• varoluşçuluğun güzin ablası gibi, arada sırada hayatın anlamını sorgulayanlardan mesajlar alıyorum. herhalde benim de zamanında bunları, "hiçliğin korkunçluğunu", "her şeyin geçiciliğini" düşünüp bir cevap bulduğumu, ama nedense bu buluştan sonra hala normal hayatıma, ekşide yazmaya, seks yapmaya, para kazanmaya devam ettiğimi umuyor olmalılar. evet bir cevap buldum, ama cevabı bulamadım.

    şüpheyle zehirlenmek, düşülen boşlukla mücadele etmek.... bunlar modern hayatın bir bugı değil, bir özelliği. bu soruların evrensel bir cevabı yok, ne de soru sormanın kendisinin bir "tedavisi". tabii ki bu farkındalıktan şikayetçi olmayı anlıyorum -kimse cevabı olmayan sorular sormaktan hoşlanmaz- ama en azından şikayet edebilmemizin bile ne kadar inanılmaz bir şey olduğunun farkına varmak gerek:

    dev yıldızların göbeğindeki füzyon kazanlarında yaratılan çeşit çeşit element, galaksinin tamamı kadar parlak süpernova patlamalarıyla etrafa saçılıyor, ışık yılları uzaktaki başka bir süpernovanın kustuklarıyla zaman içinde birleşiyor, bambaşka yıldızların yörüngelerinde bir gezegen olarak şekilleniyor, meteor darbelerinden fırsat olduğunda karmaşık moleküller yaratıyor, kimya biyolojiye el veriyor, ve milyarlarca yıl aralıksız süren bir mücadelenin en müthiş sonucu olan 80 kiloluk bir element yığını, bir teleskop aracılığıyla çıktığı zaman yolculuğunda doğduğu yerleri merak ederken, ve başka milyon tane şeyi merak ederken, birden neden merak ettiğini de merak etmeye başlıyor ve teleskopu da, mikroskopu da yerine bırakıp kanepesine gömülüyor.

    bu müthiş bir zincir, ve salt bu yüzden insanın hayatın anlamsızlığına surat asıp o kanepenin mahkümü olması, evrene yapılan bir haksızlık olur.

    binlerce mitolojinin ve türlü türlü izmlerin kaplarından taşan (onları tamamen aşan değil, ama onlarla yetinemediği için onlardan taşan) bu nöron ağları, bu element yığınları için geri dönüş yok. bir kere bilen, bir daha bilmemezlik edemez:

    hayatın özünde bir sır yok, varoluşu tecrübe etmenin ötesinde... ve ölümün özünde de bir sır yok, sonsuz hiçlikte yokolmanın ötesinde.

    hayatın içine saklanmış ve keşfedilmeyi bekleyen bir mana olmadığını düşünen insan, kısa varoluşuna anlam kazandıracak şeyin kendi olduğunu anlar bir süre sonra. varoluşçuluğun absürdlük dediği şey burada iyice belli olur: bu amaç arayışımız, salt varlığımız bile absürd.

    herkesi benim gibi bu absürdlüğün bir parçası olarak gördüğüm için asgari bir sempati besliyorum insanlara. fazla gelişmiş bir beynin kurbanı element yığınları. sonsuz bir okyanusun ortasındaki sal parçası üstünde, karayı gördüklerini iddia eden ve her biri kendi karasına doğru yol aldığını sanan binbir türlü insanla, kara diye bir şey olmadığını ve ilerlemediklerini düşünenlerin, kavgayla gürültüyle hep birlikte dalgalanmalarıdır bu hayat. bazısı atlamak ister, bazısı seni aşağı atmayı. bazısı süslü bir yelken yapmayı hayal eder, bazısı salı tümden batırmayı.

    madem sonunda hayal edilebilecek en siyahtan da siyah, en boş boşluktan da boş olan hiçliğe gömüleceğiz, bari hayattayken bu absürdlüğün tadını çıkaralım. yelkenden, süsten, rüzgardan da zevk almak lazım ama gelişme merakının, estetik anlayışının, ve hedonizmin ötesinde, en temeldeki bu absürdlüğün kendisini kutlamalı.

    hiçlik ortak bir düşman ve ona karşı, taa süpernovalardan başlayan bu yoldaşlığımızın getirdiği sempati, hayatıma melankolik bir anlam katıyor. her şeyden sıkılabilirim ama bundan değil.

    dün vardık, bugün varlığımızın farkındayız, acaba yarın ne olacağız?
  • eğer hayatımı yeni baştan yaşayabilseydim
    o yaşamda
    daha çok hata yapardım.
    o kadar mükemmel olmaya çalışmazdım... daha çok dinlenirdim.
    bu yaşamda, onca ciddiyetin arasında yapamadığım kadar eğlenirdim.
    o kadar temiz kalmazdım.
    daha fazla riskler göze alır, daha çok gezer, daha çok günbatımı seyrederdim,
    daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim
    gitmediğim daha çok yere giderdim.
    daha çok dondurma, daha az bezelye yerdim.
    daha çok gerçek sorunlarım, daha az sanal sorunlarım olurdu.
    ben yaşamın her dakikasını gerçekçi ve kitabına uygun yaşayan insanlardan biriydim.
    elbette mutluluk anlarım da oldu.
    ama geriye dönüp, baştan başlayabilseydim çok daha fazla iyi anlarım olurdu.
    çünkü, eğer bilmiyorsanız, yaşam bundan ibarettir, anlar, yalnızca anlar...
    "şimdi"yi sakın kaçırma.
    ben, yanında, termometre, bir şişe su ve paraşüt olmaksızın asla bir yere gidemeyen insanlardan biriydim.
    eğer hayatımı yeniden yaşayabilseydim, çok daha hafif gezerdim.
    eğer hayatımı yeniden yaşayabilseydim, baharın başlamasıyla birlikte ayakkabısız yürümeye başlar, sonbahar bitimine değin çıplak ayakla devam ederdim.
    bilinmeyen daha çok yola sapar,
    güneşin doğuşunu daha çok seyreder,
    daha çok çocukla oynardım
    yalnızca bu yaşamda bir şansım daha olsaydı.
    gel gör ki, işte 85 yaşındayım
    ve biliyorum ki,
    artık ölmekteyim....
    jorge luis borges
  • size hayatın anlamına dair ilham verici bir fantazya anlatayım:

    >>
    evine giden yolda öldün.

    bu bir trafik kazasıydı. dikkate değer pek bir şey yoktu -ölmüş olman haricinde-. geride eşini ve iki çocuğunu bıraktın. senin için acısız bir ölüm oldu. sağlık görevlileri ellerinden geleni yaptılar ama beyhude yoruldular. vücudunun her yeri öylesine parçalanmıştı ki, inan bana ölmüş olman çok daha iyi.

    böylece benimle tanıştın.

    “ne... ne oldu?” diye sordun. “neredeyim ben?”

    “öldün” dedim, lafı dolandırmadan. kelimeleri evirip çevirmenin anlamı yoktu.

    “yolda bir... bir kamyon vardı ve arabam savruluyordu...”

    “aynen öyle” dedim.

    “yani ben... öldüm mü?

    “hı hı. ama kendini kötü hissetme. neticede herkes ölür” dedim.

    etrafına bakındın. hiçliğin ortasındaydık. sadece sen, ve ben... “burası neresi?” diye sordun; “ahiret mi?"

    “öyle bir şey işte” dedim.

    “sen tanrı mısın?” diye sordun.

    “evet” dedim, “ben tanrıyım”

    “çocuklarım... eşim...” diye sayıkladın.

    “onlara ne oldu?”

    “onlar iyi mi?”

    “işte görmek istediğim şey bu!” dedim. “henüz öldün ve tek endişen ailen. tuttum bu tavrını”

    büyülenmiş gibi bana bakıyordun. sana göre pek de tanrıya benzemiyordum. sadece bir adamdım. ya da bir kadın. tam olarak seçemediğin bir otorite gibi. kadir-i mutlak bir tanrıdan ziyade ciddi bir edebiyat hocasına benziyordum.

    “endişelenme” dedim, “ailen iyi olacak. çocukların seni her açıdan mükemmel biri olarak hatırlayacak. sana eleştirel gözle bakacak kadar büyümemişlerdi. eşinse epey ağlayacak. fakat içten içe rahatlayacak. dürüstlüğümü mazur gör ama evliliğin dağılmak üzereydi. eşinin bu rahatlama hissinden ötürü büyük bir suçluluk duyacağını da bil; kefaretini ödeyeceğini bilmek seni belki rahatlatır.”

    “vay be... peki şimdi ne olacak? cennete mi gidiyorum cehenneme mi?”

    “ikisi de değil” dedim, “reenkarne olacaksın”

    “haaa, demek hindular haklıydı...”

    “tüm dinler ve inançlar kendilerince haklıdır” dedim, “gel biraz yürüyelim”

    boşluğun ortasında yürürken beni takip ettin. “nereye gidiyoruz?”

    “belli bir yere değil” dedim, “sadece sohbet ederken yürümek hoş oluyor”

    “öyleyse bunun amacı nedir” diye sordun, “yeniden yaşama döndüğümde bomboş bir zihnim olacak değil mi? bir bebek olacağım. tüm tecrübelerimin ve bir önceki hayatımda yaptığım hiçbir şeyin bir önemi kalmayacak”

    “hiç de öyle değil!” dedim, “içinde geçmiş yaşamlarının tümüne ait bilgi birikimini ve tecrübeyi taşıyorsun. sadece şu an hatırlamıyorsun o kadar”

    yürümeyi kestim ve omuzlarından tuttum. “ruhunun ne kadar muazzam, güzel ve muhteşem olduğunu hayal bile edemezsin. bir insan zihni senin esasında ne olduğuna dair çok az şey kavrayabilir. bir bardak suya parmağının ucunu dokundurarak sıcaklığını anlamak gibidir bu. kendine ait küçük bir parçayı hazneye daldırırsın ve geri çektiğinde ona ait tüm tecrübeyi artık edinmişsindir. son 48 yıldır bir insan bedeni içindeydin. bu yüzden kendine gelip engin bilincinin farkına varman biraz zaman alabilir. burada yeterince kalırsan her şeyi hatırlamaya başlarsın. fakat iki yaşam arasında böyle bir şey yapmanın anlamı yok.

    “peki öyleyse kaç kez reenkarne oldum ben?”

    “ohooo... çok kez. ve her birinde farklı hayatlar yaşadın” dedim. “mesela bundan sonraki yaşamında m.s. 540 yılında çinli bir köylü kızı olarak dünyaya geleceksin.”

    “bir dakika, nasıl yani?” diye afalladın. “beni zamanda geri mi yollayacaksın?”

    “eh, teknik olarak öyle denebilir sanırım. zaman, senin bildiğin anlamıyla, yalnızca hayat sürdüğün evren için geçerli. işler benim geldiğim yerde biraz daha farklı.”

    “senin geldiğin yer mi!?

    “elbette. ben de bir yerden geliyorum. farklı bir yerden. ve orada benim gibi başkaları da var. biliyorum, oranın neye benzediğini öğrenmek istiyorsun ama malesef bunu algılaman mümkün değil.

    “hadi ya...” dedin biraz moralin bozulmuş halde, “ama bir dakika, farklı yerlerde ve zamanlar reenkarne oluyorsam, bir yerlerde kendi kendimle karşılaşmış olabilirim değil mi?”

    “tabii ki. bu zaten sürekli oluyor. sadece kendi ömürlerinin farkında olan iki yaşamın karşılaşıyor ve ne olduğunu asla anlamıyor.”

    “öyleyse tüm bunların anlamı ne?”

    “ciddi misin?” diye sordum, “ciddi misin yani bana hayatın anlamını mı soruyorsun? sence de biraz klasik kaçmadı mı bu?”

    “eh evet ama makul bir soru bence” diye direttin.

    gözlerinin içine baktım ve dedim ki: “hayatın anlamı, tüm bu evreni yaratmamın amacı, senin olgunlaşmandır.”

    “insanlıktan mı bahsediyorsun? insanoğlunun olgunlaşmasını mı istiyorsun?”

    “hayır, sadece sen. bu evreni sadece senin için yarattım. her yeni hayatınla birlikte büyüyor ve olgunlaşıyorsun, ve böylece daha da muazzam bir idrak sahibi oluyorsun.”

    “sadece ben mi? peki ya diğer insanlar?

    “diğer insanlar diye bir şey yok. bu evrende yalnızca sen ve ben varız”

    boş boş baktın yüzüme. “ama dünyadaki o kadar insan...”

    “hepsi sensin. senin farklı hayatların.”

    “bir saniye... ben... herkes miyim?”

    tebrik edercesine sırtına vurdum ve “nihayet anlamaya başladın işte” dedim.

    “ben yaşamış tüm insanlar mıyım?”

    “veya yaşayacak olan tüm insanlar, evet.”

    “cengiz han mıyım?

    “aynı zamanda madonna’sın” diye ekledim.

    “adolf hitler miyim?”

    “ve onun öldürdüğü milyonlarsın.”

    “peygamber miyim?”

    “ve ona inanan herkes...”

    sustun kaldın.

    “her cinayetinde, kendini öldürüyordun. yaptığın her iyiliği kendine yaptın. insanların yaşadığı ya da yaşayacağı tüm mutlu veya hüzünlü an, sadece senin hatırandır.”

    uzun bir süre düşündün...

    “neden?” diye sordun. “neden yapıyorsun tüm bunları?”

    “çünkü sen de bir gün benim gibi olacaksın. çünkü sen busun. benim türümdensin. benim çocuğumsun.”

    “yok artık!!” dedin kuşkuyla. “benim de bir tanrı olduğumu mu söylüyorsun!?”

    “hayır. henüz değil. sen bir fetüssün. halen büyüyorsun. tüm zamanlardan geçip tüm insanların hayatını yaşadığında, doğmana yetecek kadar büyümüş olacaksın.”

    “yani tüm evren...” dedin, “hepsi sadece...”

    “bir yumurta” diye tamamladım cümleni.

    “artık bir başka hayata gitmenin vakti geldi” dedim.

    ve gönderdim seni.
    <<

    uzun zaman sonra gelen edit: entry'nin sonunda anonim olduğunu belirtmiş ve düşünenin aklına esenlik dilemiştim. işin özeti şu: ben bunu 4chan'de görüp screenshot almış, sonra da imaj dosyası üzerinden çevirisini yapmıştım. az önce sözümona anonim olan bu hikayeye dair bir ipucu bulabilmek için orijinalinden bir cümleyi yazdım google'a. meğer baya meşhurmuş la bu. kodumun /b/fag'leri... neyse andy weir'e ait the egg isimli hikayeymiş. başlık seçimini gerçekten çok yanlış bulsam da hikaye on numara. neyse, bir gizemi daha çözdük sevgili dostlar. ilham almaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
  • anlamını sikeyim afedersin. yok işte hayatın anlamı, yaşamak güdümüzü tatmin ediyoruz her birimiz elimizden geldiğince ve buna devam ederken detaylardan zevk alıyoruz sadece. herkes bir şey adıyor yaşamaya "işte anlamı budur" adına. aşkı seven aşık olup yarın uyanmak için sevgilinin gözlerini bahane ediyor, kumarbaz olan o muhteşem eli bekliyor, ayyaş olan "yarın daha çok içeceğim" diyor, bir kenar mahallede pezevenk daha çok kadın satabilmeyi düşlüyor, hiçbir bok olamamış adam çocuk yapıyor, ömründe yarım kalmış her şeyini o çocuğun başarmasını bekliyor, bunları bile beceremeyen adam "bu dünya yanılgı zaten, bunlar yanarken ben cennettin ırmaklarında yüzüyor olucam" diyor, tanrısına veriyor o olmayan yaşamını severek. ne anlamı, her birimiz ayrı bir anlamıyız işte yaşamın, bir de isim mi bulalım buna şimdi sevgilisine "biz şimdi neyiz" diyen genç kız misali. bence anlamı benim hayatın, içtiğim her bira, kazandığım her kumar, sevdiğim her şiir, seviştiğim her kadınla birlikte. ben olmasam var ya, sikeyim böyle hayatı afedersin.
  • sunlari bi deneyin. belki bulursunuz:
    -erken kalk.
    -daha cok oku.
    -kendine yetecek kadar para kazan. daha fazlasini kazanmak icin daha fazla calisma.
    -daha cok gundogusu seyret.
    -yagmurlu havada mutlaka yuru (tek basina, kollarin yanlara dogru acik, yuzun goge donuk).
    -yagmurlu havada mutlaka yuru (sevgilinle birlikte, sarilarak veya elele tutusarak.. konusmadan, sadece damlalari hissederek).
    -sayica az, kalitece fazla sevis.
    -yasadigin yer duzensizse aklin da duzensizlesir. odani, evini, ofisini,bilgisayarini duzenle. calistigin her iki saatin iki dakikasini ortami duzenlemeye ayirabilirsin.
    -evden cikarken sana en cok yakistigini dusundugun kiyafetlerini giy.
    -daha az et ye.
    -daha cok sebze, meyve ye. tatlilari da unutma. soguk havada da dondurma yenebilir, unutma.
    -her gun uc, dort, bes dakika gozlerini kapat ve sessizce oylece dur. o gun ne yaptigini, ne yapmadigini, yarini, dunu, anneni, babani, aileni, arkadaslarini, ulkeni, dunyayi, uzayi, allah'i, peygamberleri, cenneti, cehennemi, hatta ve hatta kendini bile dusunme. hicbir sey dusunme. sadece sessiz ol.
    -resim yap, bir enstruman cal, spor yap, fotograf cek. ama mutlaka hobilerinde ilerle. her gecen gun daha iyi ol. onlara bos zaman aktivitesi olarak bakma. hobilerine zaman ayir.
    -tesekkur et, selam ver, lutfen de.
    -kimse seni duymuyormus gibi sarki soyle. kimse seni gormuyormus gibi dans et. paraya ihtiyacin yokmus gibi calis. hic incitilmemis gibi asik ol.

    bu yaziyi buraya kadar okuduysan bilgisayar basinda cok zaman geciriyorsun demektir. hayatin anlami bizim sozlukte yazmiyor.
  • uzun, şehirlerarası yolculuklarda camdan dışarıyı seyreyleme şerefine nail olmuş her kişi, yolların bir türlü bitip tükenmek bilmediği düz ovalarda, dağların aralarında, bazen de hemen yol kenarında, hiçbir yere yakın ya da ait olmayan, bir kaç haneli, kel, ruhsuz yerlerde yaşayan insanların ne yaptığını sorgular kendince.
    o kısa geçiş anında, tesadüfen birilerini de görmüşse, "burda yaşanır mı?" sorusu kafasını epey meşgul eder.
    öyle ya, bir park, bir cami bir de bakkal çakkal vardır etrafta en fazla. insanlar orada nasıl nefes alıyor olabilir ki?
    para yok, yabancı dil bilmiyorlar, süper birer diploma koleksiyonları yok, candan kıymetli arabaları, bir evleri, bir daha evleri ve yine evleri yok, bütün bunları edineyim derken ruh hastası olmamışlar. böyle yaşanır mı!
    o kopuk yerlerde, hayatı karnını doyurmak, bağırsaklarını rahatlatmak ve karısının/kocasının koynuna girmekle geçirip memnun olan birilerinin varlığı, hayatın anlamını arayıp duranlar için en iyi yanıttır. hayatın anlamı, en basit, her yerde, her zaman, her şartta, herkes tarafından yapılabilecek şeyleri yapabiliyor olmanın güzelliğidir.
    hayatını olabilecek en sade en basit haliyle yaşayan insan hayatını anlamlandırmıştır.
    yarın hangi pantolonuyla yeni aldığı kemeri takabileceğini düşünerek yatan insanın anlamı kaymıştır.
  • internette dolaşan istatistiklere göre boşa yaşadığımız anlamı çıkıyor. 75 sene yaşayan bir insan ortalama olarak:

    * 25 seneyi uykuda
    * 2 seneyi telefon konuşmasında
    * 10 seneyi çalışarak
    * 9 seneyi tv izleyerek ( 2 yılı sadece reklam)
    * 1 seneyi temizlik yaparak
    * 2.5 yılı yemek yaparak
    * 4 yılı yemek yiyerek
    * 5 yılı banyo ve tuvalette
    * 3 ayı trafikte
    * 14 günü öpüşerek
    * 50 günü seks yaparak geçiriyor.

    kaldı geriye 15 sene. ilk beş sene zaten bebeklik ve çocukluk zamanı, bir şeyden haberimiz yok. son beş seneyi de ihtiyarlık olarak hesaplarsak; ne yaparsanız 5 sene içinde yaparsınız, o 5 seneyi nasıl değerlendireceğiniz size kalmış.
    boktan konularla heba edebilir ya da keyfini çıkarmakla uğraşabilirsiniz.

    veriler internetten alınmıştır, bu sebeple gereksiz mesajlarla uğraştırmayın, bir de buna zaman harcamayalım.
  • bir çoklarınca hayatın anlamı sanılan yemek yemek, üremek, üstünlük sağlamak, kazanmak gibi faaliyetler gerçekte hiç bir amacı olmayan nükleik asitlerin kendilerini kopyalama faaliyetlerinin sonucudurlar. bu fiiler en çok büyük taşlarla küçük taşları farklı hatlar boyunca sahile dizen dalgaların hayatın anlamını taşları sıralamakta bulması kadar anlamlı olabilirler. içerisinde eriyik halde silisyum bulunan bir kaba daldırılmış saf bir silis çubuğun çevresinde kendisinin aynısı kristaller oluşturması ne kadar anlamlıysa yemek yemek-üremek doğrultusundaki bir hayat da o kadar anlamlıdır.
    (bkz: moleküler insan)

    oysa mana aramak akıl sahibi olmanın bir sonucudur. aklın kendisine ilişkin bir sorusunu madde ile cevaplamaya çalışmak yersiz olur çünkü madde amaçsız ve anlamsız olandır. aslına bakarsanız içerisinde bulunduğumuz çağda sık sık karşımıza çıkan tatminsizlik, soyumsuzluk gibi haller de bu hayat görüşünün bir sonucu. 2014 yılında dünyadaki en büyük sağlık sorunu depresyon olacakmış. olur tabi. ne kadar yerseniz yiyin sindirimde son ürün her zaman boktur.
    (bkz: rasyonel insan)
  • bir sabah uyandığınızda gözlerinizi açarsınız. aklınıza o an tavana bakmaktan başka birşey gelmiyordur. nefes alıp verdiğinizin farkındasınızdır ama bunu istem dışı yapmakta olduğunuzunda... yataktan kalmak için hiç bir sebep bulamıyorsunuzdur gidecek bir işiniz olduğu halde. sizi yaşama bağlayan şeyleri düşünmeye başlarsınız. biraz sonra yapacağınız kahvaltı mıdır? akşam iş çıkışında görüşeceğiniz kız arkadaşınız mıdır? eminönünde yenilecek balık ekmek midir yoksa hayatın anlamı? eğer hiçbiri size çekici gelmiyorsa şayet durumunuz gittikçe kötüye gidiyor demektir. yataktan kalkarsınız ve bir camel yakarsınız. camel de değişmiştir; o bile bir anlam ifade etmiyordur sizin için. banyoya gidersiniz ve aynada suratınıza bakarsınız. o yüz bile sizin için yabancılaşmıştır artık. gardolabınızı açarsınız... ne giyeceğim diye bir derdiniz yoktur çünkü gardolabınız bir sürü anlamsızlık doludur sizce. sadece üşümemek için kalınca giyinip evinizden çıkarsınız ama soğukla burun buruna gelince üşümek kavramının bile anlamını yitirdiğini farkedersiniz ve montunuzun önünü açarsınız soğuğa inat. arabanızın ön camı çatlamıştır ama umrunuzda bile değildir. bir zamanlar özene bözene aldığınız arabanız da size hiçbirşey ifade etmiyordur artık. yolda trafik sıkışıktır; açtığınız radyodan kıpır kıpır ezgiler yükselmekle beraber en ufak bir kıpırtı bile oluşmaz içinizde. iş yerinize gelmişsinizdir. palaza insanlarına göz ucuyla bakarsınız. hepsi görünüşte mükemmeliğe erişmiş gibi görünselerde aslında ne kadar zavallı olduklarını görürsünüz sanki diğerlerinden farklı olarak bir x-ray cihazıyla görüyormuşsunuz gibi içlerini.... masanıza oturursunuz. ailenizin resminde babanız sanki gerçekten sizi görüyormuşcasına gözlerinizin içine bakarak gülümsemektedir ama babanızın gülümsemesinde sanki bir sahtelik vardır. ailenizde anlamsızdır artık. inboxınız arkadaşlarınızdan gelen maillerle doludur ama bir çırpıda okumadan siliverirsiniz hepsini. kahve almak için kafeteryaya gidersiniz. sade şekersiz nescafede bile bir lezzet kalmamıştır artık. masanıza dönerken adımlarınız sanki idam sehpahasına gidiyormuşcasına ağırdır. hayattan tek zevk aldığınızı sandığınız şeyi yapmak için browserınıza sozluk.sourtimes.org yazarsınız. anlamsızca başlıklara bakar ve vakit geçirmeye çalışırsınız. tam o sırada bir başlık gözünüze çarpar... "hayatın anlamı" ... işte o an "hayatın anlamı" kavramı şekillenir ve parmaklarınızdan şu cümle dökülür ekşi sözlüğün sayfalarına: "kaybettiğinizde varlığını farkettiğiniz ve asla geri kazanamayacağınızı bildiğiniz anlamsızlık..."
  • warcraftçılar duymuşlardır, deathwing bir konuşmasında şöyle bir lâf eder:

    "life is weak, mortal, fleeting, fragile. death is final. death is eternal. "
    "hayat zayıf, fani, geçici, kırılgan. ölüm son. ölüm ebedi."

    eh, deathwing haksız değil. evren inanılmaz derecede geniş ve çoğunlukla boş bir alan, yaşamın var olması için gerekli koşullar son derece nadir bulunuyor. sagan'ın söylediği gibi, kozmik takvimde evrenin 14 milyar yıllık yaşını tek bir yıla ölçeklesek 31 aralık gecesi ortaya çıkıyor insanoğlu.

    çevresel koşullar ne kadar can sıkıcı da olsa, canlı organizmaların hayatta kalmaya yönelik doğuştan gelen doğal eğilimi, hayatta kalma şanslarını artıran milyonlarca yıllık evrimin doğal neticesi.

    viktor frankl'a bir nazi toplama kampında tutsak olarak yaşadığı deneyimlerini ve en ekstrem koşullarda bile hayatta anlam bulma konusundaki düşüncelerini, paulo coelho'ya o alquimista'yı, lao tzu'ya tao te ching'i yazdıran motivasyon aynı amaca hizmet etmiştir nihayetinde. bu yönüyle kamuflaj, boynuz, diken veya zehir gibi savunma mekanizmalarından çok farklı değildir insanın anlam arayışı.

    gelgelelim objektif bir anlamın namevcut olduğu bu kısa illüzyonlar silsilesi içinde, subjektif de olsa hayatın boyunca uymaya çalışacağın bir anlam çıkarmak veya bir dava insanı olmak için kendini yırtmak hayatta kalmak için "gerçekten" gerekli mi, işte ondan pek emin değilim.

    bırakın dinlerdeki gibi bir objektif mânâ iddiasını, subjektifi bile köleleştirici geliyor bana bunun.

    yükümü hafifletmeyip, yük oluyor bana bu fikirler.

    çoğu insanın aksine, hayatımın anlamsız olmasını melankolik bulmuyorum. bilakis özgürleştirici, bütün transandantal sorumluluklardan azade edici, huzur verici bir yönü var bu anlamsızlığın.

    herhalde optimistik nihilist gibi bir şeyim, herkes bir şeyler için çaba harcarken kendi hâlimde dünyayı çok da ciddiye almadan yuvarlanıp gidiyorum. ama bunu yaparken mikroskobik yapıtaşlarının uyumu ve kompleksitesi ile astronomik cisimlerin kayıtsızlığı ve basitliği arasındaki bir boyutta sıkışıp kalmış geçici bir anomali olmanın göreceli kıymetini de hatırlamaktan imtina etmiyorum. öyle işte.
hesabın var mı? giriş yap