliriz. meselâ, isa'dan önce dördüncü yüzyılda yaşamış olan herodotos'un eserinde, barbar kelimesine tesadüf edilir, fakat bu kelime orada, yabancılara yani barbarlara karşı bir istihfafı göstermez. hatta herodotos, barbar dediği yabancıları hor görmek şöyle dursun, onlardan çok kere sitayişle bahseder. barbarları hor görmek âdeti, yunanistan'da peyda oldu."

    ..

    "buraya, şu önemli olayı da kaydedelim: yunanistan'da atinalı solon, grek kültürünün yunanistan'daki ilk mümessili sayılır. isa'dan önce altıncı yüzyılda yaşamış olan bu adam, bir tüccardı ve işlerini görmek üzere anadolu'ya gidip gelirdi. anadolu'da yazı yazmasını öğrendi ve gene anadolu'da gelişmiş sosyal kurulları gördü. anadolu'da öğrendiği lon lehçesinde şiirler yazdı. fakat şiirlerin, kendisinden önce gelen midilli'n sappho veya paros'lu arkhilokhos gibi şair olduğu için değil, o devirde yazı, manzum olarak yazıldığı için yazdı. yoksa solon yüz yıl sonra geleydi, mutlaka nesir olarak yazardı. o devirde arazi zenginlerin elinde idi. halk zenginlere ait toprakları —mahsulün altıda birini alarak— işliyordu. bu pay geçimlerine yetmediği için, zenginlere borçlanıyor, borçlarını ödeyemediklerinden dolayı da haraç mezat köle olarak satılıyorlardı. solon, o sıralarda, okuma yazma bilen, dünya görmüş bir adam olduğu için, arkhon (kanun yapıcı hâkim) seçildi. arkhon'ların âdeti, o mevkie seçilince, zenginlerin topraklarını —eksiltmeden— muhafaza edeceğini ilân etmekti. solon böyle bir söylevde bulunmadı. bütün borçları keenlemyekün saydı; bundan dolayı da satılarak köle olmuş olanlara hürriyetlerini iade etti. solon'un bu ıslahatına kurtuluş denilerek şenlikler yapıldı. solon kanunlarına göre, kimse borçtan dolayı köle olamazdı. yunanistan'daki yeygi değerleri yükselmesin diye de, yeygi ihracatı yasak edildi, işte bu kanunlar, bir sürü noksanlarına rağmen, yunanistan'ın' demokrasiye doğru ilk ilerleyişi sayıldı.
    şimdiye kadar anadolu'da ion'lardan söz ettik. yunanistan'da hellen şuurunun anadolu'dan yunanistan'a geçmesi, isa'dan önce altıncı yüzyılda olmıya başladı. ancak isa'dan önce, 560-527 yılları arasında yani atina'da peisistratos zamanındadır ki, homeros'un eserleri yunan yarımadasına geçti ve atina'nın panathenaia festivallerinde muayyen bir sıramla okunmıya başlandı, işte o zaman, bu eserler, atina'da kutsallaştırıldı ve oradan bütün yunanistan'a yayılarak hellenik şuur peyda oldu. bu arada, anadolu'dan yunanistan'a geçen olympos'lu tanrılar ile hellen'lerin dini de kurulmuş bulundu."

    ..

    "ion'lu şuur, anadolu'da geliştikten ancak üç yüzyıl sonra yunanistan'a geçebilmiştir. herodotos «homeros ile hesiodos, grek tanrılar hanedanını kurdular, onlara adlarını taktılar, vazifelerini ve sanatlarını tâyin ettiler.» diye yazar ve bu işin, kendi gününden (m. ö. 430) dört yüz yıl önce olduğunu ilâve eder (homeros ile hesiodos, bu tanrıları tutup yoktan var etmediler. anadolu tanrıları adını verdiğimiz bu kitap, tanrıların menşelerini araştırmıya çalışır) fakat anadolu yunanistan'a dilini, dinini, klâsik şuuru ile hellenik denilen medeniyetin esaslarını vermekle kalmadı, isa'dan önce 490 yılına doğru, yunanistan'ın pers'ler tarafından istilâsı, klâsik kültürün ve yunan medeniyetinin geçirdiği en büyük tehlike sayılırdı. son zamanlardaki bazı avrupa tarihçileri, bu kanaatta değildirler. çünkü pers'ler ionya'yı, o devrin en ileri şehri olan milet'i, başkenti ile beraber bütün karya'yı zaptettikleri halde, oralardaki sosyal kurullara dokunmadılar. bu kurullar, bu ionya ile güney anadolu'daki klâsik kültür hareketi devam etti, gelişti. asıl, pers istilâsından öncedir ki, anadolu'dan yunanistan'a gelen klâsik kültür ve hellenik denilen medeniyetin varlığının en büyük tehlikesiyle karşılaştı."

    ..

    "orfik'lerin mistik tarikatı veya dini, isa'dan önce yedinci yüzyılda yunanistan'a yayılmıya başladı. yakın doğudaki bu yeni din, şayet yunanistan'da bütün hurafeleri, sırları ve sihirleriyle kökleşseydi, muhakkak, akliliği, felsefeyi ve ruh hürriyetini boğar, hayatı akla ve güzelliğe dayanan bir eser yaratmak arzusunu tamamiyle söndürürdü. hayat artık geleneklere, hurafelere ve papaz güruhuna alt olurdu. solon devrinde, dünyanm yaratılışı hakkında homeros ve hesiodos'un tanrılar nesebine, teogoni'sine dair yazdıklarına karşı, entelektüel bir isyan baş göstermişti. bu naklî teogoni'ye anadolu'da milet'li thales ve gene milet'li anaksimandros ve onları takip edenler, tamamiyle aklî, tabiî felsefelerle mukabele ettiler. zaten bu adamlara filozof değil, fakat «physiologos» yani fizikçi denirdi, isa'dan önce dokuzuncu yüzyılda homeros'un teogoni'si, her ne kadar ileri bir adım sayılabilirse de yüzyıllarca sonra bu teogoni'nin insan aklı üzerine abana kalması, dünkü hakikatin bugünkü yalan olarak temadisini sağlayabilirdi. yalanın temadisinin de pek öldürücü tesiri olabilirdi. bisiklet yürürse durur, durursa düşer."
    ..

    "entellektüel isyandan sonra, homeros ve hesiodos'un mitolojisine karşı başka bir isyan, bu sefer ahlâkî bir isyan basgösterdi. bu isyan orfizm denilen bir şekil aldı. bu tarikat veya hesiodos'un verdiği efsaneleri, moral bir duyguya uyacak surette değiştirip tefsir ediyordu. bu işte, m. ö. 640 yılında sicilya'da doğan şair stesikhoros un büyük tesiri oldu. mesele, klytaimnestra tarafından ve karısı klytaimnestra'nın da kendi oğlu orestes tarafından öldürülmesidir. bu mitoloiik olayı ilk önce nakledenler, bu sade olaylardan ahlâkî bir hisse çıkarmayı akıllarından bile gecirmemislerdi. halbuki stesikhoros öyle mi yapıyor? hayır! ona göre agamemnon, kendi (aynı zamanda klytaimnestra'nın) kızı iphigeneia'yı kurban olarak öldürttüğü için, karısı tarafından öldürüldü. karısı da, kocası agamemnon'u öldürdüğü yani bu cinayeti islediği için, orestes tarafından öldürülür. olayların naklinden ibaret olan bu efsanenin bu yolda yorumlanması, ortada şaşmaz bir adalet olduğunu göstermiye yeltenir. tşte. efsanevî olaylara da bu suretle ahlâkî bir düzen verilmiş olur. stesikhoros tarafından başarıları bu kabîl ahlâkî efsanelerden, aiskhylos ve daha başka tragedia yazarları pek faydalandılar. ne var ki; bu ahlaki hareket, orfik denilen bir tarikat, hattâ bir din mahiyetini aldı; orfik dinin veya tarikatın şeyhleri ve mürşitleri, kendilerine göre bir ilahiyat uydurdular. bu işlereagdistis, dionysos ve zagreus efsanelerini karıştırdılar ve bunun neticesi, yeni bir mistik ve metafizik cereyandır, aldı yürüdü. yunanistan'ın her tarafını kerametler, mucizeler ve sihirler sarmıya başladı."

    ..

    "kuzey yunanistan'da dionysos ancak m. ö. sekizinci yüzyılda itibar görmeye başladı. anadolu'nun derelerinden ve tepelerinden yunanistan'ın olympos tepesine, hemen hemen ancemaatin göç eden tanrılar kafilesine pek geç katılan bu yabancı tanrı, ilk önceleri orada hiç de iyi karşılanmadı. ne var ki, aradan çok zaman geçmeden, orgia'ları orman yangını gibi atina ve dolaylarında parlayıp, yunanistan'ı sarmıya koyuldu. ona tapanlar, geceleri dağ tepelerinde toplanıyorlar, sırtlarında geyik postu ve ellerinde meşaleler ve «thyrsos» denilen üzerlerine sarmaşık dolanmış çubuklar sallayarak, alabildiklerine davullar ve tefler gümbürdetip ve flütler öttürüp kıyametler kopararak, kutsal kurbanlarını elleriyle paramparça yırtıyor, kanlı ve dumanlı parçaları diri diri yiyorlardı. böylece mistik bir heyecan ve cezbe yoluyla (yani orgia ile) dionysos'a kavuşuyorlar, başka bir deyimle fenafillâh mertebesine ve mutlak saadete ulaşıyorlardı. bu işi asıl kadınlar görüyordu. işte bundan sonra ve bundan dolayıdır ki, delphoi'daki apollon kâhinleri kadınlardan seçildi."
    ..

    "güneşi, şarabı, neşeyi ve gülüşü bol anadolu'nun bağlık, bahçelik ve apaydın tonya'sında (homeros, tanrıların ambrosia'sı - bir çeşit kevser şarabı - tükenince, güneşli maionia'nın - salihli ve sardes ovası - şarabından içtiklerini anlatır) hayat, yunanistan'daki kadar çetin olmadığı için, insanlar topraklarının persephone (yani ölüler) dünyasına «varsın olsun» diye yüksekten bakıyorlardı. yunanistan'da ise hayat şartları pek ağırdı. yaşama hızı fena halde kösteklenmiş, engin ve gür yaşama ümidi kalmamış olduğundan, atina sokaklarından koşa koşa geçen orfik mistlerin, «dünya keder dolu! kederler ile de deryalar dolu!» yollu yürekler acısı ah vahları, bizim alaturka denilen musikinin radyo yayınları gibi, her taraftan, yaslı yaslı ötüyordu."

    ..

    "yunanistan'da eleusis'te tutan orfizm cereyanına, bir de «eleusis sırları» diye, yeni bir ad takıldı. bu sırlara göre, alt dünyanın tanrısı, lakkhös idi. bir de alt dünyada «çift tanrıçalar» yani demeter ile persephone vardı. eleusis'li festivallerde, sokaklarında «ey erenler! denize!» diye çığlıklar salan bu tarikatın mensupları tozu dumana katarak, cumhur cemaat, denize seğirtirler, kendilerini denize atarlardı. sonra, «çift tanrıçalar» mabedinde tapınırlardı. orada kendilerine sırlar açıklanırdı.işte bu sıradadır ki, sisam adasında, dâhi bilgin pythagoras, büyük bir matematikçi olmasına rağmen, bilhassa sicilya'da batînî yani bir çeşit orfik mezhebini yaymıya koyuldu. fen ve ilim, tabiatın sırlarını çözmiye çalışır. fakat, insanların sabrı mı tükendi ne, işte bu yeni din, bu işi sihirle kestirme yoldan başarmıya kalkışıyordu.
    "
    ..

    "orfik din, az kalsın, bütün yunan mabetlerini saracaktı. bu takdirde papaz güruhu da, memleketin sosyal durumuna hâkim olacaktı. bu takdirde, mısır'da olduğu gibi, yunanistan da ehramlariyle bir mezaristana dönecekti. ne var ki, yaratılış meydanına samanla karışık buğday taneleri atılırsa, yaratılış gerçeği yani taneleri geliştirir. samanı da boşa götürmez, tanelere gübre yapar. orfizm muvaffak olamadı ama, gene de başta aiskhylos ve pindaros olduğu halde, memleketin ve dünyanın edebiyatına tesir etti; hattâ orfizm, platon'a bile mülayim geliyordu. orfîzm zehrine karşı anadolu'da ionya bir panzehir vazifesini gördü. orada, ilahiyat ile fenni birbirinden ayıran hareket orfizm'den çok önceleri başlamıştı. ve işte budur ki, klâsik medeniyeti, papazlar tarafından dogmatik bir tarzda tefsir edilecek bir dinin istibdadı altında mahvolmaktan kurtarmıştı. pythagoras ve müritleri, fen alanında çok önemli ilerlemeler başarmış oldukları halde, sonraları bütün kudretlerini mistisizme vermişlerdi. fakat, hiç dalgınlığa kapılmadan, cesaretle akıl yolunu tutanların başında, anadolu'da diyalektik felsefenin kurucusu ephesos'lu herakleitos gene anadolu'da kolophon'lu ksenophanes bulunuyordu. bunlardır ki, klâsik medeniyeti, pers istilâsından çok daha büyük ve muhakkak bir tehlikeden kurtardılar.
    "
    ..

    "ksenophanes, anadolu'yu terkederek, yunanistan'da ve italya'da, şehir şehir taban tepti. îonya'lıların pers'lere lâyıkıyla mukavemet etmediklerine müteessir olmuştu. işte bundan dolayı, grek'lerin dinine ve ideallerine şiddetle hücum etti, gelenek haline gelmiş inançlara karşı savaştı. ilk önce o zaman kabul edilmiş olan ortodoks dine saldırdı. insan şeklindeki tanrıların, akla ne kadar aykırı olduğuna dikkati çekti. «eğer öküzlerin, beygirlerin ve arslanların kendilerine tanrıları yapan elleri olsaydı, onlar da tanrılarını öküz, beygir ve arslan şeklinde yaparlardı.» dedi. sonra, grek'lerin hocaları homeros ile hesiodos'a karşı protesto çekti. «onlar insanlara hırsızlıktan, zina ve karşılıklı sahtekârlıktan başka bir şey öğretmediler.» dedi. sonra, grek hayatının müteamil ve itibarî (konvansiyonel) ideallerini - mesela, atlet idealini gülünç buldu. bir yarışı veya atletik müsabakayı kazanana karşı gösterilen, saygıyı ve büyüklemeyi delilik saydı."
    ..

    "«aklımız beşerî hayvan ve beygirlerin kuvvetinden daha iyidir.» dedi. ksenophanes, yanında tambur veya bağlama dıngırdatan bir köle bulundurarak, ihtilâlci fikirlerini, diyar diyar gezdirdi. (bunu bir anadolu'ludan başka kim yapar? unutmamalı ki, nasrettin hoca ile bektaşi nüktelerinin memleketindeyiz). ne derece cesareti olduğu şu noktadan anlaşılır: ksenophanes, böyle bir yerden bir yere giderek, her uğradığı yerde, olağan üstü dünya ve ahıretle temasta oldukları sanılan - bazan bakid ve bazan da sibil diye anılan - orfik evliya ve mecnunlar da kalabalık halinde kaynaşıyorlardı. bunlar istikbali keşfediyorlar, hastalıkları iyi ediyorlardı; insanları, cenabetlikten şartlanmak suretiyle temizlemek gibi, lanetten kurtarıyor yahut temizliyorlardı. hattâ bunların arasında epimenides denilen bir büyücü, koskoca atina şehrini mekruhluk ve lanetten kurtarmak için, oraya çağrılmıştı."

    ..

    "ksenophanes yalnız yıkıcı değil, fakat aynı zamanda da yapıcı idi. felsefesinin baş prensibi, bir tek tanrı idi. fakat bu tanrıyı «kosmos» la (kâinatla) birleştiriyordu. bu tek tanrı ile beraber tabiata hayat veren birkaç ikinci derecede tanrıyı kabul etmemiş olsaydı, tam bir panteist (vahdeti vücutçu) olurdu. ksenophanes'in jeoloji alanında büyük keşifleri vardır: arz küresinin tarihi hakkında, fosillerden neticeler çıkarıyordu. gözünü asla budaktan sakınmaz hür bir düşünücü olarak, ksenophanes klâsik medeniyetin çok cazip bir önderidir. fakat, bizi burada ilgilendiren nokta, hesiodos'u şiddetle reddettiği kadar, orpheus'u da reddetmesidir. ksenophanes'in, mistisizm ve kutsal ilhamlarla arası hiç de iyi değildi. orfik papazları ve mürşitleri, sahtekâr ve şarlatan diye, teşhir ediyordu; hele pythagoras'a şiddetle karşıydı, akıl uğrunda yaptığı savaşların değeri takdirden ötedir. "

    ..

    "aklın öteki devi, ephesos'lu herakleitos'tur. «hep akar ve hiçbir zaman hiçbir yerde durmaz.» diyerek, dünyada bir «statü quo» nun mevcut olamayacağını ilk anlayan herakleitos'tur. bu adamın huyu ve suyu, ksenophanes'inkinden bambaşka idi. siyasette bir aristokrat idi, ancak pek aydın olan birkaç seçkin zenginin anlayabileceği güç bir üslûpta yazıyordu. ihtiyarlayınca, felsefe kitabını,
    ephesos'ta artemis mabedine bıraktı ve son günlerini yaşamak üzere, şehrin yanındaki bir ormana yapayalnız çekilip gitti. kendisinden önce gelen ionya filozoflarının hepsinden daha büyük bir dehâya sahip olan, kendisinden sonra gelenlere heybetiyle tesir eden bu adam, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, fluksu yani daimî değişmeyi ve varlığın değişmeden ve akmadan ibaret olduğunu tesbit eden doktrini düşünüp bulmuştu. «hep akar» ve «biziz ve değiliz» dedi. bununla kalmıyarak, rölativite doktrinini de buldu: «fena ve iyi aynı şeydir.» diyordu. biz, burada onun felsefesinin gelişmesini anlatacak değiliz. fakat, şu nokta unutulmamalı ki, klâsik medeniyetin dayanağı - belkemiği diyeceğim, geliyor- felsefe idi. bu da, o zaman, zihnin sırrıliğe galebesi demekti. bu hareket orfizme son verdi. o koca tehlike, kan dökülmeden, gürültüsüzce, yok edilmiş oldu. ne var ki, buhransızî, kansız, sessiz geçiştirilen tehlikeler, çarçabuk unutulur, ionya'daki bu hareket bir oluştu. çam ağacı büyüyüp gelişirken, davul zurna çalmaz, fakat pers savaşlarındaki gibi yıkılırken, tarih top atıyormuş gibi gürler. düşünülsün ki,- peisistratos zamanında, o günün orfik dini üstün bir önem kazanarak, papaz sınıfına öldürücü bir kudret verseydi, o sınıf, hemen iktidarda olan aristokratlara ve tiranlara elinden geldiği kadar yardım edecekti. tiranlar da orfik ruhanileri, bir tedhiş vasıtası olarak kullanacaklardı. orfik'leri de pythagoras'ın mürit ve ihvanları takviye ediyodu. bu koca tehlikeye karşı savunan, anadolu ionya'sının ölümsüz fikir adamlarıdır."
    ..

    "klâsik medeniyetin varlığını tehdit eden bu tehlikenin vaki olduğu âna, kadim tarihin «yedi hâkimler» devri denir. bunlar:
    1 — atina'lı solon,
    2 — korent'li periandros,
    3 — sparta'lı kylon,
    4 — midilli'li pittakos,
    5 — priene'li bias,
    6 — milet'li thales,
    7 — lindos'lu kleobulos.
    bu devrin çeşitli zamanlarında yaşayan ve anadolu ile yunanistan'ın değişik yerlerinden olan bu yedi kişinin son dördü, anadolu'ludur. zaten bir atina'lı, bir korent'li ve bir de sparta'lı olarak üç kişinin yediler arasına konulması, yedilerin arasında yunanistan'ın üç önemli kısmından birer mümessil bulunması gayretinden ileri gelir. çünkü bir thales'in bulunduğu listeye, nasıl olur da, korent tiranı sokulur? .. mamafih, lonya'lı filozoflardan sonra seçilen bu yedi kişinin arasında, meselâ pythagoras'ın bulunmaması dikkate değer. "

    ..

    "yunanistan, anadolu'da olup bitenlerin bir aynası olmuştur. kültür anadolu'da söndükten biraz sonra, ayni hal yunanistan'da olmuştur: meselâ, orfizm, pitagorizm anadolu'da gelişti. fakat orfizm yunanistan'a gelince, anadolu'da artık ondan eser kalmamıştı. fakat anadolu'da o itikat sönmiye yüz tuttuktan sonra atina'ya, daha sonra da roma'ya sirayet etti."

    ..

    "büyük iskender, bu noktayı pek iyi anlamıştı. anadolu'ya geldikten sonra onda, bir doğu siyaseti gütmek arzusu uyandı. halbuki, atina'ya karşı hiç sempatisi yoktu. yalnız pindaros'un evini ayakta bırakmak suretiyle, koca thebai şehrini yerle bir etti. zaten yunanistan, iskender'e karşı, pers kralı ile ittifak etmek istiyordu, kısmen etti de. antlaşmaya göre yunanistan, iran'ın, anadolu ionya ve karya'sı üzerindeki egemenliğini tanıyordu. bu iş için atina iran'dan para aldı. buna karşılık, milet ve halikarnas, kendisine karşı şiddetle mukavemet ettikleri halde, şehrin imarı için yeni baştan para verdi ve her türlü yardımda bulundu."

    ..
    "büyük iskender, askerlerini, anadolu'lu kızlarla evlenmiye teşvik ediyor ve evlenenlere çok para veriyordu. batılı tarihçiler, büyük iskender'in bu meylini bir çeşit delilik ve tereddi saydılar, iskender'in doğulu bir şehinşahı taklit etmekte olduğunu sandılar." (h.b., sf:16-27)

    anadolu üzerine tezlerini değerlendirebilmek için önce, halikarnas balıkçısı 'nın sözlerine kulak asmamız lazım, ondan sonra, onun fikirlerini hayali bulabilir, kemalizmle karşılaştırabiliriz. bu lafım entirinin başında sözünü ettiğim eleştirmenleredir.

    not: çocuklara cevap verecek miyim? hayır, çok kötü butonuyla oynayan kimseye cevap vermeyeceğim. ;)
905 entry daha
hesabın var mı? giriş yap