• ilk defa cevat şakir 'den işittiğim basit bir örnekte algıladığım, anladığım ve kültürler arası kronik alışveriş ve çatışmaların kısmen sebebi olan akıştır.
    üstadın verdiği misal kabaca şöyleydi; agamemnon, kızı iphigeneia 'yı salt troya savaşı 'nda zafere ulaşmak için tanrılara kurban etmiştir. bu inanışın bulunduğu kültür, doğal olarak bu hikayenin devamını ve açıklaması niteliğindeki yan hikayeleri de beraberinde yaratacak ve yaşatacaktır. örneğin; kızını bir savaş için kurban eden kocasına nefret duyan klytaimnestra, sevgili edinip, kocasını savaş dönüşünde öldürecektir. hikaye dallanır budaklanır; bu sefer babasının, öz annesi ve sevgilisi tarafından öldürülmesine içerleyen orestes, biraz da kız kardeşi elektra 'nın acılarını dindirmek için, öz annesini ve sevgilisini öldürerek babasının intikamını alacaktır.
    örnekte görüldüğü gibi hikaye birbirine zincirlerle bağlanmaktadır, hem de gerek hybris, yani haddini aşma ve meden agan, gnothi seauton (kendini tanı) inançlarının da ortak paydası ile birleşip ilginç ve trajik bir bütün oluşturmaktadır. aslına bakarsanız; bu örnekteki hikayelerin bir de baş kısmı vardır; yani agamemnon'un kızını tanrılara sunmasını açıklayan; tanrıça artemis, agamemnon'a kızgındır, zira agamemnon avlanırken yanlışlıkla artemis'e adanmış kutsal geyiği de vurudğundan, artemis sadece, kızını kurban ederse onu affedeceğini söylemiştir. bu da işte hikayelerin öncesi, tabi bu son anlattığıma da başka öncüller eklenebilir, hatta farklı sonlar da eklenebilir; misal; agamemnon, kızını tam kurban edecekken, artemis kıza acır ve onu gökyüzüne alır, bıçağın altına da bir geyik koyar. bunun üzerine rüzgarlar hemen esmeye başlar, filo troya'ya gitmek üzere yola çıkar.

    görüldüğü üzre hikayenin belli kısımları bizim pek iyi bildiğimiz şu ibrahimi hikayede yaşananlara ne kadar çok benziyor değil mi? oğlunu kurban edecek peygamber, tam aksiyonu gerçekleştirecekken gökten temiz hayvan iner ve oğlan bıçak altından kurtulur. fakat bu hikaye oldukça insani ve kişiseldir. antik yunan'da biçildiğince, tanrıçanın kaprisi veyahut savaşta zafer kazanabilme gibi sebepler yoktur, aksine peygamberin tanrıya olan adağı ve tanrının insanı denemesi söz konusudur.

    ayrıca arkeolojik verilerden çok, her zaman söylerim, edebi metinler insanın uygarlaşması sürecindeki değişimleri, inançlardaki gevşeklikleri ve bunun doğal sonucu olarak çok gerçek tarih bilgisini bizlere sunmaktadır. delphoi'da bir kahinin mağarasından veyahut horatius'un, o çok muhteşem satura'larını kaleme aldığı evinden insanın, bizim anladığımız manada insanlaşma sürecini algılamak gibisi var mı ey sözlük? eski cag insanlari mitoslara inanmislar miydi diye sorarak, bu konuda başka verilerle başka entiriler yazacağımı söyleyerek, bu entirimi kapatayım.

    http://video.google.com/…369727196337340565&q=mısır
  • batı yüzyıllarca bir “yunan mucizesi”ne inanıp durdu. herodotos’un mısır’lılara söylediği gibi yunan kültürü sanki ex nihilo ortaya çıkmıştı ve önceli yoktu. hatta troya’lılar bile yunan kavimleriydi. friglerden eskisi yoktu. bütün bu önyargılar aslında bazı süreçleri görmeyi engelledi.

    yunen neolithiğinden yunan kültürüne geçiş de yumuşak olmadı .

    yunan kültürünün kaynaklarına bakalım. ilk olarak minos uygarlığı yani girit gözümüze çarpar. girit paleolitik dönem boyunca iskan edilmemiş gibi gözükmektedir. adaya ilk gelenlerin anadolu’dan geldikleri sanılmakta ve adada neolitik dönemin bu şekilde başladığı kabul edilmektedir.

    bu dönemde konut inşaatı ve alet kullanımı gelişmiş ve ilk ana tanrıça idolleri ortaya çıkmıştır. ayrıca bu dönemde girit çevresindeki adalarla ilişki içine de girmeye başlamıştır.

    işte bu noktadan mısır ve anadolu etkileşimi başlar. metal kullanımı bile dışarıdan gelmiştir girit’e. ve akha istilalarına kadar belli bir kültür devam eder. daha önce yazdığım bir yazıdan inançları alıntılarsam :

    «klasik yunan mitolojisinde girit ile ilgili anılar yerini mitoslara bırakmış ve burası ile ilgili değişik mitler oluşmuştur.

    bunlardan en önemlisi kuşkusuz minos ile ilgili olan mitlerdir.

    minos adının belli yaşamış bir krala mı ait olduğu yoksa midas , cæsar gibi yaşamış kişilerden alınan bir unvan mı olduğu tartışmalıdır. ancak mitolojik öykülerde girit dönemini anlatmak için kullanılmaktadır.

    mitolojide de minos boğa kültünden ayrı olarak geçmez.

    mitolojiye göre minos zeus ile europe’nin üç çocuğundan biridir. minos efsanesini azra erhat şöyle anlatır :
    “ minos girit tahtına çıkmak isteyince üç kardeş arasında kavga kopmuş, ama minos tanrıların kendisinden yana olduklarını ileri sürmüş, bunu kanıtlamak üzere de poseidon tanrıdan bir dilek dilemiş, denizden bir boğa çıkarmasını istemiş ve bu boğayı da gene tanrıya kurban etmeye söz vermiş. dilediği gibi olmuş, denizden köpükler gibi ak bir boğa çıkagelmiş. minos boğayı almış, tahta oturmuş ama hayvanı tanrıya kurban etmeyi unutmuş. güzelim ak boğayı sürülerinin arasına damızlık olarak göndermiş. bu duruma çok kızan deniz tanrı, ak boğayı minos’un başına bela etmiş; bir efsaneye göre de hayvan kudurmuş , ortalığı kasıp kavurduğu bir sırada herakles’in elinden öldürülmüş, ama iş bununla da kalmamış, kralın karısı pasiphae bu boğaya doğadışı bir aşkla tutulmuş ve onunla birleşmiş. kral minos güneş tanrı helios’un kızlarından pasiphae ile evlenmişti. bir zamanlar europe gibi boğaya vurulan pasiphae ak boğayla birleşebilmek için daidalos’a bir inek heykeli yaptırır, içine girer ve gebe kalarak minotauros’u doğurur. ondan sonra da doğurur. ondan sonra da girit sarayının yaşamı karmakarışık olur. helios döllerinin hepsi gibi pasiphae de büyücüdür, seviştiği boğayı öldürttü diye minos’u büyüler, yatağından yılanlar, çıyanlar, akrepler çıkmasını sağlar. bunlar işi çapkınlığa vuran minos’un yatağına giren her kadını sokup öldürmekteymişler. “

    minos hakkında anlatılagelen bu efsaneler de minos’un yunan mitolojisinde midas’a benzer bir yer aldığını göstermektedir. bu efsanede boğa kültünün önemi de dikkat çekmektedir. burada minos’un boğayı kurban etmemesi ve sonrasında da bu boğayı öldürmesi sonucu bir tür lanetlenme ile karşı karşıya kalması anlatılmaktadır. başka bir efsaneye göre de bu yılanların,çıyanların ve kreplerin minos’un sperminden çıkması , girit kraliyet soyuna karşı da bir tepki olduğunu göstermektedir.

    burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da pasiphae olarak gözükmektedir. pasiphae’nin, helios soyundan olması ve büyücü olması boğa ile ilintili ay kültü ile güneş kültü arasındaki bir karşıtlığı yansıtmaktadır.

    bütün bunların yanında minos, yunanlılara göre halkının üzerinde adil ve düzgün bir şekilde hüküm sürmüş bir hükümdardır.

    minos’un hükümdarlığı da , doğu kültürlerinde olduğu gibi tanrısaldır. minos da kanunları zeus’un iradesi ile yapmaktadır. bunu kanıtlamak için de her dokuz yılda bir ida mağarasına gitmektedir ve burada tanrısal ilhamı da almaktadır.

    minos’un mitolojide bir çok yere gitmiş olması da girit kolonilerinin buralara uzandığını göstermektedir.

    minos ile ilgili en ünlü efsanelerden biri de yukarıda kısaca sözü geçen minotauros efsanesidir.

    azra erhat , mitoloji sözlüğü’nde (bkz kaynakça) minotauros’u şöyle anlatır:

    “ adı minos’un boğası anlamına gelen minotauros insan bedenli boğa başlı bir canavarmış. tanrı poseidon’un kral minos’a gönderdiği bir boğa ile minos’un karısı pasiphae’den doğmaymış. minos bu korkunç yaratığı saklamak için mimarı daidalos’a labyrinthos sarayını yaptırmış. theseus minos’un kızı ariadne’nin yardımı ile minotauros’u öldürmüş.
    minotauros girit sarayında derin izler bırakmış olan girit’e özgü bir boğa kültünün simgesi olsa gerek. “

    aslında bu efsane çok önemli ipuçları da vermektedir. minotauros sadece minos’un boğası anlamına gelmemekle birlikte bir bileşik isim olarak boğa minos anlamına da gelmektedir. eğer minos’u bir unvan olarak düşünürsek boğa kral gibi bir anlam kazanabilir. bu ise daha eski dönemlerden kalan bir unvanı ya da bir tapınakta duran bir boğa-tanrı heykeli ile ilişkili bir kültü düşündürtmektedir.»

    bu noktada başlığa yakışan çıkarımlar yapabiliriz. ancak bu aslında neoılitik ve sonrasında girit’in özgün mitosları hakkında bilgi vermez. çünkü yunan kültürü bunu “uygarlaştırmış” ve asıl mitosu saklamıştır. asıl mitos törenlerde ortaya çıkar.

    « diodorus’a göre “ girit’liler tanrılara yakarışların , kurban törenlerinin ve gizemlerin kendi buluşları olduklarını ve diğer toplumların bunları kendilerinden aldıklarını söylerler. “

    içerikleri tam bilinmese de bu törenlerin girit kültüründe büyük rol oynadıkları kesindir.

    girit’te kanlı kurban ayinleri de önemli bir yer tutmaktaydı. boğa , keçi ve domuz sık kurban edilen hayvanlar arasındaydılar. kurban töreni sırasında aynı zamanda meyve ve başka yiyecekler de sunuluyordu.

    hagia triada’da bulunan bir lahit üzerindeki betimlemelere göre alexiou bir kurban törenini şöyle anlatmaktadır :

    “ hagia triada lahdinde tahta bir masa üzerine sıkıca bağlanmış bir boğa betimlenmiştir : hayvan henüz öldürülmüştür , boğazından kan akmakta ve bu bir kabın içinde toplanmaktadır ; bu arada daha küçük başka hayvanlar da, muhtemelen keçi ve koçlar masanın altında kurban edilme sıralarını beklemektedir. kurban kesimi flüt eşliğinde cereyan eder. sonunda içleri kan dolu kaplar , kulplarından bir sırık geçirilerek , bunu omuzuna yerleştiren bir kadın tarafından götürülür. rahibe kapları alır ve iki çifte balta arasında duran daha büyük bir kovanın içine kanları boşaltır. şüphesiz ki bu , kurban töreninin doruk noktası , en kutsal anıdır. yedi telli bir lyra’nın nağmeleri buna eşlik eder. knossos’da , büyük rahibin evi’nde olduğu gibi, diğer bazı durumlarda da , kan veya bir başka sıvı yerdeki bir çukura boşaltılır , buradan bir oluk ile akıtılır.
    diğer dinlerdeki paralellerine dayanarak , kurban töreninde hazır bulunan inananların , kutsal hayvanın vücudundan birer parça aldıkları düşünülebilir. kurban edilen hayvanların derileri tapınağa adanır. hagia triada reliefli kasesindeki işte bu konuyu işler . yine muhtemeldir ki , kurban töreni sırasında , tıpkı homeros’un anlattığı gibi , kesilecek hayvanın başından aşağı öğütülmüş tahıl serpilirdi. “

    ayrıca girit halkının hayvan idollerini de tapınaklara adadıkları bilinmektedir.

    bayram zamanları ise danslarla kutlanıyordu. dans ele geçen buluntulara göre en önemli dinsel törenlerden biri sayılmaktadır. çeşitli kaplarda , mühürlerde hatta saray duvarlarında dans eden figürler rastlanmaktadır. bayram zamanlarında ateş yakmak , salıncakta sallanmak sık yapılan törenler arasındaydılar. ele geçen tasvirlere göre boğa oyunları da yılın belli zamanları yapılıyor ve önemli bir yer tutuyordu.

    festival zamanları tören alayları oluşturmak , tıpkı diğer bazı doğu dinlerinde olduğu gibi , girit’te de sık rastlanan bir uygulama idi.

    bayram zamanları tam olarak saptanamamış olmakla birlikte en önemli iki bayram ilkbahar bayramı ve zeytin toplama zamanı idi.»

    bu törenler aslında in illo tempore olan olayların canlandırılması ve bereketin sağlanması ile ilgilidir.

    ana tanrıça ve yılanlı tanrıça da aynı şekilde. “uygarlaşma sürecinde” yok olan mitoslardır aslında
    yunan kültürünü seçmeci ve değiştirici yapsı böyledir.

    akhalar için de sözkonusudur bu.

    genelde kabul edilen görüşe göre hint avrupalı kökene mensup olan akha’lar, yunan topraklarına geldikten sonra girit kültüründen oldukça etkilenmişler ; ancak kendi ana kültürlerini de korumasını bilmişlerdir.

    girit’te olduğu gibi, krallar idaresinde şehir devletlerinden oluşan akha toplulukları mikenai dışında da geniş bir coğrafyaya yayılmışlardı. ahkha’lar sadece mikania çevresi ile de sınırlı kalmamışlar ve milet, iasos (bodrum civarı), symirna (izmir) , efes, knidos gibi şehirlerde , hatta kıbrıs, rodos ve ege adalarında ticaret kolonileri kurmuşlardır.

    akha’ların çağdaşı olan hitit’lerin de ahhiyava ülkesine gösterdikleri saygı da akha’ların andolu’da ne kadar kuvvetli olduklarını göstermektedir.

    akha’ların toplumsal yaşamlarına bakarsak, “vanaks” adı verilen kralların idaresinde olan şehir devletlerinde ayrıca yönetimde büyük toprak sahipleri de vardı. aslında bu aristokratik yapı aynı zamanda mimarlık ve güzel sanatların da gelişmesine olanak sağlamıştır.

    mikenai civarında on dokuzuncu yüzyıldan itibaren başlayan kazılar, buradaki büyük kalaleri ve yapıları gün yüzüne çıkartmıştır. büyük taşlarla oluşturulan surlar, dhaa sonra gelen yunanlılar tarafından kiklopeen , yani kikloplar (tepegöz diye de adlandırılan dev yaratıklar) tarafından yapılmış , diye adlandırılmıştır.

    kazılar sonucu ele geçen ev eşyaları ve mücevherler de dönemine göre büyük bir zenginliğe ve uygarlığa işaret etmektedir.

    öte yandan asıl olarak hint avrupa’lı bir tanrı olan zeus’un da ilk olarak bu dönemde önem kazandığı görülmektedir.

    ele geçen lineer b yazılı tabletlerde klasik yunan mitolojisinde rastladığımız,tanrı isimlerinin bazıların rastlanmıştır. o dönemlerden beri bir çift oluşturan zeus ve hera, poseidon, hermes, athena ve artemis çözülen tabletlerde çeşitli formlarına rastlanmış tanrı ve tanrıça isimleridir. bu isimlerin yunan kültürüne özgü, hint-avrupa kökenli tanrı ve tanrıça isimleri olduğu söylenebilir.

    bunun dışında, bu tabletlerde, yunan mitolojisi derlenene kadar kaybolmuş tanrı ve tanrıça isimlerine de rastlanmıştır. tabletle zeus ve poseidon’un dişil hallerine de diwia ve posidaeia şeklinde rastlanmıştır. daha sonra apollon ile özdeşleştirilen paiawon ve ares ile ilşkilendirilen enualios o dönemden klasik yunan mitolojisine ulaşamayan isimlerdir. homeros’da geçen yarı-tanrısal figür iphimedeia da burada tanrısal olarak geçmektedir.

    tabletlerde, özellikle sunularla ilgili yerlerde geçen , “ tanrıçamız” ya da “hanımımız” anlamındaki potnia , ana tanrıça kültünün önemine de işaret etmektedir. zaten bu dönemde sonradan gelen akha’lara özgü hint avrupa kökenli tanrı ve tanrıçaların yanında , bu topraklara özgü ana tanrıça kültünün de devam ettiği anlaşılmaktadır.

    akha dönemini takip eden istilalar ve şehir devlertleri ortaya çıkması akha mitlerini de “uygarlaştırmış” (burada tam da civilization ya da medeni anlamında) ve sistematik mitoloji ortaya çıkmıştır.

    bana gore bu dönemden sonra bunlar şehir mitoslarıdır ve pagan yaşantı şehirleşmiştir.

    işte "mitosları olmayan" , çünkü zaten her an onlarla yaşayan halk da tam bu noktada yerini şehirlilere bırakmaktadır.

    o nedenle mitos incelemelerinde sadece yunan roma alınması da sakıncalıdır.
  • aslında muazzez ilmiye çığ hoca 'nın da 'tufan olayı orta asya 'da olmuştu hadisesine dayanaklar ortaya koyarken üstünden teğet geçtiği konu bu.
    hoca tufan olayının, değişik efsanelerde nasıl benzeştiğini, üç aşağı beş yukarı nasıl şekillendiğine dair örnekler sunmakta.

    hint efsanesinde;

    veda dini birinci bin yılın başından itibaren gelişme süreci içinde yerli öğelerle etkileşerek hint dinine dönüşmüş. hint tufan öyküsü de bu süreç içinde oluşmuş. hint tufan kahramanı manu. manu'nun daha önce iyilik yaptığı bir balık ona bir tufan olacağını, bir gemi yapmasını söyler. (bu balık muhabharata destanında tanrı brahma ile özdeşleştirilmiştir.)
    manu, balığın önerisine uyarak bir gemi yapar. tufan olunca manu, tekneyi balığın boynuzuna bağlar. balık gemiyi ağ tepesine götürerek tufandan kurtarır. tufan sonu yalnız manu kurtulur, o da teşekkür için sulara ekşi süt ve tereyağı döker. bir yıl sonra sulardan bir kadın çıkar ve her ikisinden insanlar ürer ve onlar insanların atası olur.

    iran efsanesinde;

    bu efsane zerdüşt dinin ilk kitabı olan avesta'nın ilk bölümü vendidad'da bulunuyor.
    ilk insan olan yima 'ya (sonradan çemşit olmuş) tanrı ahura mazda yeryüzünde yaşamını başlatma görevi verir. yima ölüm, hastalık, yoksulluk, aşırı sıcak ve soğuk olmayan bir yerde kral olur. ancak ahura mazda 'nın yarattığı insanlar öyle çoğalır ki; yeryüzünü 3 defa genişletmek zorunda kalır. sonunda ahura mazda yima'ya öldürücü bir soğuğun geleceğini, yer altına kare şeklinde bir sığınak yapmasını, içine yeryüzünün en iyi kadın ve erkeğinin, bitkisini, hayvanlarını, tohumlarını koymasını söyler. kare şeklindeki sığınağın avlusu, balkonu ve pencereler ve ışığı var. yima sığınağı yapar, içine her canlı türü ile ateşi koyar. ahura mazda, yima'ya ölümsüzlük vermek ister ama o kabul etmez. bu öykü i.ö. 6 . yy'da meydana çıkan zerdüşt dininden önce anlatılmış olmalı deniyor. bu din iran'da siyasal egemenlik medlerden perslere geçince başlıyor. medler büyük bir olasılıkla türk'tüler.

    türkmen efsanelerinde:

    gök tüylü bir teke 7 gece 7 gün dünyanın dört bucağını dolaşarak bir tufan olacağını insanlara duyuruyor. bundan sonra 7 gün dağlar ateş püskürüyor. 7 gün yağmur, dolu ve kar yağıyor. 7 gün tufan kopuyor, ondan sonra korkunç soğuklar başlıyor. 7 kardeşe tufanın kopacağı bildiriliyor. onların en büyüğünün adı erlik, diğerinin adı ülken imiş. onlar 7 kardeş olarak bir gemi yapıyorlar ve her hayvandan bir çift gemiye alıyorlar. tufan bittikten sonra bir horozu suya bırakıyorlar, soğuktan hemen ölüyor. sonra bir kazı suya bırakıyorlar, geri gelmiyor. üçüncü kez kargayı bıraktıklarında o da gelmeyince 7 kardeş karaya yanaştıklarını anlayarak gemiden çıkıyorlar.

    (altayların destanlarında ise şöyle;)

    ülken dünya üzerindeki noma adlı bir adama tufan olacağını söyleyerek gemi yapmasını bildirmiş. noma'nın balıksa, savrul ve zoozunuul adında üç oğlu vardı. bunlar bir dağın tepesinde bir gemi yaptılar. içine insan ve yaratıklardan birer çift aldılar.

    kazak efsanesinde:

    turan ovasında ilk olarak meydana gelen türü-ilk'ler, bu ovada mutlu yaşarken ademoğullarının işledikleri günahlar yüzünden burayı su basıyor. bunu gören nuh, kızılorda'nın karmakçı ilçesine yakın aral gölünün doğusundaki kemi salgan (gemi yapılan yer) denilen yerde gemisini yaptırarak halkı arasında kendisine inananları ve hayvanlardan birer çift alarak kemi salgan'dan turan denizinin yükselmesiyle hareket ederek aral, hazar denizinden geçip cudi dağına konuyor. tufandan sonra kurtulan nuh'un torunlarından türü-ilk ata tekrar gemi ile geri gelerek kazıkurt dağına inmiş. burada tufandan arta kalan türü-ilk'leri toplayarak onlara hayatı öğretmiş.

    tevrat, tekvin bab 6-9 'da:

    insanlar fena halde bozulmuşlar. rab onlara kızarak hepsini yok etmeye karar veriyor. onlar arasında nuh, rab'ı tanıyan ve onun yolunda giden biri olduğundan rab ona, insanları yok etmek için bir tufan yapacağını, kendisine bir gemi yapmasını söylüyor ve geminin nasıl yapılacağını, içine kendine inananları ve hayvanlardan birer çift almasını söylüyor. nuh söylenenleri yapıyor. tufan 40 gün 40 gece sürüyor. yeryüzünde her şey yok oluyor. sular ancak 150 gün sonra azalıyor. gemi 7. ayda ve ayın 17. gününde ararat dağına oturuyor. tekrar 10 ay bekliyorlar ve ayın birinci gününde dağların başı görünüyor. 40 gün bittikten sonra, nuh bir kuzgun salıyor dışarı, sonra güvercin, hepsi geri dönüyor, kurbanlar kesiyor nuh. rab hoş kokuları duyunca bir daha tufan yapmamaya karar veriyor. nuh ve nuh'ûn üç oğlu ham, sam ve yafet gemiden çıkıyorlar. bundan sonra insanlar nuh'un soyundan ürüyor, nuh 350 yaşında ölüyor.

    kur'an 'da:

    kur'an'da bu olay çok yüzeysel yazılmış. ankebût suresi'ndeki çeşitli ayetlerin çoğu, nuh'un, kavmi ile olan inanç problemleri ile ilgili. "tufan" kelimesi yalnız bir kere geçiyor. tufan ile ilgili ayetler sırasıyla şöyle:a'râf suresi, ayet 59:

    "ant olsun ki, nuh'u elçi olarak kavmine gönderdik. dedi ki, 'ey kavmim allah'a kulluk edin, sizin ondan başka tanrınız yoktur. doğrusu ben üzerinize gelecek azaptan korkuyorum."'

    yunus suresi, ayet 73:

    "yine de onu yalanladılar. biz hem onu, hem de gemide onunla beraber bulunanları kurtardık ve onları halifeleri kıldık. ayetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. bak, uyarılanların sonu nasıl oldu."

    hûd suresi, ayet 36-44:

    "nuh'a vahyolundu ki, artık kavminden iman etmiş olanlardan başkası asla inanmayacak. öyle ise onların işlemekte olduklan günahlardan üzülme. bizim gözlerimiz önünde bildirdiğimiz gibi gemiyi yap ve zulmedenler hakkında bana söyleme, çünkü onlar mutlaka boğulacaktır. nuh gemiyi yaparken kavminden ileri gelenler her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. dedi ki, 'eğer bizimle alay ediyorsanız, iyi bilin ki, siz nasıl alay ettiyseniz biz de sizinle alay edeceğiz.' nihayet emrimiz gelip sular kaynayınca nuh'a dedik: 'her cinsten birer çifti ve aleyhinde hüküm verilmiş olanlar dışında, aileni ve iman edenleri gemiye yükle.' pek az kimse onunla birlikte iman etmişti. nuh dedi ki, 'gemiye binin, onun yüzüp gitmesi de, durması da allahın izniyledir.' gemi dağlar gibi dalgalar arasında olanlarla birlikte yüzüp gidiyordu. nuh gemiden uzakta bulunan oğluna 'yavrucuğum bizimle beraber bin, kâfırlerle beraber olma diye seslendi. oğlu 'beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım' dedi. nuh, 'bugün allahtan başka koruyucu yoktur' dedi. aralarına dalga girdi. oğlu da boğulanlara karıştı. 'ey yer, suyu yut, ey gök sen de suyu tut!' denildi. su çekilip azaldı, iş bitti, gemi cudi'ye oturdu. 'haksızlık yapan millet allah'ın rahmetinden uzak olsun' denildi."

    mü'minûn suresi, ayet 26-29:

    "nuh, 'rabbim beni yalancı çıkarmalarına karşı bana yardım et!' dedi. bunun üzerine ona şöyle vahyettik: 'gözcülüğümüz altında ve bildirdiğimiz şekilde gemiyi yap, bizim emrimiz gelip sular kaynayınca her cinsten birer çifti, içlerinden daha önce kendisi aleyhinde hüküm verilmiş olanlar hakkında bana hiç yalvarma. zira onlar kesinlikle boğulacaklardır. sen yanındakilerle o gemiye yerleştiğinde 'bizi zalimler topluluğundan kurtaran allah'a hamt olsun' de ve de ki, 'beni bereketli bir yere indir, sen konuklatanlann en hayırlısısın!"'

    şuarâ suresi, ayet 117-120:

    "nuh, 'rabbim! kulum beni yalanladı. artık benimle onların arasında sen hükmünü ver, beni ve beraberimdeki inananlan kurtar!' dedi. bunun üzerine biz onu ve beraberindekileri yüklü geminin içinde kurtardık, geri kalanları suda boğduk."

    ankebût suresi, ayet 14, 15:

    "ant olsun ki, biz nuh'u kendi kavmine gönderdik de, o, 950 yıl onların arasında kaldı. sonunda onlar zulümlerini sürdürürken tufan kendilerini yakalayıverdi. ama biz nuh'u ve gemide olanları kurtardık ve bunu âlemlere ibret kıldık."

    zâriyât suresi, ayet 46:

    "bunlardan önce de nuh kavmini helak etmiştik. çünkü onlar da yoldan çıkmış bir kavimdiler."

    yâsîn suresi, ayet 41-43:

    "onlara bir delil de, soylarını dolu bir gemiye taşımamız ve kendileri için bunun gibi daha nice binerleri yaratmış olmamızdır. dilesek onları da suda boğardık, ne kurtaran bulunur ne de kendileri kurtulabilirdi."

    görüldüğü gibi aynı hikaye, çeşitli kültür ve inanç sistemlerinde böylesine değişikliklere uğramış.
    uygarlaşmanın gereği olan kültürel alışverişin,-hatta savaşlar dahil- inanç sistemlerinde böylesine yakınlaşmasının, günümüz çarpışma ve itişmelerine, din ve ırk farklılıklarının doğurduğu gerilimlere bir cevabı olmalı. o da başka entirinin konusu. bu konuda devam etmeyi düşünüyorum.

    kaynaklar:
    bilim ve ütopya, sayı: 142
    http://www.islamiyetgercekleri.org/tufan.html
    http://www.geocities.com/…eragnostic/nuh_tuhani.htm
    http://portal.ateizm.org/…de=thread&order=0&thold=0
  • "sümer'de bereket kültü nasıl ve niçin doğmuştu?" sorusundan başlayıp sümer'deki kutsal evlenme törenleri 'nin sonraki ibrani dinlere nasıl etki ettiğinden söz ederek 'mitosların uygarlaşma ve insanlaşma süreci' ne bugünkü katkımı da gerçekleştirmiş olayım;

    sümer ekonomisi tarım ve hayvancılık üzerine kurulmuş olup, ürünler ne kadar bol olursa halkın zenginliği ve rahatı da o kadar çok olurmuş. ürünlerin bolluğu toprağın ve dölyatağının ve­rimli olmasına bağlıymış. bu da cinsel istek ve güç ile ola­bilecekti. sümerliler cinsel güce "kalbin suyu" demişler.

    3000 yıllarında, sümer düşünür ve din bilimcileri, sümer'in önde gelen şehirlerinden uruk'un baştanrıçası olarak kabul ettikleri sevgi kaynağı, çekici ve fettan inanna'yı kralları ile evlendirirlerse, onların verimlilik gücünün ülkelerine bolluk ve bereket getireceğini düşünmüşler. bu yüzden sümer kral lis­tesine göre, uruk'un dördüncü kralı dumuziyi çoban tanrısı ya­parak tanrıça inana ile evlenmek üzere seçmişler. bundan sonra sümer'in şair ve ozanları bu konuyu, bazıları açık saçık olan yüzlerce satırlık şiirlerle anlatarak, çalgılar eşliğinde söyleterek dinlerinin önemli bir töresi haline getirmişler.

    kutsal evlenme öyküsü şu bölümlerden oluşuyor:

    1) tanrıça'nın dumuzi'yi koca olarak seçmesi.
    2) evlenmeleri.
    3) tanrıça'nın yeraltına gitmesi.
    4) tanrıça'nın yeraltından kurtulup yerine kocası dumuzi'yi göndermesi.
    5) kocasını baştan çıkaran kızın öldürülmesi.
    6) dumuzi'nin yeraltından kaçması.
    7) dumuzi'nin rüyası.
    8) dumuzi'nin tekrar yeraltına götürülmesi.
    9) dumuzi'nin kız kardeşi tanrıça geştinanna'nın, kardeşi yerine yarım yıl yeraltında kalmayı kabul ederek, dumuzi'yi yarım yıl için kurtarması.
    10) her ilkbaharda yeraltından çıkan dumuzi ile inanna'nın birleşmesi.
    11) bu birleşmenin, ülkenin kralı ile yüksek düzeyde bir ra­hibenin evlenmesiyle sembolize edilmesi ve bununla başlayan yeni yıl için kutlama şenlikleri.

    bu evlenmeye ait birbirinden değişik şiirler var. bunlar ya çeşitli ozanlar tarafından ya da çeşitli çağlarda yaratılan şiirler. bunlardan birine göre, inanna ile çiftçi, çoban, balıkçı ve kuş avcısı evlenmek istiyor. inanna, evlenmeye hazır olunca onları çağırıyor. çiftçi gelirken henüz biçilmiş arpa, çoban taze süt ve kaymak, avcı çeşitli kuşlar, balıkçı da sazan balığı getiriyor. tanrıça, bunların içinden çoban tanrısı dumuzi'yi seçiyor. başka bir şiire göre, inanna'nın kardeşi güneş tanrısı utu, kardeşine dumuzi'yle evlenmesini öneriyor. tanrıça, önce çiftçi enkimdu ile evlenmek istiyor, sonradan dumuzi'yi seçiyor.

    dumuzi sevgilisinin kapısında kapının açılmasını beklerken, inanna, annesi tanrıça ningal'e ne yapması gerektiğini soruyor. o da kızma, bu adamın iyi bir koca olabileceğini, giyinip süslenip kapıyı açmasını söylüyor. tanrıça söyleneni yapıp kapıyı açıyor. dumuzi kapıda onu ay gibi parlak görünce sarılıp öpüyor ve övgü dolu sözler söylüyor. tanrıça da kadınlık organını gök teknesine, yeni doğan aya, sürülmemiş tarlaya ben­zetiyor ve sürülmemiş bu tarlayı kimin süreceğini soruyor. du­muzi kendisinin süreceğini söylüyor. bundan sonra düğün hazırlıkları başlıyor. bir şiire göre tanrıça için taze hurma top­lanıyor. inanna, kraliçelik hazinesine sokuluyor. kendisine yaraşacak çeşitli mücevherler seçiyor. giyinip süsleniyor. her tarafına güzel kokular sürüyor. gözlerini kömürle boyuyor. diğer taraftan lacivert taşlarla süslü, beyaz çarşaflı bir yatak hazırlanıyor. yatağın etrafına sedir kokuları serpiliyor. inanna kraliçelik yatağına davet ediliyor. o yatağı açıyor ve sevgilisini, "yatak hazır, yatak seni bekliyor" diyerek yatağa çağırıyor. du­muzi, bir elini inanna'nın kalbine koyarak "el ele uyumak tatlıdır, kalp kalbe uyumak daha tatlıdır" diyor. inanna, dumuzi'nin kendisine yaptıklarını anlatıyor: sevimli eliyle kalçalarını, saçlarını okşuyor. elini kadınlık organına koyuyor. kara teknesini kremle doldurarak onu seviyor. daha sonra inanna "birlikte olmaktan zevk duyduk, o benimle neşelendi, benim tatlı sevgilim kalbime yaslanarak dil oyunlarıyla elli defa yaptı" diyor. büyük bir aşk ve zevkle başlayan bu evlilik ne yazık ki, inanna'nın yeraltı dünyasına gitmesi ile acı bir duruma dönüşüyor. şiir tarzında yazılmış bu uzun öyküde, inanna, yeraltı tanrıçası olan kız kardeşi ereşkigal'i görmeye gider. ereşkigal, inanna'nın yeraltı dünyasına sahip olmak istediğini düşünerek yeraltı kuralına göre onu bir cesede dönüştürür. diğer taraftan kardeşinin kocası dumuzi'yi baştan çıkarsın diye, yeryüzüne bir kız gönderir. tanrıça, veziri ninşubur'un yalvarmasıyla bilgelik tanrısı enki tarafından kurtarılırsa da, yerine birini bırakması gerekmektedir. inanna, yanında cinlerle, yerine birini bulmak üzere şehir şehir dolaşmaya başlar. gittikleri yerlerdeki tanrılar, inanna'nın ye­raltında kalmasının üzüntüsüyle çuval elbiseler giymiş, tozlar içine bulanmışlardır. tanrıça kıyamaz hiçbirini vermeye. nihayet uruk şehrine geldiklerinde, kocasını en iyi giysiler içinde, başında tacı ve kucağında bir kızla tahtında kurulmuş olarak gören tanrıça, birdenbire çok kızarak "alın götürün bunu!" der. cinler, dumuzi'yi yakalar; döverek, hırpalayarak, sürükleyerek yeraltına götürürler. kızı da tanrıça öldürtür. dumuzi, orada güneş tanrısı utu'ya kendisini kurtarması için yakarır. o da dumuzi'nin elini ayağını yılana çevirerek kaçmasını sağlar. fakat, cinler arkasını bırakmazlar. kardeşinin evine saklanır, orada tanı yakalanacağı zaman kırlara kaçar. kardeşine onun yerini söylemesi için işkence yaparlarsa da, söylemez. dumuzi, kırda uyurken bir rüya görür. rüyasını, rüya yorumlayıcısı olan kardeşi tanrıça geştinanna'ya anlatır. o da büyük bir üzüntüyle onun yine yakalanacağını söyler. gerçekten de yakalanıp yeraltına götürülür. yaptığına çok pişman olan, fakat kocasının cezasız kalmasını istemeyen inanna'nın yardımıyla geştinanna, tanrılar meclisinden kardeşi yerine yarım yıl yeraltında kalmayı isteyerek, yarım yıl kardeşinin yeryüzüne çıkmasını sağlar. dumuzi, yeryüzüne bahar zamanı çıkarak karısıyla birleşir. işte bu birleşme sunucu yeryüzünde bütün bit­kiler yerden fışkıracak, hayvanlar yavrulayarak, yumurtlayarak çoğalacak, her tarafa bereket gelecek diye düşünmüş sümer din­cileri ve o günü yeni bir yılın başlangıcı olarak kabul etmişler.
    bu birleşmeyi, ülkenin kralıyla yüksek düzeydeki bir rahibeyi her yeni yılda büyük şenliklerle evlendirerek sembolize etmiş­lerdir. törenlerde tanrıça yerine geçen rahibe, tanrı yerine geçen kralın birbirlerine söyleyecekleri sevgi, aşk, tutku dolu şiirler yazılmış, bunlar çeşitli çalgılar eşliğinde çalınmış, söylenmiştir.

    bu şiirler, tevrat üzerinde çalışan bilginleri yüzyıllar boyu büyük bir meraka düşüren bir konunun aydınlığa çıkmasını sağlamıştır. tevrat'ta "süleyman'ın şarkılar şarkısı" bölümünde çok sayıda açık saçık aşk şiiri vardır. "bunlar tarih değil, dinle de ilgili görülmüyor, neden bu din kitabında bulunuyor?" sorusu araştırmacıları devamlı düşündürmüştür. kilise papazları isa'yı seven, kiliseyi sevilen, ibraniler ise yahve'yi seven, israil'i sevilen olarak yorumlamışlardır. 19. yüzyılda ise, bunun, filistin düğünlerinde yapılan törenlerle ilgili olduğu söylenmiştir.

    kutsal evlenme şiirleri, özellikle bu yüzyılın ikinci yarısından sonra okunup çözüldükçe, bunların "süleyman'ın şarkılar şarkısı" bölümündeki şiirlere çok benzediği görülmüştür. bu bölümün tevrat'ın en son elden geçişinde bile çıkarılmaması, israil'de be­reket kültü etkisinin henüz tamamıyla silinmediğini gösteriyor. öykünün izleri ugarit, finike, kenan ve yunan efsanelerinde de bulunmaktadır. israil'e mezopotamya'dan doğrudan doğruya ve suriye yoluyla geçmiştir bu kült. kutsal evlenme törenleri islam dünyasında da iz bırakmıştır.
    hıristiyanlar arasında isa'nın yeryüzüne çıkması, bereket getirmesi inancına dayanan ve yumurtalarla kutlanan, al­manya'da ostern, ingiltere'de easter yortusuyla, halkımız arasında hızır ile ilyas peygamber'in birleştiği düşünülen hıdrellez şenlikleri bu kutsal evlenme töreninin bir uzantısı sayılabilir. takvimimizde yer alan temmuz ayının adı da dumuzi'den gelmektedir. (muazzez ilmiye çığ, inanna 'nın aşkı)

    çok değerli bilimkadını muazzez ilmiye çığ hanımefendi'ye sevgiler.
  • din kavramının da bizzat dönüşüm sürecidir.
    bir örnek de roma 'nın büyü ritüellerinin yaygın bir şekilde geçerli olduğu krallık döneminden;
    religio, -onis (f) teriminin latincede manaları şöyledir; dinsel bağlılık, korkuyla karışık saygı, hürmet, ihtiram, huşu, haşyet,din, batıl itikat, boş inanç, vicdani neden, vicdanlılık, kutsallık, kutsal olma, mukaddeslik, saygı nesnesi ya da konusu, kutsal yer, dinsel tören, dinsel kurallara uyma, tanrılara karşı görev, tanrı korkusu, dinsel yükümlülükler, dinsel inanç, dinsel sistem, tapınma biçimi, kült

    bu terim üzerinde niye durdum, şimdi anlayacaksınız;
    kelimelerle oynayarak, kökleriyle, ekleriyle savaşarak, bozuşarak, kimi zaman istediğimizi alamayarak, bazen "hah buldum süpermiş ya.." diyerek mutlu olarak bazı sonuçlara vardım. şöyle ki; latincede 'reli-' diye başlayan ifadelerde tutunma veyahut bırakma anlamları mevcut, birkaç örnekle bunu göstereyim;

    relictio, -onis (f): bırakma, terk etme
    religatio, -onis (f): bağlamak, bağlayıp kapamak
    religiosus, -a, -um: dindar, sofu, dinsel, dine ait, boş inançlı, batıl itikatlı, vicdanının sesini dinleyen, insaflı, kutsal, mukaddes
    religo, -are: bağlamak, arkadan bağlamak, zincire vurmak
    relino,-ere: mührünü bozmak ya da çıkarmak
    relinquo, -ere: terketmek, bırakmak, vasiyet etmek, vazgeçmek, savsaklamak, aldırmamak, ihmal etmek
    reliquiae- arum: artıklar, bırakılmışlar, kalan şeyler
    relliquus: kalan, bırakılan
    ..

    üç aşağı beş yukarı kelimeler bunlar, görüldüğü gibi birçok batı diline değişik şekillerde geçmiş olan din kelimesinin kökü burada.

    ingilizce, ispanyolca, fransızca; religion
    portekizce religiao
    italyanca religione
    ..

    aslında yukarda verdiğim latince religio terimi, eski roma'da şöyle kullanılmaktaydı; romalılar uğursuzlukla yüklü olduklarından (tabu) sakınılması gereken yerlere ve günlere loca religiosa yani türkçesiyle mezarlar, yıldırım düşmüş yerler ve dies religiosi adını veriyorlardı. bu bize religio ile bundan türemiş sıfatın yani religiosus 'un , tanrıların ortaya çıkışından daha önceki bir zamanda doğduklarını göstermektedir. zira o dönem büyü ritüellerinin egemen olduğu bir dönemdi, carmen bonum yani iyi niyetli büyü ve carmen malum yani kötü niyetli büyü yanında, religio kelimesinin başlangıçta tabu kavramıyla sıkıca ilintili olduğunu ya da doğrudan tabu 'nun kendisini bildirdiğini kavrayabiliriz.

    not: tabi başlangıçta verdiğim religio teriminin manaları içindeki tanrısallıklar, sonraki dönemde rayına oturmuştur diyebilirim. zira benim burada asıl üzerinde durduğum dönem roma 'nın i.ö. 753 den önce ve sonrasındaki krallık dönemidir.

    edit @: sadece terim olarak ufak bir bilgiydi bu; din ritüellerinin kültürlerarası yolculuğuyla alakalı muazzez ilmiye çığ hoca 'nın sümerlerden tek tanrılı dinlere uzanan bilgi yoluculuğuna bir göz atalım;

    ".. sümer dini çok tanrılı bir dindi. fakat inanç ve dini işlemlerde tek tanrılı dinlere büyük etkileri olduğu anlaşılıyor.

    tanrı’nın yaratıcı ve yok edeci gücü, tanrı korkusu, insanların tanrı tarafından yargılanması, tanrılara yaranmak için kurbanlar verilmesi, törenler, dualar, tütsüler, ilahiler, çalgılarla tanrı’yı sevindirmek, iyi ahlaklı, saygılı olmak ve temizlik sümer inanışlarının temeli idi. bunlar tek tanrılı dinlere geçmiş. sümerlilere göre tanrılar şehirleri ve bütün kültür varlıklarını meydana getirip insanlara vermişlerdir. aynı düşünceyi kuran’da da buluyoruz. allah’ın insanlara elbiseler yaptığı (araf: 26), dağlara barınaklar, sıcaktan koruyacak elbiseler, savaştan koruyacak zırhlar (nahl: 81) ve gemileri (yasin: 82) yaptığı yazılıyor. sümer’de tanrılar ‘ol’ deyince o şey olur. yasin: 82’de ‘allah’ın yaratmak istediğine ‘ol’ demesi yeterlidir.’ denmektedir.

    sümer’de tanrılar istediklerini yok ederler. ordular tanrılarındır. aynı düşünceyi kuran’da da (enfal: 17) savaşta insanların değil, allah’ın öldürdüğü, atılan öldürücü silahların allah tarafından atıldığı yazılı.

    sümer tanrıları kızarsa kendi ülkelerini bile yakıp yıkarlar. tevrat’da, yahve’ (yehova) nın insanlara kızarak onlara yok edici felaketler verdiği, komşu devletleri israil’in üzerine saldırttığı bildirilmektedir. kuran’daki birçok sure içinde allah’ın çeşitli milletleri nasıl yok ettiği sayılmaktadır. bunların bazıları kasırga, bazıları dondurucu soğuk ile ortadan kalkmış (ankebut: 38, furkan: 38, hace: 44, akkaf: 27, muhammet: 13, fussilet: 13 bunlardan birkaçı).

    sümer tanrılarının gök yüzünde duku denilen toplandıkları yerleri, kürsüleri vardı. israillilere göre de tanrı’nın gökte sarayı ve etrafında bir çok yarattıkları var. kuran da 26 ayette allah’ın arş’da, etrafında melekler, cinlerden oluşan bir toplulukta oturduğu yazılı. arş’da saray demek.

    sümer’de krallar yeryüzünde tanrıların vekili sayılıyor. islam’da da halife allah’ın gölgesi, vekili idi. papa da öyle. islam’a giren kadınların başlarını örtmeleri sümer mabed fahişelerinin simgesiydi.

    sümerliler dünyadaki olayların ve tanrı isteklerinin yıldızlarda yazılı olduğuna inanırlardı. buruç: 17-18, neml: 75 ayetlerinde kuran’ın ve diğer olayların gökte levh-i mahfuz’da yazılı olduğu bildiriliyor.

    sümer’de sosyal adaleti koruyan tanrıça senede bir kez insanları, o yıl içindeki davranışlarını göre yargılar. bu inanış islam’a şaban ayının on beşindeki beraat kandili olarak girmiş. sümerliler dini törenlerini ayın görünüşüne göre yaparlardı. tek tanrılı dinlerde de öyle. sümer’de her şahsın ve ailesinin kendilerine özgü bir tanrısı vardı. onun görevi onları korumak isteklerini büyük tanrılara iletmekti. kuran’da (kaf: 17-18) ‘hiç kimse yoktur ki, onun üzerinde bir koruyucusu ve denetleyicisi bulunmasın’ denmektedir." kaynak: uluslararası dördüncü türk kültürü kongresi

    not: altay'ın uyarısıyla sure isimlerinde bir düzeltme yaptım.
  • düşün ve tartışma faaliyetlerinin öğretici kimliği bir kenara, ki inandığım bir şeydir fakat bilgisizliğin doğurduğu bilgi varmış hüviyeti, kişileri ve tartışmaların boyutunu yanlış yönlendirmesin diye, olabilecek güzel bir örnektir; ayrıca muhteşem bir karakteristiği daha var; yanlış bilgi, eksik bilgi, hatta bilgisizlik sunulacak ki, bilgi verme işlemi beri yandan, hangi engebeli yolda, hangi konulara cevap veyahut çözüm ve hatta veri ortaya koyabilecek bu konuda yardımcı olabilecek, işte tam bu söylediğim için muhteşem bir örnektir 'mitoslarin uygarlasma ve insanlasma sureci'

    şimdi gelelim şu eksik bilgilere ayar çekmeye, düzeltmeye;
    mitos insanın doğasına aittir, "mitoslarıyla birlikte yaşayan insan için mitoslar yoktu." ifadesini kullanabilmek için iki veriye bakmamız lazım;
    a) tarihsel kimliklerinde insanların gelişimleri b) edebi açıdan o insanlar tarafından ortaya konan eserler
    örnek; hatta öyle bir örnek ki; mısır - yunan ve roma mtiolojilerinin aralarındaki kültür alışverişleri, hatta tanrı alıp tanrıça vermeler, herodotos'dan kavradığımıza göre; en basitinden etrüsk sektörünün, asia minor'den çizme'ye taşıdığı yerel tanrıların zaten evvelden grek ve doğu kökenli olduklarını düşünürsek, italia'ya geldiklerinde bir de burada daha sonra bizim roma gizem dinlerine de malzeme ve çok ilginçtir roma gizem dinlerinin de ona malzeme olacağı ve romalılık virtus 'unun kaynağını oluşturacak olan (hatta ilerleyen yüzyılda imparatorluk kültü de bundan oluşacak.) karışım şöyle formülleştirilir;
    roma= etrüsk + birleşikten önceki kavimler + grek
    yani çok ilginçtir; zaten evvelden grek etkisindeki etrüsk tanrıları, bir de italya'da grek etkisinden muzdarip bir halde romalılık virtus'unu destekler, ona kutsi bir zemin oluşturur. şimdi bunları neden anlatıyorum; çok farklı şeyler değil, eğer bazı kavramları , bazı tarihsel süreçleri bilmezsek, mitoloji denen hikayeler bütününün formülünü bilmezsek, yanılgılara düşeriz; "mitoslarıyla birlikte yaşayan insan için mitoslar yoktu" ifadesi inanılmaz eksik bir ifadedir, başında sonunda başka cümleler tüketilmeli; zira her dönem için romalılar için mitoslar mevcuttu, bunları biliyorlar hatta bunları bildikten, romalılar gelişim felsefelerinde bu bildiklerine ve kutsal inançlarına dayalı virtus yani karakterlerinde tanrılarıyla şöyle yüzleşiyorlardı; do ut des. yani tanrılarına vermen için veriyorum diyorlardı mitoslarına dayanarak, tabi o döneme şu anki kafayla bakınca bunun manasını algılayabilmek imkansız hatta eksik bilgi vermeye sebeptir;
    zira bu sözlükte kaç defa yazdım bilmiyorum; vergilius 'un aeneis 'i bir mitolojik eserdir! tamam mı? herkes anladı mı, çok basit bu eser; aslında mitolojik bir eserdir, ama yazarı belli, hatta içinde günün roma yaşantısına ara ara pencere açıyor ozan, güncelliği de sabit. peki ya nasıl mitolojik bir eser olabiliyor? işte o kültür bilinmezse, buradan yani i.s. 2006 yılından olaya bakılırsa, yarım yamalak fikirler,sanki "hm evet bin yıllık bir açık yakaladım. bana mantıklı gelmiyor." tadında ortaya konabilir, bunu asla anlayışla karşılamıyorum, bilgisizlik olur öğrenirsin, ama eksik ve özla alakasız fikir teatilerini asla kabul etmiyorum.
    şimdi verdiğim örnekte; vergilius 'un yani yaşadığından emin olduğumuz adamın, roma 'nın yaşayan en büyük ismi augustus 'a prototip oluşturduğu, onun kültür reformlarına destek mahiyetindeki destanını homerik epikten çok ama çok farklı bir yere koymalıyız, nasıl olur da bu dönemin yaşayanları için mitos yoktu diyebiliriz, ya mitos 'un manasını bilmiyor, ya da bildiğini anlatamıyor, sorun burada.

    dedim ya hani vergilius etiyle kanıyla bir şair ve yazdıkları pragmatist bir felsefe güdüyor diye, onu geçtim, o fazlasıyla bildiğimiz bir hadise, emin olduğumuz, elimizde milyon tane komentar bulunduran bir eser aslında homeros 'dan sonraki süreci bilmemek de benzer yanılgılara düşürür insanı ona bakalım biraz, zira değişken hikayelerin, aktarıldıkça süslenmesi, halk türküleri olarak zenginleşmesi hatta bazen ilk halleriyle çelişmeleri söz konusudur. yani burada olabildiğince kaynak vermeye çalışıyorum ama bu kadar aşikar ve kabul edilmiş bir veriye de milyon tane kaynak vermem zaman kaybı ve abes olacaktır, onun yerine örnekler vermem daha mantıklı olacaktır;

    bakınız oidipus 'un ölümünü anlatan ve birbiriyle oldukça çelişen iki hikaye günümüze kadar gelmiştir; bunlardan birinde homeros, kahramanın bir kavga sırasında gururlu bir şekilde hayatını kaybettiğini söylerken; apollodoros ve hyginus ise, iokaste 'nin kadmea soyundan gelen kardeşi tarafından ülkeden kovulan oidipus 'un uzun yıllar kör bir dilenci şekilde sefil bir hayat sürdükten sonra attika 'daki kolonos 'a geldiğini ve burada erinysler tarafından öldürüldüğünü iddia eder. bu hikayenin değişmesi durumu bu ayrı konuşulur, taryışılır, bakın buradan neeye varacağız; oidipus 'un gözlerini kör etmesi, mitologlar ve psikologlar tarafından hadım olarak düşünülmüş, daha sonra achilles 'in eğitmeni olan phoiniks 'in, gözlerini oidipus gibi kör etmesi, iktidarsızlığı örtmek için yapılan bir pratik olarak algılanmış. peki bu hadım edişler (!) bize neyi anımsatıyor? hani mitosların (hesiodos, theogonia) insanlaşması manasızdı? uranos ve attis 'in hadım edilişlerinin, destanlara, homerik öykülere insanlaşarak yansımasının örneğidir bu verdiğim örnek. kaldı ki klasik çağda yazılan eserlerde bu durum, her ne kadar ahlaka karşı bulunsa da, olduğu gibi yer almıştır. hatta tekrar oidipus 'a dönersek; şehir tanrıçası urbis dea 'ya meydan okuduğu için lanetlenerek sürgüne gönderilen ve sefalet içinde geçen yıllardan sonra batıl inançlarının kurbanı olarak hayatını kaybeden biri olarak tasvir edilişi, homeros 'un oidipus tasvirinden yine çok uzaktır; çiğdem dürüşken hoca'nın üzerinde sık durduğu bir konu vardır; yunan düşüncesi bukalemun gibidir, renk değiştirir, yetinmez şekil değiştirir. yunan tragedyalarının, hatta komedyalarının roma 'ya uyuşmalarının da en temel sebebi budur. bakın hikayenin insanlaşma sürecine bir halka daha ekliyeyim; gerçi bu kadarı bile yeter, bu başlık altına daha çok ibret sarfetmek istiyorum başka entiriler yoluyla, ama yine de bir örnek daha vereyim;
    oidipus - theseus'un aksiyonlar bakımından benzeşmesi söz konusu olacak;
    oidipus'un, sisyphos gibi, anaerkil yaşam sistemini değiştirerek yerine ataerkil yapıyı yerleştirmeye çalışan, fakat bunda başarılı olamayan bir kral olabileceği de düşünülmektedir. bununla beraber farkı hikayeler incelendiğinde gerçekten de oidipus 'un anaerkil felsefeyi ortadan kaldırmak için uzun uğraşlar vermiş olabileceği muhtemeldir; zira thebai kralı, kızı antigone ile beraber yaptığı uzun yolculuktan sonra attika 'da, kral theseus tarafından toprağa verilmiştir. anlatılanlara göre; isthmoslu olan theseus da pallantid klanından gelen insanların yaşadığı atina 'da, oidipus yaptıklarına benzer bir şekilde ataerkil felsefeyi yerleştirmeye çalışmış , fakat uygulamalarına karşı gelen aristokratların kendisine verdikleri desteği çekmeleriyle hayatının son yıllarını thebai kralı gibi sürgünde geçirmişti. etkilenmeye bakınız iki söylence arasındaki.

    not: religio konusundaki yanlış saptamalara cevap bile vermem, çünkü bu bilgi eksikliğini benim gidermemle çok da faydalı fikirler çıkacağını sanmıyorum. bu kadar da geriye dönüş yapmıyayım, hiç de mütevazı takılmayıp, ufuk açıcı bilgilere devam edeceğim bir sonraki entirimde.

    bu entiride kullandığım kaynaklar:

    apollodoros
    hyginus
    robert graves, the greek myhts
    sophokles, oidipus

    not2: mitolojiyi yunan ve roma 'dan ibaret saymadığımın kanıtı yine kendi entirimdir:

    #9960704
  • halikarnas balıkçısı 'ndan (başka) bir alıntıyla daha bir şenlenen konu.

    " .. insanların mağralarda yaşayıp,taş aletler kullandıkları zamanda birer ilkel insan olan "neandertal" ve "kromağnon"lar anadolu'ya gelmişlerdi.neandertal ve kromağnon insanlar insan eti yiyen birer yamyam değil,av hayvanlarının etleriyle beslenen avcıydılar.taş devrine ait yamyam insanlar,iskandinavya'da,kuzey almanya'da ve ingiltere'de bulunuyorlardı. insanların tanrılar adına kurban edilmeleri,ya da farmakos olarak öldürülmeleri,yamyamlığa göre büyük bir aşamaydı. mısır'da insanlar kurban ediliyordu.her yıl güzel bir kız seçiliyor,kız çiçeklerle süsleniyor,nil ırmağının suları kabarmazdan önce,ırmağın yatağına saplanan bir kazığa bağlanıyordu.irmağın kabarmasıyla yükselen sular,yavaş yavaş kızın dizlerinden göğsüne çıkıyor ve biraz daha kabarınca başını örtüyordu.nil ırmağının felaket değil,bereket getirmesi için ona böylece bir güzel insan kurban ediliyordu. suriye ve filistinde yapılan kazılar sonunda ortaya çıkan mezarlarda,bellerinden kesilerek ikiye bölünmüş çoçuk ve genç iskeletleri bulunmuştur. bunlar tanrılara kurban edilmiş insanların iskeletleridir.karaciğerleri,kurban töreninden sonra rahipler tarafından muayene edilmek üzere ikiye biçilmişti.belki de anları kutsal maya olarak kullanılmıştı.rahipler ciğerlerdeki işaretlerden tanrıların gelecekteki niyetlerini keşfederlerdi.

    trakya ve yunanistan 'da da insan kurban edilmişitr.böylece anadolu'nun dört yanındaki ülkelerde insanların kurban edildiğini biliyoruz.anadolu'da insan kurban edildiğine dair herhangi bir efsane ya da bir belirtinin bulunmaması,buralarda insan kurban edilmediğini kanıtlamaz.belki de insan kurban edilmişti de,kalıntısı şimdiye değin bulunmamıştır.

    anadolu eski tarihinde,hep doğudan,özellikle akat ve sümer ülkelerinden gelen göçlerin etkisi altında bulunuyordu.bu nedenle, eğer anadolu'da insan kurban edilmişse,bu iş mutlaka anadolu'nun kuzey doğusundaki ülkelerde yapılan kurbanlar gibi insan kurban edilmiştir... kimbilir,belki de hiç kurban edilmemiş olabilir.

    isa'dan,aşağı yukarı beş bin yıl önce,yani mısır'da uygarlığın gelişmesinden çok önce,"uruk" ve "sümer" ülkesine yeni bir halk göçetmişti.göçebeler beraberinde çömlekçi döner masalarını da getirmişlerdi.sonra,döner tekerleklerini de getirdiler.dört tekerlekli arabalarına bir çeşit yaban eşeği koştular.taştan bina yapmak,bu halkın geleneklerindendi.taşları kum çöllerine taşımak zahmetine katlanarak,bunlarla binalar yaptılar.bunlardan başka,yüksek yerlerde tapınmak geleneğini getirdiler.mezopotamya ülkesinde yüksek bir tepe bulunmadığı için,önce toprakları yığarak,yağma tepeler yaptılar.bunlara zigurat deniliyordu.bu ziguratların yapma kutsal tepeler olduklarına hiç kuşku yoktur.dağ yapmak tekniği ilerledikçe,küçük tepeçikler yerine taraça üzerine taraça yaparak dev kuleler yaptılar.bu taraçalara,dağa benzesin diye ağaçlar diktiler.bu durum bir yandan "babil kulesi efsanesi"ne yol açarken,bir yandan da "asma bahçeleri"nin yapılmasına neden oldu.örneğin asurlu'lar zamanındaki asma bahçeleri gibi.bu bahçeler dünyanın yedi harikasından biri sayılır.

    yunanistan'ın bir tek olymposuna karşılık anadolu'da yirmiden çok olympos olmasının nedeni de böyle ortaya çıkmış olmaktadır. bunlardan çıkan diğer bir gerçek de:bütün dağ tanrıları olan olymposluların nereden geldikleridir.

    sümer ülkesinde yapılan kazılarda birçok "ölüm çukuruları" bulunmuştur.bunlar isa'dan önce yirmi dokuzunca yüzyıla aittir. yani,mısır'da ilk ehramın yapılmasından biraz önceye rastlar.mısır'daki ehramlar isa'dan önce iki bin altıyüz elli ve iki bin beşyüz yılları arasında yapılmıştır.ehramların neden dağ şeklinde yapıldığını ziguratlar ispat eder.firavunlar da birer tanrı sayılıyorlardı.

    sümer ülkesinde kazılar yapan "woolley" bu mezarları,daha doğrusu bu ölüm çukurlarını şöyle anlatıyor:

    "ölüm çukurlarının tabanı hep dizi dizi yatan insan iskeletleriyle örtülüydü.ölüm çukurlarının giriş noktasında yan yana altı erkek yatıyordu.biraz içerde ise yine yan yana yatan 68 kadın iskeleti vardı.kadınların hepsi de kırmızı saray elbiseleri giymişlerdi.ceketlerinin bilekleri boncukluydu.deniz "kışriyesi"nden,-kabaklı deniz hayvanlarından- yapılma kuşakları vardı.başlarında altın ya da gümüş süsler,kulaklarında ay şeklinde küpeler,gerdanlarında mavi taşlardan ve altından birçok gerdanlık vardı.içlerinde bir kız vardı ki;başına gümüş bağını takmamıştı. gümüş bağı cebindeydi.belli ki cenaze alayına-kendi cenaze alayı- katılmakta gecikmişti.bir yanda dört "harb" çalıcısı yatıyordu.onların yanında da bir bakır kazan duruyordu.bu ölülerin hepsinin yanlarında ve hatta bazılarının ellerinde su içmekte kullanılan bir çanak duruyordu.bu çanaklarla kazanın arasındaki ilişkiyi anlamak kolaydı.kral ya da kraliçenin ölümünden sonra ona hizmet etmiş olanlar sırayla ölüm çukuruna gelmişler ,zah metsizce ölmek için kazandaki uyutucu bir suyu içmişlerdi.bunların duruşlarında bir uğraşma ve direnme durumu görülmüyordu.

    ondan sonra bunların gövdeleri toprakla örtülüyor,toprak üzerinde dini bir tören,daha doğrusu bir şölen yapılıyordu.işte bu toprak taban üzerinde birkaç insan daha kurban ediliyordu.toprakla örtme,dini tören yapma,kurban etme işleri üç dört kez tekrar ediliyordu,ta ki ölüm çukuru dolsun.."

    bu konuda bir otorite şöyle yazıyor:

    "-bu çukurlarda gömülenler kral ya da kraliçe değil,buğdayı temsil eden "buğday tanrısı" ile ilkbaharı temsil eden "ilkbahar tanrıçası"dır.her yıl bunlar birbirleriyle evlendirilirlerdi.bunun üzerine sözüm ona o yıl bereket olurdu.kışın sonunda buğday tanrısı ile ilkbahar tanrıçası öldürülür ve ilkbaharda dişili erkekli bir çift buğday tanrısı ve ilkbahar tanrıçası seçilirdi.sümerliler tanrılar saydıkları yedi yıldıza birer gün adamışlar,böylece haftayı bulmuşlardır.

    bugün batıda haftanın günleri gezegenleri temsil eden tanrı adlarından gelmektedir.onun için "yedi" rakamı uğruludur.tanrı evreni yedi dünde yarattı.bir ay dört hafta ya da yirmi sekiz günden meydana geldiği için bir yıl on üç ay oluyordu.on üçüncü ayın sonunda buğday tanrısı ile ilkbahar tanrıçası,yeni gelen tanrı ve tanrıçaya yer vermek üzere kurban edilirlerdi.bu nedenle on üç rakamı uğursuz sayılırdı.

    hitit başkaneti boğazköy'deki yazılıkaya'da tanrıların yıllık evlenişini görüyoruz .fakat o sırada anadolu'da bu insanların kurban edildiğine dair bir delile rastgelinmemiştir.anadolu'da insan kurban edildiyse bile bunun pek eski zamanlarda meydana geldiğini söyleyebiliriz."

    yazıyı net ortamına atıp bana anımsatan arif 'e teşekkür ederim.

    http://www.latince.net/merhaba_anadolu.html
  • pelasg 'ların kökenine dair öne sürülen farklı düşüncelerin de örnek olabileceği bir sistematik olan 'mitoslarin uygarlasma ve insanlasma sureci' hususuna robert graves, o çok gümbürtü koparmış çalışmasında bakın neler diyor;

    " a. başlangıçta eurynome, her şeyin tanrıçası, khaos'dan çırılçıplak ortaya çıktığında, ayaklarını basacak sağlam bir yer bulamadığından gökyüzünü denizden ayırdı ve dalgalar üzerinde bir başına dans etmeye başladı. dans ederek güneye doğru gitti ve ardından hareket etmeye başlayan rüzgâr, yaradılışı başlatmaya vesile olacak yeni ve farklı bir görünüm aldı. eurynome etrafta gezinirken, bu kuzey rüzgârını yakaladı, elleriyle ovaladı ve aniden onun büyük yılan ophion olduğunu fark etti! eurynome, şehvete kapılan ophion a kutsal kol ve bacaklara dolanarak, onunla birleşmeyi arzulayana kadar ısınmak için çılgınca dans etti. böylece boreas olarak da bilinen kuzey rüzgârı' na bereket atfedildi;" üstad bunu bakın neye bağlıyor; "kısrakların arkalarını rüzgâra dönerek aygırların yardımı olmaksızın yavrulamaları bundandır. eurynome de bu şekilde gebe kalmıştır." (plinius, naturalis historia iv 35: homeros iliada xx, 223)

    b. daha sonra eurynome bir güvercin kılığına girerek dalgalar üzerinde kuluçkaya yattı ve tam bu sırada "evrensel yumurta"yı (bkz: universal egg) bıraktı. tanrıçanın isteğiyle çatlayıp ikiye ayrılana dek yumurtanın etrafında yedi kez dolandı. parçalanan yumurtadan çocukları yani var olan her şey ortaya çıktı: güneş, ay, gezegenler, yıldızlar, yaşayan canlıları, bitkileri, hayvan sürüleri, ağaçları, dağları ve nehirleriyle birlikte yeryüzü.

    c. eurynome ve ophion evlerini, ophion'un kendisini evrenin hâkimi olduğunu iddia ederek eurynome'yi kızdırdığı olympos dağı'nda kurdular. tanrıça bunun üzerine ophion'u derhal cezalandırdı; ökçesiyle kafasını ezip dişlerini kırdı ve onu yeraltındaki karanlık mağaralara sürgüne gönderdi. (apollonius rhodius, argonautica; tzetzes, on lycophron, 1191)

    d. daha sonra tanrıça eurynome yedi gezegen yaratıp her birinin başına bir titan ve titanid yerleştirdi: güneşe, theia ve hyperion'u; aya, atlas ve phoibe'yi; marsa, dione ve krios'u; merkür'e, metis ve koios'u; jupitere, themis ve eurymedon'u; venüs'e, thetis ve okeanos'u ve satürn'e de rhea ve kronos'u gönderdi. fakat ilk insan pelasglar'ın atası pelasgos'du. kendisini takip edenler gibi o da arkadya topraklarından ortaya çıktı ve diğerlerine meşe palamuduyla beslenmenin ve kulübe yapmanın yanı sıra, euboia ve phokis'de yaşayan fakir köylülerin hala giydikleri gibi domuz derisinden giyecek yapmayı öğretti. (pausanias, viii, 1.2)

    eski çağlara ait bu dini sistemde henüz tanrılar ve onların yeryüzündeki temsilcileri olan rahipler yoktu, sadece tanrıçalar ve onların rahibeleri vardı. kadın baskın olan cinsiyet, erkek ise karşı cinsin korkuttuğu bir kurban görünümündeydi. üreme rüzgâra, fasulye yemeye ya da kazayla bir böceğin yutulmasına atfedilen bir fenomen sayıldığından, babalık kavramı kabul görmemişti. miras, anaerkil sistemin gerektirdiği gibi, paylaşılıyor ve yılanlar ölülerin ruhlarını yeniden hayata taşıyan canlılar olarak kabul görüyordu. eurynome ("çok gezen") görünen ay kimliğiyle tanrıçanın unvanıydı; sümerler ilk çağlarda eurynome'ye lahu ("uçan güvercin") adıyla ibadet etmişler, fakat bu unvan yıllar sonra yaratan olarak yehova'ya geçmiştir. marduk'un yeni dünya düzenini başlattığı babil bahar festivali'nde sembolik olarak ikiye ayırdığı canlı da bir güvercindi.

    boreas olarak da bilinen ophion, musevi ve mısır mitolojilerinde kendisinden sık sık bahsedilen ve akdenizlilerin eski sanat eserlerinde genellikle tanrıça ile birlikte tasvir edilen ilahi bir varlıktır. ophion'un dişlerinden dünyaya geldiklerini iddia eden topraktan doğma pelasglar, çok büyük bir ihtimalle i.ö. 3500'lerde filistin üzerinden yunanistan'a göç eden neolitik çag painted ware insanlarıydılar. kyklades yoluyla anadolu'dan yunanistan'a gelen helenler, bu halkı yedi yüz yıl sonra peloponnesosu işgal ederken buldular. ne var ki zaman içerisinde "pelasglar" yunanistan'ın helenistik çağ öncesi yerleşkelerine verilen bir isim haline geldi. euripides (strabon'dan yapılan alıntı v. 2.4) bundan dolayı bahsedilen kavmin danaos ve elli kızının egemenliğindeki argos'a geldikten sonra "danaoi" / danaolar ismini benimsediğini ileri sürer. diğer kavimlere göre çok daha fazla zevk ve şehvet düşkünü olan bu insanlara gösterilen tepki (herodotos: vi. 137) muhtemelen helenistik çağ öncesinde geniş bir coğrafyaya hâkim erotik temellere oturtulan yaşam tarzının var olduğunu açıklar. strabon aynı metinde atina yakınlarında yaşayan insanların, pelargi ("leylekler") şeklinde adlandırıldıklarını söyler. belki de leylek bu halkın totem kuşuydu.

    olympos hiyerarşisinin henüz kurulmadığı dönemlerde yeryüzünün tek hakimleri olan titanlar ("devler") ve titanidler'in, kutsal gezegensel haftanın yedi gününü yöneten tanrılar oldukları erken
    babil ve filistin astrolojisinde de karşılıkları vardı. bunların i.ö. ikinci bin yılın başlarında isthmus boğazı'na yerleşen kenan ya da hitit kolonisi, hatta ilk hellen yerleşkeleri tarafından benimsenmiş olmakları kuvvetle muhtemeldir. bununla birlikte titan kültünün yunanistan'da zamanla ortadan kalkması ve yedi günden oluşan haftanın resmi takvimdeki yerini kaybetmesiyle birlikte onların sayılan, bazı yazarlar tarafından, muhtemelen zodyak işaretlerine uyum sağlasın diye on iki olarak ifade edilmiştir. hesiodos, apollodoros, stepharnus, pausanias ve daha birçok yazar tutarsız isim listeleri vermişlerdir. babil mitolojisi'nde haftanın gezegensel yöneticilerinden (ilahi haftanın yöneticileri), yani samas, sin, mergal, bel, beltis ve minib'den, yalnızca aşk tanrıçası beltis haricindekiler erkekti. alman izlerine rastladığımız ve keltler'in doğu akdeniz'den alman haftasına göre ise; pazar, salı ve cuma günleri diğer günlerden farklı olarak titanlar ve titanidler tarafından yönetilmekteydi. aiolos'un birbirleriyle evlenen kız ve erkek çocukları ile niobe'nin yaşadıklarını konu alan efsaneler göz önünde bulundurulduğunda bunların, tanrıçanın çıkarlarını korumak amacıyla bir titanid ile bir titan'ı eşleştirmek şeklindeki sistemin, filistin'den helenistik çağ öncesi yunanistan'ına geldiği zamanla örtüştüğü görülür. -bakın buraya dikkat- ne var ki kısa bir süre içerisinde "on dört" sayısı "yedi"nin karma refakatçisi bir konuma indirigenmiştir. sözü edilen gezegensel güçlerden: güneş, aydınlanmayı; "ay, büyüyü; mars, gelişmeyi; merkür, bilgeliği; jüpiter kanunu; venüs aşkı ve satürn de barışı yönetmekteydi. klasik çağ yunan astrologları, babil astrologlarıyla temelde uyumlu görüşler öne sürmüşlerdir, söz konusu gezegenler, helios, selene, ares, hermes (veya apollon), zeus, aphrodite ve kronos arasında paylaştırılmışlardır -ki bunların yukarıda verilen latince karşılıkları hali fransızca, italyanca ve ispanyolca'da haftanın gün isimleri olarak geçmektedir. " çok açık r. graves 'in de belirttiği gibi, özellikle ritüellerin, tanrılar öncesinden sonrasına hatta günümüze uzanan terimlerin mitolojiyle nasıl iç içe olduklarını görmekteyiz.

    robert graves sonuca bağlıyor; "sonuç olarak, söylencesel bir ifadeyle, zeus kendi eski kimliğini de taşıyan titanlar'ın varlığına onları yutarak son verdi -zira kudüs yahudileri, yedi kollu şamdan ve bilgeliğin yedi sütunu 'yla sembolize edilen kurama göre, haftanın gezegensel güçlerini elinde tutan transandantal bir tanrıya ibadet etmekteydiler. sparta'daki at mezarı'nın yanında bulunan yedi gezegensel sütun, fausanias'ın aktardığına göre, (pausanias: ii. 20. 9), eski devirlerin izlerini taşıyan bir tarzda süslenirdi. aynı şekilde bunların pelasglar'ın getirdiği mısır ritüelleriyle alakalı olmaları muhtemeldir (herodotos: ii. 57). söz konusu teoriyi ilk olarak yahudiler'in mısırlılar'dan mı yoksa mısırlılar'ın yahudiler'den mi aldığı tam olarak bilinmemektedir. ancak, a. b. cook'un kitabı zeus'da (zeus. i. 570 -576) bahsettiği meliopolitan zeus, nitelikleri açısından mısırlı'dır. burada zeus, göğüs kısmında yedi gezegensel gücü anlatan resimlerle, arka tarafında ise genellikle olymposlular'ı anlatan süslerle tasvir edilmiştir. ispanya tortosa ve fenike'deki byblos'da iki adet tanrının küçük bronz heykelciği bulunmuştur. marsilya'da bulunan mermer kalıntılarda, muhtemelen astroloji biliminin mucidi olarak bilinmesinden dolayı hermes'e ait tam boy bir figürün yanında, altı gezegene ait olan büstlere rastlanmıştır. her ne kadar byblos, (muhtemelen) tortosa ve marsilya'da gözlemlenen haftayla roma'da karşılaşılmasa da, burada iüppiter'in, quintis valerius soranus tarafından transandantal bir tanrı olduğu iddia edilmiştir, ne var ki gezegensel güçlerin hiçbir zaman resmi olympos kültü'nü etkilemesine izin verilmemiş, hatta bunlar tamamen yunanistan'a yabancı kavramlar olarak görülmüştür: aristophanes'in (barış 403 ff.) trygalos'a söylettiğine bakılırsa, ay ve "şu alçak güneş", yunanistan'ı barbar persler'in hakimiyeti altına sokmak için hain bir plan düzenlemektedir.

    pausanias'ın pelasglar'ın ilk insanlar olduğu şeklindeki ifadesi, neolitik kültürün arkadya'da klasik çağa dek varlığını koruduğunu gösterir. [robert graves, yunan mitleri]
hesabın var mı? giriş yap