• bu camiada nedense ittirilen, yildiz olmalari gerektigine karar verilmis. gormeyenlerin gozune sokulmak suretiyle unlu yapilmak istenen bir grup isim var son 10 yilda. asagida deginiyorum kendilerine.

    (bkz: anne hathaway)
    (bkz: carrie mulligan)
    (bkz: jennifer lawrence)
    (bkz: amy adams)

    (bkz: chris pratt)
    (bkz: hugh jackman)
    (bkz: bradley cooper)
    (bkz: chris hemsworth)
    (bkz: channing tatum)

    (bkz: david o. russell)
  • sinema hakkında kimle konuşsam bu aralar hep aynı şeyi söylüyor. "ne lan bu rebootlar, remakeler?" bu seneki oscar adaylarına bakıyorum gerçekten haklı insanlar. yaratıcılık namına hiçbir şey kalmamış ortada. ve hollywood bu çöküşü kendi elleriyle hazırladı yıllarca. ellerindeki maddi imkanlar ve medya gücü çok olduğu için gelişi biraz uzun sürdü ama artık karşımızda dikiliyor bu gerçek. şimdi size örneklerle koca bir endüstrinin içine nasıl ettiklerini ve remake belasına düştüklerini anlatacağım.

    öncelikle söylemek istediğim şey şu. hollywood bitmiş derken maddi anlamda değil tabi. yoksa box office'te rekor kırmaya devam ediyorlar hala. ancak temel sorun burada yatıyor. hollywood için ana başarı kıstası box office olduğu için yaratıcılık anlamında bir kısır döngüye girdiler. farklı filmler iş yapmıyor, basit mantıklı filmler milyonları getiriyor. ancak bu basit filmleri de insanlar beğenmiyor. ha yaratıcılık konusunda zaten çok üst düzey değildiler ama ellerindeki bütçe inanılmaz iyi bir rüya makinesi kurmalarına izin veriyordu. şimdi maalesef o da yok. sadece seksenlerde doksanlarda yapılan filmlerin remakeleri var.

    o zaman sürecin başından başlayalım. hollywood'un film endüstrisinin tepesine çıkması yaklaşık olarak birinci dünya savaşı sırasında oluyor. sinemanın mucidi olarak genelde fransız olan lumiere kardeşler gösterilir. bu nedenle sinema avrupa'da başladı daha sonra amerika'ya geldi diyebiliriz. birinci dünya savaşında bu ülkelerde film üretimi duruyor. daha öncesinde üretilen filmler de ham madde olarak fabrikalarda falan kullanılıyor. ana karasında fiili bir çatışma olmadığı için de amerika film üretiminde liderliği ele alıyor. tüm dünyayı saran bir karamsarlık dalgası olduğu için de insanlar dramatik filmler izlemek istemiyorlar. bu nedenle "kendini iyi hisset" diye tanımlanan seyircinin isteklerine hitap eden kötülerin hep yenildiği iyilerin hep kazandığı erkeklerin çok yakışıklı kadınların çok güzel olduğu filmler yapılıyor. bu filmler çok izlendiği için de üretimine devam ediliyor sürekli.

    ingiliz yönetmen paul rotha zamanında demiş ki "sinema endüstri ile sanatın birleşimidir." sabun köpüğü adı verilen bu filmler yapılırken endüstri gidişattan memnun ancak üretimin sanat kısmını temsil edenler hep aynı şeyleri üretmekten hoşlanmıyor tabi. çünkü bu insanlar sürekli yenilik arıyorlar. bu kişilerden en ünlüsü orson welles. citizen kane'i yazan, yöneten ve baş rolünde oynayan welles'in filmi şuan çoğu listede birinci sırada yer alsa da sinemalarda gösterildiği sırada box office'te başarısız oluyor. karakter olarak da stüdyolar tarafından sevilmeyen welles mimleniyor ve üretim yapmasına izin verilmiyor. welles'in stüdyolar tarafından sevilmemesinin nedenleri şöyle; yönetmen filmi yaparken denenmemiş bir çok teknik deniyor, süreyi uzatıyor, sürekli değişiklikler yapıyor bu nedenle bütçe sürekli artıyor. sonuçta çıkan iş muazzam olsa da ilk etapta düzgün para getirmediği için de welles sektörden dışlanıyor. çünkü yaptığı iş ekonomik açıdan zayıf görülüyor.

    hollywood'dan şikayetçi olan bir diğer yönetmen de stanley kubrick. kubrick sinema yapmaya borç ile finanse ettiği fear and desire ile başlıyor. çıkışını da baş rolünde kirk douglas'ın yer aldığı savaş filmi paths of glory ile yakalıyor. bu filmde arkasında stüdyo olduğu için imkanları çok fazla ancak bir mükemmeliyetçi olduğu için bu filmde çalışmaktan çok da memnun olmuyor. çünkü kontrol kendisinde değil. bu filmden sonra tarihi bir epik olan spartacus filmini yapıyor kubrick ancak bu filmde stüdyo kubrick'e illallah ettirdiği için yönetmen başlarım yapacağınız işten diyerek hollywood'dan ayrılıyor.

    kubrick'in istediği kontrol seviyesini hollywood sadece bir insana veriyor. o da francis ford coppola. coppola ilk the godfather filmi ile büyük başarı yakalıyor ancak kafasında başka projeler var. paranın kokusunu alan stüdyo ise ikinci filmi yapması için coppola'nın peşine düşüyor. coppola bu projede yer almak istemiyor önce. stüdyo da yönetmeni ikna etmek için tüm kreatif kontrolü kendisine veriyor. yönetmen de bu imkanları kullanarak teknik açıdan çok farklı bir film yaparak tarihe geçiyor.ancak coppola'nın durumu tamamen istisna. sanırım başka hiçbir yönetmene verilmeyen bir lüks söz konusu. bir de bu noktaya ulaşmak tabi ki kolay değil. iyi bir yönetmen olmanız yeterli değil illaki elinizde "para getirecek" bir potansiyel olması gerekiyor.

    bu verdiğimiz örneklerden de anlayacağınız üzere bu çatışmayı her zaman stüdyolar kazanmış. çünkü star sistemi sağ olsun bilindik oyuncuların kaşeleri sürekli artıyor. siz de filminizde tanınmış birini oynatmak istiyorsanız illaki stüdyoya çalışmak zorunda kalıyorsunuz. anlaşmaya imza attığınızda da stüdyo filmin çekimlerinden sonra ruloları sizden alıyor, hiç alakanız olmayan bir kurgucuya emanet ediyor ve filmi kendi istediği şekilde kesip biçmeye başlıyor. bundan önceki süreçlerde de sürekli kararlara müdahale ediyorlar tabi. sistem içinde bulunan walter murch ve verna fields gibi çok iyi kurgucular da var ancak genelde final cut dediğimiz filmin piyasaya sürülecek haline stüdyolar karar veriyor. yönetmenler de bu durumdan memnun olmadıkları için kendi kurgularını çıkarıyorlar. director's cut denen seçenekler de buradan geliyor.

    bu sebeplerden hollywood'da yönetmenlik stüdyo yöneticilerini de idare etmeye dönüyor. yani atıyorum filminizde çok uçuk kaçık bir şey deneyeceksiniz. senariste bunu yazdırdınız, oyuncuyu ikna ettiniz, görüntü yönetmenine istediğiniz kompozisyonu aktardınız normalde kayıt dediğinizde bu sahnenin çekilmesi gerekiyor ama iş böyle değil. çünkü önce stüdyo yöneticileriyle toplantı yapmanız filmdeki bu sahnenin nasıl "satacağına" onları ikna etmeniz lazım. eğer yöneticiler bu sahnenin çok pahalı, gereksiz yada seyircinin anlamayacağına karar verirse geçmiş olsun o sahneniz artık yok demektir. asıl sorun da burada patlak veriyor. yöneticiler sanatçı değil iş insanı. onlar filme maliyet kar endeksiyle bakan ve filmi "acaba kaç kişi izler?" diye değerlendiren kişiler. sonuçta filmleri yatırım olarak görüyorlar. bir filme genelde yirmi beş ila yüz milyon dolar arası para yatırıldığı için de olabilecek en güvenli yolu seçiyorlar hep. peki en güvenli yol ne? tabi ki daha önce denenmiş ve onaylanmış olan şey. mesela paranız var ve emlaka yatırıp kira geliri elde etmek istiyorsunuz. ne yaparsınız? kesin ve sabit kazanç için herkes nereye yöneliyorsa oraya yönelirsiniz. stüdyo yöneticileri de aynı şekilde davranıyor. buradaki fark ise kendilerinin sanata yatırım yapıyor oluşu.

    sonuçta ortaya şöyle bir durum çıkıyor. yapılan farklı filmler gişede başarısız oluyor. değerleri çok sonra anlaşılıyor. ancak değeri anlaşılana kadar stüdyo para kaybetmiş oluyor. bu nedenle stüdyo bu tür çabaları olan herkesi sindirmeye başlıyor ve sadece gişe getiren filmlere para yatırıyor. sonuçta onlar da parasını kazanacak dediğinizi duyar gibiyim. bu bir bakıma doğru ama sinema yaparken sadece para kazanmaya odaklandıkları için cesur bir adım atamaz hale geldiler. kimsenin yeni bir şey üretip kendini riske atmak istemediği bir ortamda ne oldu? daha önce başarısı garantilenmiş işlerin yeniden çevrimlerini yapmaya başladılar. işte o star wars'lar, ghostbusters'lar, jurrasic park'lar hep bu mantıktan çıkıyor.

    peki reboot'lar neden sevilmiyor? çünkü film yapmak pek çok farklı faktörün aynı anda bir arada bulunmasını gerektiren zorlu bir iş. yani iyi oyuncu, iyi yönetmen, iyi sesçi, iyi kurgucu vs. vs. olacak bir de bu insanların kimyası tutacak falan. bu kadar bileşeni bir araya getirmek çok zor. o yüzden bazı yönetmenler sürekli aynı görüntü yönetmeniyle aynı bestecilerle yada aynı oyuncularla çalışıyorlar. bir filmi tekrar yaptığınızda bu öğelerden birini bile ıskalarsanız elinizde çamur gibi bir şey kalır. ayrıca bitmiş bir hikaye bitmiştir. mesela jumanji. robin williams oyundan kurtuldu ve film kapandı. olması gereken bu kadar. siz hikayeyi tekrar başa alır ve içine dwayne johnson'ı dahil ederseniz bu hikayeyi kimseye beğendiremezsiniz.

    peki ne olacak? hollywood'un orson welles'e yaptığı muamelenin aynısını şuan işin başında olan insanlara uygulaması lazım. peki kim bu suçlular? birincisi star wars'u hiç anlamayıp mahveden rian johnson, ikincisi nolan filmleri tuttu diye dc'nin bütün filmlerini karanlık ve kasvetli yapan zack snyder, lucasfilm'in başında olup star wars serisinin anlamsız bir yere sürüklenmesine neden olan kathleen kennedy, sırf patlama var diye abuk subuk filmler yapan michael bay. daha da uzar bu liste ancak bu insanların ve düşünce yapılarının bir an önce gitmesi lazım. yoksa izleyiciler olarak christopher nolan yada quentin tarantino bir film yapsa da izlesek diye yıllarca bekleriz.

    not: tarantino'nun bağımsız sinemacı olduğunu biliyorum. yağdırmayın sonra bana zaten sistem içinde değil diye.
  • paul rotha, hollywood endüstrisi için sinemanın öyküsü adlı kitabında şöyle yazmıştır:

    "(…) hollywood’a gidip de daha öncekilerden daha iyi filmler yapmış veya hiç olmazsa çevresindekiler kadar iyi bir yapım gerçekleştirmiş olan tek bir avrupalı yönetmen anımsamıyorum."

    peşinen kabul edilmelidir ki karamsar bir yorumdur.

    bkz. sinemanın öyküsü, paul rotha, çev. ibrahim şener, izdüşüm yayınları, 1. basım, 2000, ist. s. 44

    avrupalı yönetmenlerin hollywood’a taşınmasıyla amerikan sinemasının ciddi bir hareketlilik yaşadığı, değişik bakış açıları kazandığı inkâr edilemez. yalnız kimi yönetmenler (fritz lang, otto preminger, robert siodmak, michael curtiz vd.) zamanla memur yönetmen sıfatına uygun filmler de çekmişlerdir. kim çekmemiştir ki? john ford, william wyler, billy wilder, john huston, fred zinnemann...

    yani bu sayılan sinema ustaları hollywood mesaileri boyunca her sene bir başyapıt çekmediler doğal olarak. avrupalı ya da amerikalı hiç fark etmez, hollywood varoldukça kötü piyasa filmleri çeken yönetmenler de var olmaya devam edecektir. yani bu endüstriden yılda bir veya birkaç başyapıt çıkabiliyorsa kiliseye gidip mum yakmak ya da kurban kesmek lazım.

    bu arada, üstat paul rotha'nın anımsayamadığı yönetmenleri ben anımsatayım: victor sjöström, josef von sternberg, alfred hitchcock, michael curtiz, robert siodmak, edward dmytryk, charles vidor vd.

    sağır sultanın da bildiği gibi bu isimler avrupa'dan gelip hollywood'u renklendirmişler, çok çok iyi başyapıtlar çekmişlerdir.
  • eski filmleri izlenilesi büyük sektör. eski filmleri ne zaman izlesem denk geldiğim döneme lanet etmemek zor oluyor. genelde vasat olan dc filmlerinin, marvel filmlerinin, fox filmlerinin, yani çizgi-roman uyarlamalarının hollywood'u esir aldığı bir dönemdeyiz artık. düşünün, muazzam klasikler üretmiş olan warner bros vasat dc filmlerine odaklanmak maksadıyla daha az film üreteceğini açıklıyor. ne kadar acı! çizgi-roman uyarlamaları kopyala-yapıştır tadında, vasat, yüzeysel ve sıkıcı.

    eski filmleri izleyin. eskileri izleyin ki şimdiki filmlerle mukayese ettiğinizde hollywood'un ne kadar berbat bir noktada olduğunu görün. hollywood onca senaristine, parasına ve teknolojisine rağmen artık eskisi kadar iyi filmler üretemiyor. senaryolar vasat, yüzeysel ve alabildiğine klişe. karakterler ya inandırıcılıktan uzak ya da gene vasat ve tek boyutlu. diyaloglarsa gerçekten de kötü. koskoca sektör ergen seyirci kitlesine hitap eden filmler yapar oldu. ve bu zihniyet sektörü ele geçirmiş durumda. fark etmez, açın bir humphrey bogart filmi, bir elizabeth taylor, bir montgomery clift filmi. billy wilder'ın filmlerini izleyin ve o diyalogları, o çatışmaları, o olay akışını görün. muazzam! ne zaman eski bir film izlesem film kötü olsa bile o diyaloglara, repliklere hayran kalıyorum. şimdiki diyaloglar, repliklerse resmen kötü. ne oldu sana ey hollywood? nasıl bu kadar kopabildin altın çağı'ndan? her açıdan bir gerileme.

    vasat, saçma sapan, michael bay tarzı aksiyon filmleri, berbat klişelerden ibaret rom-komlar, etliye sütlüye dokunmaktan çekinen politik (!) filmler ve birbirinin aynısı, diziye bağlamış çizgi-roman uyarlamaları. halbuki 70'ler ve 40'lar, 50'ler ne güzeldi. erotizm bile daha iyi işlenirdi o dönemlerde. saçma sapan hays yasasına rağmen filmler etkileyici idi.

    asıl oyunculuklara değinmek istiyorum. şu an sevip takip ettiğim pek çok oyuncu var ama şu zamanların oyuncuları da pek şanssız. çünkü senaryolar kalitesiz olduğu için muazzam yazılmış karakterlerde çok sık oynayamıyorlar. ve en büyük hataları da kariyerlerini vasat çizgi-roman uyarlamalarına hapsetmeleri.

    örnek: scarlett johansson. büyük bir oyuncu denir mi? hayır. kariyerinin başı fena değildi. sonra marvel'a kaptırdı kolunu, artık marvel filmi çekip duruyor. onun dışında da vasat aksiyonlarda, dandik rom-komlarda falan oynuyor. angelina jolie. mega star. ama kariyeri tek kelimeyle vasat. en son iyi oynadığı film changeling ama orada da mükemmel değildi. aksiyon filmlerinde vasat karakterleri oynayıp durdu. tom cruise da öyle. 2000-2016 arasında hangi filmde mükemmel oynadı? ya kendisini tekrarlayıp duran johnny depp? chaplin'i enfes oynayan robert downey jr'a ne oldu? o da johansson gibi aynı karakteri oynayıp duruyor. pek yetenekli liam neeson'ın elinden silah düşmez oldu. her filminde vasat, her filmi vasat. karakter oyunculuğu yerine aksiyon oyunculuğu yapan o kadar çok oyuncu var ki... jolie'nin kariyeri bu yüzden vasat kaldı. cruise'un kariyeri bu yüzden vasatlaştı. downey jr marvel'dan uzaklaşmazsa öldükten sonra tek tük iyi filmde oynamış olacak. ne yazık ki gençler de aksiyon filmlerinde heba oluyorlar. halbuki karakter oyunculuğu yapmak, çizgi-romanlardan uzaklaşmak lazım. çünkü bunlar genelgeçer filmler. izle/unut filmleri.

    bir de geçmişe bakalım. elizabeth taylor. evet, son filmleri kötüydü ama 40, 50'lerde çektiği filmlere bakın. oyunculuğuna bakın. oynadığı karakterlere bakın. oyuncu olsam böyle bir kariyerim ve karakter çeşitliliğim olsun isterdim. ya da rita hayword. veya katherine hepburn. erkeklerden richard burton. peter o'toole. paul newman. marlon brando. humphrey bogart. james cagney. bir bu oyunculara, kariyerlerine ve karakter skalalarına bakın; bir de günümüzün oyuncularına.

    özetle; hollywood her açıdan gerilemiş durumda. çok yazık.
  • bu dünyanın sinema endüstrisini elinde tutan, istediği gibi oynayan yerin pek meşhur tabelası ilginç bir şekilde sinemayla yakından uzaktan alakası olmayan bir nedenle inşa edilmiş, amma ve lakin çok önemli bir görsel simge haline gelmesini bilmiştir. 1910'da kurulan nestor isimli ilk stüdyoyla ve bölgenin ikliminin çok verimli olduğunun kulaktan kulağa aktarılmasıyla film stüdyoları bölgeye akın etmiş, cecil b demille ve d w griffith gibi kodamanların da bölgeyi mesken tutup stüdyolarını kurmalarıyla beraber san fernando vadisi değere binmiştir. zaten bölgenin önemli kısmını elinde tutan aynı zamanda los angeles times gazetesinin sahibi de olan, harry chandler, hollywoodland emlakçılık firmasının reklamını yapmak için her harfi yaklaşık 15 metre yüksekliğinde olan, 4000 tane 20 wattlık lamba ile aydınlatılan ve 21,000 dolara mal olan tabelayı yaptırmıştır.

    normalde 1.5 yıl için yapılmış olan, ama sonradan benzer bir kader paylaştığı eyfel kulesi gibi şehrin simgesi olacak olan tabelanın hikayesi, 1932'de hollywood'a büyük umutlarla gelip başarısız olmuş peg entwhistle isimli 24 yaşında bir aktristin katılımyla trajik bir hal alacaktır. peg, ancak tek bir rol alabildiği hollywood'dan ve hayattan, ünlü tabelanın h harfinin üzerinden atlayarak çıkarken şehirde önemli değişimlerin olacağının farkında değildir. peg entwhistle'ın intiharıyla kırık düşlerin bir metaforu haline gelen tabela, 29da başlayan büyük bunalımın da emlak firmas üzerindeki etkisiyle, kırklarda kendi başına bırakılır.

    h harfinin devrilmesiyle devreye giren hollywood ticaret odası, sonra dört harfin atılması şartıyla tabelanın bakımını üzerine alır ve kalanını tamir ettirir. 1960larda kısmen yıkılan, bakımsızlaşan tabela bu sefer özel bir klubün girişimiyle tekrar tamir edilir. ancak tam d harfinin de tamiri bitmişken hemen yanındaki o düşünce devreye hugh hefner girer. playboy mansion düzenlediği ve yeni tabelanın harflerinin yapım masraflarını çeşitli ünlülerin(ki aralarında gene autry, andy williams ve alice cooper da var) üstlendiği partiyle beraber eski tabela yıkılır; hollywood 3 aylık bir tabelasız dönemden sonra yepyeni tabelasına kavuşur.

    bundan sonrasında zaten para basmaya başlayan hollywood cephesinde bir gelişme olmadığı için de tabela mutlu mesut, bakımlı hayatına devam ederken, l.a.'da çekilen her filme bir şekilde dahil olmayı da sürdürmektedir.
  • kapitalist sistemin günümüzdeki yegane parlak örneği.içine doğduğu sistemi en iyi yıkayıp parlatan köpüklü deterjan.öyle ki,durulamanıza gerek bile yok.
  • görmekten sıkıldığınız belli başlı klişelere sahiptir.

    - kahramanlar ölmez!
    - herkes uçak uçurabilir!
    - eline fırsat geçse bile peşindekini ilk fırsatta öldürme!
    - uzaylılar birbirinden ayırt edilemezler!
    - müziği duyduğunda dans et!
    - yerlerde sürünen takım finalde şampiyon olur!
    - kötüler daima senden hızlıdır!
    - evde türlü garip olaylar meydana gelsede evini terketme!

    vesaire şeklinde sıralamak mümkün. daha gider bu.
  • hollywood tabelası: görsel

    1923'te inşa edildi, ancak sessiz bir filmde yer aldığını şimdiye kadar hiç görmedim. belki gözümden kaçmıştır.
  • "if you live in france & you have written 1 good book, or painted 1 good picture, or directed 1 outstanding film, 50 years ago & nothing ever since, you are still recognized as an artist & honored accordingly. in hollywood, you're as good as your last picture."
    -- erich von stroheim
  • aksiyon filmlerinde sürekli cool görünen çene hattı belirgin ve ağız kenarındaki çizgi derinleşmiş ağbiler gözlerini kısarak uzaklara bakıyorlar ve kavga anında espri yapmayı ihmal etmiyorlar.
    arkada bir patlama varken önünde cool biçimde yürüyorlar ve aralarında konuşuyorlar "hey henri, ateşin var mı?"

    ses mühendisleri bir kibritin sesini yahut kağıt hışırtısını bize çok iyi verdiği için o sahnede yanan cisim neyse sesini duyuyoruz, beynimizin içinde yankılanıyor. o lanet zipponun sesi yankılanıyor. filmin en gerilimli anlarında hatunlarla öpüşüyorlar. çünkü seyirci salak (bu bir tespit değil gerçek) insanın motivasyonu falan tamam da bir bombanın patlamasına kırk saniye kalmışken dibinde kimse birbirine yumulmaz. sonra her şey boka sarmışken dahi gencimiz ağzının kenarındaki plastik kaşıkla bombayı durduruyor vb.

    sıkıştırılmış mekanda sıkıştırılmış zamanda geçen senaryolar çok tutuyor, en son süpermen batman filminde de bombalar yanlış anlamalar patlamalar vs vardı.

    aksiyon filmi yazanlar her zaman klişeden besleniyor. elli yıl daha gider bu.

    peki neden?
    insanlar zor durumlarda baskı altındayken espri yapan adamların kahramanlık hikayelerini izlemek mi istiyor? adam vurulmuşken yanındaki kadına dönüp "ya eski karım yapacaktı ya onlar" diyor ve o ebleh yüz ifadesini takınıyor, arkada alevler yükseliyor ve önde öpüşüyorlar yahut kurşunun yere düştüğü sahneyi görüyoruz arkada klasik müzik çalıyor, sahne yavaşlatılmış görüntülerden oluşuyor ve son gördüğümüz kameraya dönüp adeta granitten oyulmuş yüzüyle cool biçimde bakan abi oluyor.
    bu ne şimdi?

    sinema sanatı görsel dil kurmaya indirgendiğinde, sözün değerini azaltmaya çalıştıklarında her şey berbat hale geldi. sinema icat edildiğinde ses yoktu. görsel dille her şey anlatılmak zorundaydı. şimdi ses var ama düzgün diyalog yok. olay örgüsü üçüncü sınıf yazarlık kitaplarında bulunabilecek kadar sığ.
    zaten var olan karakterler üzerinden film yazmak kolay çünkü onları zaten tanıyor senarist, onları zaten tanıyor yönetmen, onları zaten defalarca izledi insanlar, bu yüzden yerleşik bazı hareketleri bekliyorlar ya da sürpriz ne varsa.

    yeni karakter üretiliyor mu? eldeki şablonlarla sınırsız karakter üretme imkanı var ama film yapımcıları artistlik peşinde. sıradan insanın, çirkin başrol oyuncusunun dünyayı kurtardığı, günü kurtardığı, yemeği yanmaktan kurtardığı filmler gerekli yoksa instagramda gıdısını gizleyerek poz veren yüzbinler çoğalacak.
    arabasına yaslanıp film afişi gibi poz veren genç erkekler çoğalacak. peki bu görsel imge bizimle fazlaca alakasız değil mi?

    film afişleri üzerinden sosyolojik bir okuma yapılabilir.

    sürekli aynı filmleri izliyorum. yeniliğe açığım ama korkarak sinemaya gidiyorum. görsel efekt ve sesle destekleyerek odunu bile bir saat izletirsiniz. iyi senaryo nerede?

    iyi senaryo, dünyayı ele geçirmeye çalışan eğitimsiz ve açgözlü yapımcıların ciddiye almadığı, onların bürolarında biriken ve sonra çöp olan dosyaların içinde duruyor.
hesabın var mı? giriş yap