3042 entry daha
  • çocukluk hayalimi gerçeğe dönüştürdüğüm bir seyahatle tokyo, kyoto, kobe, osaka şehirlerini gezme fırsatı buldum. günlük hayat hakkında bana ilginç gelen notları paylaşmak isterim:

    (1) tokyo'da havaalanı ve şehir merkezi arasındaki en iyi seçenek "airport limousine", (ücret 3000 yen civarında, 1 yen eşittir 0,12 tl). bu araçla şehre ulaşmak 90 dakika sürüyor. (biraz uzak, ayrıca "limuzin" dediysem sadece adı limuzin ama kendisi otobüs, evet bu konuda ben de kırgınım.)

    (2) trafik soldan akıyor (ben şok), ingiltere dışında herhangi bir yerde trafiğin soldan akması nedense bana her zaman garip gelmiştir. yahu sen japonsun, aklı başında adamsın, niye böyle şeyler yapıyorsun? hadi neyse buna alıştım derken bir de baktım yürürken de soldan yürüyorlar, birkaç kez kalabalığın arasında kaldıktan sonra akıntıya karşı yüzer gibi hissedince yanlış taraftan yürümemen gerektiğini anlıyorsun. (anlamıyorsan bkz. "kezban tokyo'da".)

    (3) öte yandan tokyo metrosundaki yürüyen merdivenlerde solda duruyorlar ama kyoto'da sağda duruyorlardı, bir standardı yok demek ki ben de bilemedim. fakat istanbul'da sıklıkla gördüğümüz gibi herkes sağda dururken solda aval aval duran ve insanların geçişine izin vermeyi akıl edemeyen tiplerden olmamaya çalıştığım için bahtiyarım.

    (4) taksi tarifesi 450 yenden başlıyor ve her 1 kilometrede 400 civarı atıyor. tokyo’da otelimin olduğu shinjuku'dan, gece kulüplerinin olduğu roppongi'ye 4 bin yen civarı vermiştim. (bu arada gece-gündüz tarifesi farklı, taksi zaten pahalı, gece tarifesi ekstra pahalı fakat "my heels were killin' me".)

    (5) kaldığım otellerde, televizyonda genelde japon kanalları vardı, bir tanesinde ingilizce kanal olarak sadece bbc world bulabilmiştim. (tokyo'da kaldığım otel, orta halli "apa hotel shinjuku kabukicho tower", şehrin göbeğinde olduğu için tercih etmiştim, şirin bir oteldi, fakat farklı amaçlar için de kullanılan fazla merkezi bir otel seçmişim, kapısında müşteri bekleyen translarla çok makara yapmıştım, bir ara anlatayım sahi.)

    (6) insanlar pek güneş gözlüğü kullanmıyor. güneş gözlüğü kullanan japon sayısı 100 kişide 1,30 (bak buçuk bile değil). genelde şemsiye ya da şapka kullanıyorlar, bir de güneşte fazla dolanmıyorlar. kadınlarda güneşe karşı inanılmaz bir hassasiyet var. beyaz kalmak için ellerinden geleni yapıyorlar. başlarına mutlaka şapka takıyor, boyunlarına fular doluyor ya da yazın ortasında bile dirseklerine kadar eldiven takıyorlar. genelde yaşlı hanımlarda gördüm eldiven olayını. bence tatlı.

    (7) toplu taşımada biletini asla atmaman gerekiyor. çünkü indiğin yerde yeniden okutuyorsun. eğer aktarma yapacaksan aktarma yaptığın yerde de makineye sokuyorsun kapı açılıyor, makine biletini veriyor, alıp devam ediyorsun. son duraktaysan bileti vermiyor, cihazın içinde kalıyor, kapı açılıyor ve gidiyorsun. otobüslerde de orta kapıdan biniliyor ve herhangi bir kontrol yapılmıyor binilirken. inerken ise ön kapıdan iniyorsun ve şoförün yanında biletini (ya da kartını okutuyorsun). şoför de istisnasız herkese "arigatou / arigatou gozaimasu (teşekkür ederim)" deyip duruyor tabi. bakın burası çokomelli: istisnasız herkese teşekkür ediyor, günde belki de binlerce kere.

    (8) toplu taşımada eller sürekli telefonlarda, ama açıp da candy crush oynayanı görmedim desem yalan olmaz. yaşlısı genci mutlaka bir şeyler okuyor, ya bir kitap ya e-book, ya da gazete. ciddi bir okuma alışkanlığı var toplumda, toplu taşımada geçen zamanı okumak ya da uyumak için kullanıyorlar.

    (9) vaziyet alın, klişe geliyor: sokaklar tertemiz! çöp toplayıcılar ellerinde maşalarla yerden tek tek izmarit topluyor, gerisini siz düşünün. peki o izmaritleri sokağa kim attı diye düşünüyorum ve bir japon evladının asla atmadığından -neredeyse- eminim. çünkü birbirlerine hayatı zorlaştırmak için değil, kolaylaştırmak için yaşıyorlar.

    (10) şehirler arası seyahatlerde kullandığım “shinkansen” adı verilen hızlı tren deneyimi muazzam. maksimum 320 kilometreye kadar ulaşabiliyor ve çok konforlu. bu trenlerde ayakkabı çıkarıp oturmak gayet normal karşılanıyor. asla yüksek sesle konuşmuyorlar, hele kadınlar trenlerde fısıltıyla konuşuyorlar, kimse kimseyi rahatsız etmek istemiyor. hatta sanırım en çok korktukları şey birinin konforunu bozmak, başkalarından da bunu bekliyorlar doğal olarak. çok mantıklı.

    (11) marketlerden içki alırken yasal yaşın üzerinde olduğuna dair -müşteri tarafındaki ekranda çıkan- soruya "yes" butonuna basarak taahhüt veriyorsun. kimlik soranını görmedim, başka gençler alırken de sadece o onayı verdiklerine şahit oldum, pek kurcalamıyorlar.

    (12) çok fazla turist konakladığından ve expat çalıştığından, gece hayatında avrupalı, amerikalı kişilerle tanışmanız, japonlarla takılmanızdan daha olası. elbette türkler de var ve bir kısmı dönercilik yapıyor. onlarla konuşurken öğrendim ki japon kadınları türk erkeklerine kolaylıkla aşık olurmuş, bizim erkeklerin sahipleniciliğine tav olurlarmış, fakat türk erkekleri genelde zengin olan bu zavallı kadınları soyup soğana çevirip paralarını yer ve terk edermiş. bundan dolayı türk erkeklerinin imajı japonya'da son yıllarda çok olumsuza dönmüş. (sorry guyz.) fakat türkler'e karşı yine de bir sempati mevcut, osaka'da gittiğim bir müzedeki görevlinin türkçe bilmesi beni hem şaşırtmış hem sevindirmişti.

    (13) suya ve temizliğe çok önem veriyorlar, her yerde spa ve saunalar var. bu saunalarda herkes rahat bir şekilde -anadan üryan- dolaşıyor, kadın-erkek ayrı elbette. önce utansan da sonraları sen de koyveriyorsun peştemali, ohh mis.

    (14) suyu çok sevdiklerinden, sürekli suyla haşır neşir olduklarından gayet temizler, hiç ter kokmuyorlar mesela, metrolar da buna dahil. zengini de fakiri de temiz giyiniyor. tapınaklara ayakkabısız giriyorlar. ilginçtir ki bazı elektronik eşya satan dükkanlara da ayakkabısız giriliyor. yani bildiğin dükkanın önü cami gibi, dışarıda sıra sıra ayakkabılar var, içeride yerler halı kaplı ve sen böyle bir dükkanda cep telefonu falan bakıyorsun. bana tuhaf geldi, gözümü kapı önündeki ayakkabımdan alamadım, rezil gibi "çalınır mı" diye düşünüyorum, resmen doğduğum coğrafya kaderimdir, ama temizlik demişken bir konu var ki anlamakta zorlanıyorum, kadını da erkeği de kasık bölgesindeki tüyleri uzatıyor. tuvalette gördüklerim saç değildi biliyorum ve bu beni dehşete düşürüyor. burdan puan kırdım.

    (15) yabancılara karşı çok saygılılar ama saygısız (ya da mesafeli) olabildiklerini de gördüm. bir mekana girdiğimde, oldukça sert bir ifadeyle "only japanese!" deyip dışarı uğurlandığımı söyleyebilirim mesela. böyle de garip kuralları var. her mekana elini kolunu sallaya sallaya giremiyorsun, önceden bilmen gerek. gerçi kapıda da yazmıyor ama neyse bu da böyle bir anımdır. (ayrıca biz burada bir mekanda "hop buraya giremezsin, sadece türkler girebilir" desek muhtemelen videomuzu youtube'da izlerdik. bayağı ırkçılığa maruz kalmışım yahu, biraz içlendim şu an, ama adamların diğer özelliklerini düşününce geçti.)

    (16) karaokeye ve beyzbola bayılıyorlar, karaokeyi anlarım da beyzbol ilginç gelmişti. ayrıca animasyonlara, bunların peluş oyuncaklarına -deyim yerindeyse- tapıyorlar, gerçek anlamda tapıyor bile olabilirler, çünkü çok farklı şeylere tapıyorlar zaten.

    (17) tapmak demişken bir anımdan da bahsedeyim, otelin 20’li katlarında kalıyordum ve bir sabah odama kadar gelen kalabalık insan gruplarının çığlıklarıyla uyandım. sokakta nümayiş var diye düşünüp önemsemedim ama saatler süren bir ses olunca merak edip gittim baktım, ana caddede kadınlı erkekli gruplar, sırtlarında tahtırevan gibi bir taşıma aletiyle kendilerince kutsal saydıkları tanrılarını ("kami" deniyormuş) yağmur altında tüm gün taşıyorlardı. bir çeşit ilahi gibi kutsal sözler söyleyerek, saatlerce caddelerde yürüdüler. gördüğüm kadarıyla o taşıdıkları platform ("mikoşi" deniyormuş) hiç de hafif değildi (birkaç ton ağırlığındaymış) ve çok zorlanıyorlardı ama günün sonunda hava kararıp güneş batınca bile bunu yapmaya devam ettiler. böyle bir güne denk geldiğim için kendimi şanslı hissettim. (sonradan öğrendiğime göre "sanja matsuri" adındaki bir dini festivale denk gelmişim, gün boyu yağmur altında, davullar eşliğinde kadınlı erkekli binlerce kişi, geleneksel kıyafetlerle tonlarca ağırlığındaki tahtlar ile tanrılarını canhıraş bir şekilde cadde cadde gezdirdi. inanç ne acayip bir şey... ama muhteşem bir deneyimdi benim açımdan.)

    (18) açık alanda sigara içmek yasak, "public" ortamlarda sigara içme alanları var ama dışarıdan görülmesi zor. çocuklar özenmesin diye olabilir. öte yandan, iç mekanlarda belli bir saatten sonra sigara içilmesine de çok şaşırmıştım. bir suşi restoranında adamın biri birdenbire sigara yakıp içmeye başladı. meğer gece 23:00'ten itibaren serbestmiş ve saat 24 olmuştu o yaktığında. hele trenlerde sigara içilebilir vagonlar olduğunu duyduğumda şoke olmuştum. bilet satan çocuk "bir tek shinkansen'ler kaldı, diğer trenlerin tamamında yasaklandı" dedi. ben biletimi hep sigara içilmeyen, hatta içilenden 2-3 vagon uzakta olandan almayı tercih ettim.

    (19) temastan çok hoşlanmadıkları için birbirlerine teşekkür ve saygı ifadesi olarak yarı eğilme şeklinde "ojigi" adı verilen o meşhur hareketi sergiliyorlar. trendeki kondüktör, vagona girişte ve vagondan ayrılırken tüm vagona dönüp eğilerek selam veriyor mesela. otobüse valizlerinizi yerleştiren görevliler, otobüs hareket edene kadar yol kenarında bekliyor ve hareket ettiğinde otobüsteki yolculara doğru ojigi ile bizi selamlayarak yolcu ediyorlar. bu kadar saygıyı hak edecek ne yaptım diye sorduruyorlar insana.

    (20) sosyal ilişkilerde saygı çok önemli bir olgu ama mesela tek taraflı bir saygıdan bahsetmiyorum. metroda inanılmaz yaşlı bir kadın, kendisine yer verdi diye gencecik kıza ne mahcup oldu ne teşekkürler etti anlatamam. bu arada genelde yaşlılara yer verme hassasiyetinin olmadığını gözlemledim ama sonradan da şunu anladım ki yaşlıların da böyle bir beklentisi yok. otobüste yer olmasına rağmen ayakta giden yaşlı amcalar ve teyzeler bu savımı destekledi. bir de nüfus gerçekten yaşlı, işin güzel yanı yaşlılar sosyal hayattan çekilmemiş. gördüğünde ölmek üzere falan dersin ama teyzem tek başına fırt bu otobüs benim, fırt şu metro senin dolanabiliyor. güzel yaşlanmışlar.

    (21) tarihi alanlarda kalabalık okul grupları dolaşıyor. tarihlerine ve bunu öğretmeye düşkünler. anne ördek (öğretmen) ve yavruları gibi dolanıyorlar ortalıkta, aşırı tatlı japon çocuklarından iki tanesini çantaya atıp getiresin geliyor. gerçekten çok şekerler. hele o bebekler, o minik tatlı çocuklar! bizim erkeklerin yerinde olsam gider bir japon kızıyla evlenirdim, öyle tatlı bebişlerim olsun diye. aynı şey kızlar için de geçerli, onlar da kendilerine şöyle yakışıklı bir japon bulsunlar derim. ama tek bi falsoları var (hayır ilk aklınıza gelen şey değil, gözlemlerime dayanarak söylüyorum ki o değil) tek falsoları o uzun pubik kılları işte! neyse etek tıraşı nedir diye öğretirseniz bence gül gibi geçinir gidersiniz. fazla çocuğunuz olursa birini sahiplenebilirim.

    (22) çalışan kesimdeki erkeklerin ve kadınların kendilerine özgü hal ve tavırları var. erkekler takım elbise giymeye bayılıyor, özellikle genç beyaz yakalılar takım elbiseyi üniforma gibi gururla taşıyor. genel olarak gömlek ve koyu renkli kumaş pantolon ikilisiyle dolaşıyor ya da çalışıyorlar. erkeklerin pantolonlarındaki arka ceplerinden birinde mutlaka mendil ya da eskilerin deyimiyle "peşkir" gibi bir kumaş duruyor. bunu sıcaklarda nemden dolayı terlediklerinde yüz silmek için kullanıyorlarmış. (temiz insanlar demiştim.)

    (23) gençler arasında ise ciddi bir yabancılaşma var, bu durum kılık kıyafete de yansımış durumda. japon gibi görünmemek için ellerinden geleni yapıyor gibiler. ama kimono giyip dolaşan kızlar ve kadınlar da çok sayıda. özellikle kyoto'da (tarihi açıdan çok köklü bir şehir, eski başkent) kimonolu kızlı erkekli grupları görmek mümkün. kimono giymiş iki genç kızı bir restoranda yemek yerken görebiliyorsun ve onları uzaktan izlemek bile keyif veriyor. kimono giyene öyle bir hal geliyor ki tuhaf bir asalet ve nezaket veriyor giyenlere.

    (24) "toto" denilen tuvaletleri her yerde görmek mümkün. bunlara süper gelişmiş klozetler de denebilir. bu klozetlerin kenarında bir kontrol paneli var, kadınsan ayrı erkeksen ayrı seçeneği seçip (shemale seçeneği yok, sorry sjw) mis gibi ılık suyla (sıcaklığı ayarlayabiliyorsun) taharetleniyorsun. "taharet" deyince babaanne gibi hissettim birden neyse. utangaçlar için sifon sesi veren buton yapmışlar, görünce kafaları yedim. osurursan (haşa huzurdan) ya da bir şekilde ses çıkarsa, etraftakiler de rahatsız olmasın sen de rahat rahat hacet gider diye bunu düşünmüş adamlar. basınca sanki sifon çekilmiş gibi ses çıkıyor ama su akmıyor. (respect!)

    (25) şunu gördüm, hayatı insanlara çekilmez değil yaşanır kılmalıyız diyen bir yönetim var adeta. en azından belediye ve kamu böyle çalışıyor. (bize yeni yeni gelen) market önlerinde köpek bağlaman için alan düşünmüşler. yani böyle ince detaylara verilen önem, insanları eve hapsetmiyor. sokaklar rahat ve güvenli görünüyor.

    (26) bu adamların (adam derken japon insanının yani) her yerde uyuma özellikleri var. özellikle metroda uyuyan uyuyana. sabah rush hour'da ciddi kalabalık var, özellikle tokyo metrosunda. ama her şey düzenli ve ortada ne gürültü var ne keşmekeş.

    (27) genç kızların büyük çoğunluğu çok güzel, incecik, narin ve tatlı; erkeklerin arasında da -bu kadar olmalarına benim de şaşırdığım sayıda- çok yakışıklı adamlar vardı. ben -ki çekik gözlü birini çekici bulamam diyordum- erkeğine de kızına da ayrı hasta oldum. kendilerine has bir güzellikleri, aura'ları var. ("once you go asian you can never go caucasian" demişler, haklılık payı var galiba.)

    (28) genel olarak aşırı utangaç, kendi hallerinde yaşayıp giden insanlar bunlar. bir şey sorduğunuzda çok utanıyorlar, heyecan yapıyorlar. duygularını yoğun şekilde yaşıyorlar ve size de yansıtıyorlar. yahu yanlış bir şey mi yaptım diyorsun kendi kendine. kaldığım otellerden birinden çok memnun kalmıştım. sabah check-out sırasında "bu oteli her yerde herkese tavsiye edeceğim" dediğimde resepsiyondaki kızlar çocuk gibi el şaklatarak sevindiler. yaa şapşik misiniz acaba?

    (29) trafikte sessizliğe o kadar alışmışım ki korna sesi duyduğumda "n'oluyor kardeşim, bu ne tantana?" dediğimi hatırlıyorum. çünkü korna çalan yok denecek kadar az. ve yine çünkü yaya olan kimse kırmızıda geçmiyor, şoför olan kimse de yayalara yeşil yanarken geçmiyor ya da geçemiyor. (ama sonuç olarak bir gerçek var: geçilmiyor kardeşim bu kadar basit! gecenin dördünde in cin top oynarken ve ortalıkta araba yokken yayalar olarak karşılıklı bekleştiğimizi hatırlıyorum. çok acayip bir sinerji, bazen birinin kuralı delip geçtiğini görüyorum ve onun adına utanıyorum mesela, eminim o da utanıyordur. böyle bir mahalle etkisi var pozitif anlamda, geçemezsin baskısı yapıyorlar sanki. ama bu güzel bir şey tabi.)

    (30) başka bir anı; bir keresinde, kalabalık bir öğrenci grubu karşıdan karşıya geçti, benim de beklemekte olduğum otobüs durağına geldi, otobüs yanaşıyordu. geride kalan bir oğlan çocuğu tam arkadaşlarının yanına gelecekti ki ışık kırmızıya döndü ve çocuk adeta beyninde çip varmış da biri onu uzaktan kumanda ediyormuş gibi mıh gibi çakılıp kaldı kaldırımın karşısında. aman ya rabbi arkadaşları da bir panik oldu, bir çığlıklar anlatamam. sanki ördek yavrularından biri karşı kaldırımda kalmış gibiydi. otobüs geldi ve kapılarını açtı, herkes biniyor ama çocuk geride kalacak diye herkes panik. ama çocuk karşıya geçemiyor, bir adım atıyor geri gidiyor, bir adım daha atıyor geri gidiyor. sanki ortada görünmeyen bir lazer ışını var da ikinci adımı atarsa ayakları kesilecek gibi. gözlerimle görmesem inanmazdım belki ama çocuk geçemedi. yol kenarında çırpınıp durduğunu gören bir şoför durup ona yol verince çocuk eğilerek teşekkür etti ve karınca sürüsüne katıldı, antenlerini birbirlerine sürtüp onu aralarına aldılar. gözlerim yaşardı.

    (31) insanlar genel olarak inanılmaz yardımsever ve güler yüzlü. size yardımcı olmak için adeta çırpınıyorlar. tek problem dil bilmemeleri. ingilizce bilmeyenler çoğunlukta. "tourist information" ofislerinden bile zar zor yardım alabildim, oradakiler dahi çat pat konuşuyor. sokaktaki insanlar, gençler, mekanlardaki garsonlar dahil ingilizce bilen insan sayısı çok az, hatta yok. menüler bile bazen tamamen japonca olabiliyor. dil bilmezlikleri karşılaştığım en ciddi problemdi. ama dil bilmeseler bile seni probleminle baş başa bırakmıyorlar. çünkü ne sorduğunu anladıklarında adeta karınca gibi dolanıp duruyorlar etrafında. hatta bir keresinde kobe'de bir restoranın nerede olduğunu sorduğumda, ayağı aksayan bir adam dil bilmediğinden yolu tarifi edemeyeceğini anlayıp “gel benimle” dercesine bana bir işaret yaptı ve beni paralel sokaktaki mekana kadar götürdü. bu dediğim olayı (tarif edemeyince eşlik etme) en az iki kere daha yaşadım. her seferinde ellerim dizlerimde teşekkür ettim ben de. beni istediğim yere ulaştırıp benden teşekkür aldıklarında nasıl sevindiklerini görseniz! bana yardım edip bir işe yaramış olduklarını anladıklarında sanki dünyanın en mutlu insanı oluveriyorlar.

    (32) yol kenarlarında park etmiş arabalarda uyumaya bayılıyorlar. bunun amacını çok çözemedim ama ya işe mola verdiklerinde gelip uyuyorlar ya da uyuduktan sonra eve gitmeyip tekrar işe dönüp çalışıyorlar sanırım. akşam olduğunda yemek için kimse eve gitmiyor, genelde dışarıda yenip içiliyor ve içki içmeye de bayılıyorlar. sake kokusu geliyor yanınızdan geçen grupların ardından. yemeklerini genelde grup olarak yiyorlar, restoranlarda da grupların ayrı ağırlanabileceği odalar çok yaygın.

    (33) halk otobüslerindeki şoförler çok nazik ve interaktif. hepsinin başında "headset" mikrofon var. sürekli konuşuyorlar. ne dediklerini pek anlamasam da durak isimlerini söyledikleri kadar "ışıklarda duruyorum", "sıkı tutunun hareket ediyorum", "aman kapılara dikkat edin" falan gibi şeyler söylediklerini çıkardım. galiba böyle evet. ayrıca sürekli teşekkür ediyorlar. zaten bu her yerde böyle. insanlar birbirlerine sürekli "arigato gozaimasu" (çok teşekkür ederim gibi bir anlamı var) diyor. bunu derken eller dizlerde ve vücut eğiliyor defalarca. mahcup oluyorsun.

    (34) taksilerdeki şoförler de çok saygılı. çoğu beyaz eldiven takıyor. koltuklarda dantel işlemeler var ve kapılar otomatik açılıyor. (bu dantel işlemeli taksileri bir de erzurum'da görmüştüm nedense.) dediğim gibi taksiler çok pahalı, zaten ihtiyaç da kalmıyor çünkü otobüs ve metro hatları çok yaygın. ilk başta karmaşık gelse de bir günde çözüyorsun ve gerçekten hayat kurtarıyor. şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki üstteki bir tokyo şehri kadar bir tane de yerin altında var, öyle bir yer altı ağı ve sosyal alanı mevcut.

    (35) suşiye gelelim. sıcak yemek seven biri olarak daima mesafeli durduğum suşiye bu geziden sonra sevgi beslemeye başladım. sakeyle beraber bir suşi gecesi yaptım. hiçbir fikrim olmadan gittim osaka'da bir dükkana girdim. asıl amacım takoyaki ve okonomiyaki yemekti ama saat çok geç olmuştu ve hiçbir yerde bulamadım. gittiğim restoranda, suşi dolu tabaklar henry ford’un üretim bandı gibi önümüzden geçip duruyor, sen birini işaret ediyorsun, gözünün önünde hazırlanıp hemen sunuluyor. güzeldi, ben beğendim.

    (36) ve tabii ki kobe bifteği... "once in a lifetime experience" diyerek hayatımın en yüklü hesabını ödediğim için pişman değilim, sonuçta kobe bifteğini kobe'de yiyeceksin (lol). masaj yapılarak yetiştirilen, yağı ete adeta mermerdeki damarlar gibi dağıtılmış bir etten bahsediyorum. gözünün önünde pişiriyorlar ve iki lokmada bitiyor zaten (ya da benim param ufak olana yetmişti hahah), tadını anlatmaya yeltenmeyeceğim bile. garnitürü, tatlısı falan derken yaklaşık 200 dolarlık bir hesap gelmişti. kobe'ye gidiş sebebim bu biftekti ama değdi, zaten bir kez yiyebildim, aşırı pahalı...

    (37) çok fazla madeni para kullanımı var, ıncık cıncık yere düşse almayacağın türde kuruşlarla şangır şungur yürüyorsun, bu da ilginç gelmişti.

    (38) iş sahibi olmak, çalışmak, saygınlık kazanmak yaşamlarının amacı. ama bunun ucundaki şey "çok param olsun, büyük evim olsun, arabam süper olsun" düşüncesi değil. bunun altındaki güdü, tamamen topluma yararlı olma düşüncesi. benim gezimden çıkardığım sonuç "bir japon kendisini en çok, başka birine yararlı olduğunda japon gibi hissediyor" olabilir. kafadaki düşünce bu olunca trafik polisi de şevkle çalışıyor, yerden maşayla izmarit toplayan çöpçü de, kondüktör de. çünkü o bir iş sahibi ve iş sahiplerine duyulan saygı çok büyük.

    (39) hizmet verenle alan arasında muhteşem bir ilişki var. işini baştan savma değil büyük bir dikkatle, özenle ve sevgiyle yapıyorlar. kasiyerler size para üstünüzü minik kaplarda uzatıyor. ama olur da elden vermeleri gerekirse bir eliyle parayı size uzatırken diğer eliyle altta avucunu açıyor ki düşmesin diye. bir de dikkatimi çekti verdiğiniz şeyi alırken iki ellerini de kullanıyorlar, bu da yine ve tamamen size duyulan saygıdan.

    (40) ilginçtir ki böylesine saygı içinde yaşayan bu toplumdan çıkan seri katil ya da saldırganlar, diğer toplumlardakilere göre çok daha vahşi ve barbar olabiliyor. 16 yaşında kaçırılıp birçok kişinin tecavüzüne uğrayan ve 44 gün işkence yapıldıktan sonra korkunç şekilde öldürülen junko furuta'nın hikayesi, fransa'da okurken hoşlandığı hollandalı bir kadın tarafından reddedilince onu öldürüp parça parça yiyen issey sagava'nın hikayesi beni çok etkilemişti. (faillerin şu anda serbest olması da trajik.) ayrıca intihar oranları da çok yüksek, toplumdaki saygınlık o kadar önemli ki adamlar bunu yitirdiğinde ölmeyi tercih ediyor, bu çok net anlaşılabilir bir durum. çünkü saygı duyulacak bir adam değilsen, böylesi bir toplumda zaten yaşayan bir ölü olabilirsin en fazla.

    şimdi gelelim duygu ve düşüncelere...

    japonya, biyolojik bir "homo sapiens sapiens" tanımından öteye geçip erdemli bir "insan" olmanın nasıl bir şey olduğunu kanlı canlı gösteriyor sana. bu ülkede, "saygı" kavramının hayatta kaplaması gereken yerin nasıl doldurulduğunu hayretle fark ediyorsun, daha doğrusu anımsıyorsun. "hayat bilgisi" dersinde öğretilen şeylerin kitaplarda kalmak zorunda olmadığını, uygulanabilir olduğunu ve uygulandığında tadından yenmediğini görüyorsun. jean jacques rousseau burayı görse, toplum sözleşmesi'ni ağlaya ağlaya yırtar, "japonlar ne yapıyorsa onu yapın" yazardı.

    bu ülke bana, sanki kaf dağı'nın ardındaki ütopik bir memlekette yaşıyormuşum gibi hissettirdi. böyle yaşayabilen bir toplumun varlığını, bunun bir idea'dan ibaret değil de gerçek olabileceğini gösterdi. ben, her an saygı görmeye layık bir insan olduğumu hissettiğim kadar, saygı göstermeye hevesli biri olup çıkıverdim. memlekete döndükten sonra birkaç gün her önüme gelen suratsıza günaydın falan demeye başladım. algida reklamlarında dondurma yiyince g.tü başı oynamaya başlayan tipler gibi metroda, sokakta karşıma çıkanları öpüp "haydi erdemli insanlar olmanın tadını hep beraber çıkaralım" diye haykırasım, ellerinden tutup dans edesim falan geldi.

    sonra ya s.kerler ya döverler diye düşünüp fabrika ayarlarıma geri döndüm tabii.
809 entry daha
hesabın var mı? giriş yap