• büyük depremlerin verdiği psikolojik yıkım öylesine büyüktür ki, 8 yıl sonra bile travma ve depresyonun izleri üzerinizde kalabilir. çocuksanız şanslısınız, çocuklarda bu etki bu kadar sürmüyor fazla etkilenmiyorlar ancak yetişkinlerin üzerinde bıraktığı yıkım çok korkunç.

    depremden etkilenen milyonlar var ülkede. 8 yıllık travma ve depresyo inanılmaz :(

    https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/28006696/

    bakın ben depremden sonra evde oturup kod yazmaya devam etmiş adamım bütün bina boşaltılmışken. ancak 2.depremden sonra ailemin içinde bulunduğu zorluklar yüzünden kendime gelebilmiş değilim. gelebileceğimi de sanmıyorum.

    ve bu korku gerçekten de deprem korkusu değil. depremden korkmuyorum, deprem sonrası yaşanılanlar berbat bir şey arkadaşlar. kimse yaşamasın onları. hele hele aileniz, değer verdiğiniz insanlar da o depremden etkilenmişse.
  • temelinde ölüm ve kaybetme olan korkudur.

    kendiniz için, temiz bir ölüm değil de enkaz altında uzuvlarınız kopmuş ya da kırılmış, ya da günlerce havasız bir şekilde kurtulmayı bekliyor olma düşüncesi insanı kötü yapar.

    sonrasında sevdiklerinizi kaybetme korkusu. onları koruyamayacak olma düşüncesi.

    en sonunda da evinizi, eşyalarınızı kaybetme korkusu.

    o kadar yaşama arzusu, ev alma telaşı, güzel ev eşyaları, kıyafetler almak falan hepsi bir yere kadar. tek bir fay hattı hareketiyle hepsi yok olabiliyor işte. ve elinizden bir şey gelmiyor. ne zaman olacağı, nerede olacağı belli değil.

    bu korkuyu tetikleyen üçüncü unsur da belirsizlik bence.
  • oturduğum apartmanın en üst katında* oturan, 1999 depremi sonrası inanılmaz bir deprem korkusuna kapılmış bir adam vardı.

    korkusunun boyutunu şöyle anlatacağım:

    adam kendi katının balkonundan, apartmanın bahçesine, emniyet kemeri tarzı bir zımbırtı gerdi. apartmanın önünde sallanan halatımsı bir şey vardı o zamanlar.

    sebebi sorulduğundaysa "deprem olursa kızımı da alırım kucağıma, bu halata başka bir şey geçirip atlarız balkondan. aşağı kadar ineriz. kızımla ben kurtulsak yeter. gerisine gerek yok," diyordu.

    işin ilginç yanı bu halatımsıda hiçbir yataylık bulunmamasıydı. tam olarak bahçe çimenlerine dik bir şekilde gerilmişti. yani itfaiyeci direği'nin daha esnek bir versiyonu gibiydi. 14. kattan, bahçeye yumuşak bir iniş hayaliyle düzenlenmişti.

    daha sonra apartman yönetimi tarafından kaldırıldı.
  • insanları kiriş altına saklanmaya götürecek kadar bilinçsizliğe yol açar. kiriş altına gitmektense dizlerin kilitlenmesine yol açanları daha makbuldür. deprem öncesi kaçış planı yapılmadığı takdirde deprem anında insanların çoğunun dizlerinin kitlenmesine yol açar bu arada. deprem anı hareketleri refleks benzeri hareketlerdir. tıpkı reflekslerde olduğu gibi önceden eğitilmeli ve zihne ne yapılacağı önceden öğretilecek geliştirilmelidir.
  • mimarların böyle bir saplantısı var mıdır bilemem ama belki meslek olarak daha fazla içinde oldukları için üzerinde çalıştıkları için kaygıyı daha yüksek yaşadıklarını düşünüyorum. geçen gün biriyle tanıştım kendisi mimar ve deprem olacağından çok emin, hayatını buna göre organize edip bu kaygıyla yaşayıp gidiyor. "bence olmayacak deprem falan, korkma " dedim, o kadar emin ki olacağından bi ton şey söyledi bana, kentsel dönüşümden köprü güçlendirmesine kadar her şeyin yakında deprem olacağı için olduğunu falan saydı durdu. mimar olmadığım için farkında değilmişim, bence kendisi mesleki deformasyon yaşıyor ya neyse, olmayacak ya takma kafana dedim en sonunda da eeeeh olcaksa olcak canım, hepimizi tehdit ediyor o zaman seni neden bu kadar korkutuyo relax pls dedim, sonunda da ne tatlı canın varmış amına goyima bağladım.
  • bununla ilgili yapılabilecek en müstesna tanım zaten yapılmış ("ahmet mete ışıkarayı popülaritenin doruklarına taşıyan korku"); daha fazla zorlamaya gerek var mı? yok. en iyisi tanımını aşıp, kendisine karşı ne gibi bir tutum içinde olabiliriz ona bakalım. deprem korkusu, beraberinde kendisine karşı, birbirine zıt iki tür tavır almayı gerektiriyormuş gibi görünüyor.

    a. yokmuş ya da hiç olmayacakmış gibi onu ihtimâl dahilinde tutmamak; böylece "deprem olduğunda en fazla ölürüm, ötesi nedir ki? zaten öleceğiz" gibi bir kabullenişe teslim olmak.
    b. onu her an olabilecek bir şeymiş gibi düşünüp, etrafı deprem olduğunda ihtiyacını duyacağımız kurtuluş önlemleriyle ve araç gereçleriyle donatmak.

    aslında birbirine tamamiyle zıt görünen bu iki tutum da deprem korkusuna karşı insanî refleksin neticesidir; her ikisi de insanın yararına olacak bir şeyi çekmesi, zararına olacak bir şeyi ise itmesiyle alâkalı. en nihayetinde insan, depremi (olasılığını aslında) sanki olmayacakmış gibi görmezden gelerek ya da örneğin tümüyle kendisine teslim olduğu ilahî bir düzenin aklî, gerekli parçasıymış ("bundan zarar gelmez, çünkü ilahî bir düzenin parçası; benim kötü diye bellediğim şey aslında kötü değildir; büyük resmi görmeliyim" düşüncesinde geçtiği gibi) gibi kabullenerek korkudan sıyrılmaya çalışıyor; karşıt tutumda da ona ilişkin duyduğu korkuyu yine kabulleniyor ancak bu sefer ona karşı aldığı önlemler (örneğin her daim yanında düdük taşıması) hayatının her anını (deprem her an olabilir, deprem korkusu varsa; bu her an için geçerlidir) kaplamak zorunda olduğundan bir noktadan sonra deprem korkusundan sıyrılma telâşı, deprem korkusunda sıyrılma telâşının büyüklüğünden sıyrılma telâşına dönse bile, bu takınılan tavır yine insana özgüdür. ben her iki tutumu da doğal karşılamakla birlikte, sanki alınan önlemleri de abartmamak gerekiyormuş gibi düşünüyorum. zira korkunun panzehirini hayatın asıl amacıymış gibi kabullenmeyi, örneğin düdük taşıma iradesini bile göstermeyi sanki beni yaşarken tümden ölüm enerjisiyle dolduracak bir tutummuş gibi görüyorum.

    öyle bir imge düşünün ki, gözünüzün önünde (ya da düdük örneğini düşünürsek, "çantanızda") olup "her an göçük altında kalabilirim" düşüncesini size hatırlatıyor olsun (bazen "unutmak" gerkli midir?). bu stoacıların ölüm korkusunu yenmek için onu olduğundan fazla abartmasına ve bu sefer de hakkından gelinmesi gereken "ölüm korkusu tabusu"nun oluşmasına benziyor. deprem korkusundan kurtulma telâşının bizi yaşarken ne gibi sıkıntılara sokacağını çözemeyebiliriz: her an çantasında ölüm düdüğü taşıyan bir kadına düdüğün gizemini sorduğunuzda "yani, işte göçük altında kalırsam diye yanımda taşıyorum, sesim duyulmazsa, yaşadığımı dışarıdakilere belli etmem gerekir" diye cevap verdiğini düşünün. insan zaten ölmeye yazgılı olduğunu biliyor, bir de üstüne her an "acı çekerek" ölebilecekmiş gibi önlemini alarak ölüm düdüğünü yanında taşıyor. bunu anlatırken bile insan yaşamaktan ziyade ölmeye yakın olduğunu hissedebilir kolayca. burada derdim sadece düdük değil elbette; ama deprem korkusuna ilişkin anlatmaya çalıştığım abartılı tavır takınışlara güzel bir örnek teşkil ediyor.

    deprem korkusundan ötürü yanında düdük taşıyanlar gibi "ölmek problem değil, göçük altında kalmak, acı çekerek ölmek istemem" diyenler de tanıdım; belki şu an bu yazıyı okuyanlar içinde de vardır böyleleri. ilkin kulağa çok mantıklı geliyor; 17 ağustos 1999 depreminden arda kalan en can alıcı sahneler genelde göçük altında kalanların kurtarılmasına ya da "canlı" kurtarılamamasına dönük olanlardı. sesini duyuramadan göçük altında acı çeke çeke diri diri, yavaş yavaş ölme ihtimali bu deprem korkusunun ana besleyicilerinden biri; belki de burada ölüm korkusunu da aşan, acı çekme korkusudur. hele ki tevekkülün bu denli anlamlı karşılandığı topraklarda yukarıda bir yerde dediğim gibi, ölümün de ilahî düzenin bir parçası (başka bir aleme kapı açılıyor ve insan varlığının devam ettiği düşüncesiyle "kaybolup gitme" korkusundan sıyrılıyor; ota, böceğe karışma ihtimali yani bedenle sınırlanmak, insan zihnindeki en büyük sıkıntılardan biri olsa gerek) olduğunun kabulü zaman içinde olan biteni tevekkülle karşılamayan insanları da sırf aynı pınardan beslendikleri için ölüme karşı dirençli kılabiliyor. ben bunu kültür ortamının kaçınılmaz sonucu olarak görüyorum; korkularımızı bile belirleyen tek tek yaşadıklarımız yanında aslında kültür yaşantımız da olmalıdır. böylece acıya karşı direnç, ölüme karşı direncin önünde teslim oluyor. kişi de ölümden değil, acı çekmekten korktuğu için depremden korkuyor. böyle bir deprem korkusu gösteriyor ki, onu ilahî düzenin bir gereği olarak görsün ya da görmesin ölüme karşı direnç sahibi olabilen insan henüz bedensel acıyı küçümseyebilecek kadar, bu inancından aldığı kudretle, kendini uyuşturamıyor. stoacı epictetus'un nezdinde aktarılan "kolumu kırarsın" hikâyesindeki bedensel acıyı da küçümseyecek ölçüde ilahî düzenin bilincine varıştan burada bahsedemeyiz. bu da bizim konfora ilişkin telâşımızın, diğer yönlere bakan telâşlarımızdan daha baskın olduğunu gösteriyor. dinin öğretileri ve ritüelleri bile daha konforlu hale gelmiş zaman içinde (mitosların uygarlaşma ve insanlaşma süreci) insan farklı mı olacaktı? hayır tabi ki.

    seneca'nın naturales quaestiones'inin vi. kitabı depremler üzerine; çileci hıristiyanlığın baba disiplini olan stoa ekolünün depremler üzerine görüşlerini dinlemek istediğinizde şunu ilkin bilmeniz gerekiyor: acıya katlanmanın erdemi her şeyin üzerindedir! insan kozmik evrendeki tanrısal aklın bir parçası olan fenomenler ortasındaki en değerli canlıdır. aklıyla çevresindeki fenomenlerin ayırdına varan insan, yeryüzünde kötü diye bir şey olmadığını, her şeyin evrendeki tanrısal aklın bir parçası olduğunu kabullenmek durumundadır. deprem de düzenin parçası olarak görebileceğimiz böyle bir fenomen olduğuna göre, deprem korkusu ölüm korkusu gibi yersizdir. filozof stoik bu yaklaşımı şu ifadelerle açımlıyor:

    "bir insan, dünya sallanıyorsa ve en katı bölümleri bile sarsılıyorsa, nasıl kendini güvende hissedebilir?" (naturales quaestiones 5.1.3)

    "sabit olan ve hareket ettirilemeyen, bu yüzden de taşıdığı her şeyin ağırlığını da çeken dünyada bir şey sallanmaya başlamışsa, yeryüzü bütün korkularımızın sonunda dindiği durağanlık karakterini yitirmişse... insanlar hangi gizli yere sığınacak; kaygı dolu insanlar hangi sığınağın peşine düşecek eğer korkuları aşağıdan, yeryüzünün bağırsaklarından kaynaklanıyorsa?" (ib. 5.1.4)

    "korkularımız nerede dinecek? bedenler hangi sığınağı bulacak?" (ib. 5.1.4)

    "binalar gıcıdayıp yıkılma emareleri gösterince, herkes dayanamayıp panik yapar; böylece ocak tanrılarını bırakıp kendilerini açık havaya, güvenli bir ortama alelacele atar." (ib. 5.1.4)

    "yıkımı tetikleyen bizzat dünyanın kendisiyse, hangi kovuğu, hangi yardımı arayacağız" (ib. 5.1.5)

    "üzerinde şehirlerin uzandığı, kimilerinin evrenin kaynağı olarak gördüğü, bizi koruyan ve destekleyen dünya konumunu bırakıp sendelemeye başlamışsa... yardımdan bahsetmiyorum bile, korku, kurtuluşu ortadan kaldırdığında, nedir senin için teselli verici olan? yeteri kadar güvenli olan nedir? kendini olduğu kadar başkalarını da korumaya alabilecek ne var yeryüzünde?" (ib. 5.1.5)

    "düşmanı surdan kovarız; tüm heybetiyle kaleler de ilerleyen büyük orduları yavaşlatır." (ib. 5.1.5) "limanlar bizi fırtınadan korur; çatılar bulutlardan düşen şiddetli yağmuru önler; böylece yağmur kendisinden kaçanları kovalayamaz. gökteki gürlemelere ve uyarılara karşı yeraltındaki evler ve dipteki inler çaredir. gökten kaynaklanan en bildik ateş yeryüzüne işlemez, aksine yüzeyin yumuşak engeliyle geri püskürtülür. veba başgösterdiğinde mekânı değiştirmek mümkündür. o hâlde kendisinden kaçmanın mümkün olmadığı hiçbir kötü durum yoktur (nullum malum sine effugio est). yıldırımlar asla bütün insanları yakmaz. öldürücü gök kentleri kurutabilir ama tümden ortadan kaldırmaz. fakat deprem öyle mi? o büyük ölçüde kendisinden kaçılmaz, açgözlü ve kitleleri vurucu niteliktedir. sadece evleri, aileleri, tek tek kentleri yutmaz; aynı zamanda tüm ulusları ve bölgeleri de ortadan kaldırır. bazen onları yıkımlarla kaplar, bazen derin yarıklarda yakar. geride bütün bunların bir kerede olduğuna dair en ufak iz bırakmaz; toprak en asil kentlerin bile üzerinde önceki hallerinden eser kalmayacak ölçüde uzanır." (ib. 5.1.6-7)

    "evlerinin altında dibe çökecekleri ve yaşayanlar içinden diri diri alınmış olacakları böyle bir ölümden korkanların sayısı hiç de az değildir; oysa kader her daim aynı sonla gelmez." (ib. 5.1.7)

    "doğa diğerleri içinde öncelikli bir yere sahip olan şu hükmü verir: ölüme/sona varma konusunda hepimiz eşitiz. öyle ki hiç fark etmez tek bir taş da beni çökertse, koca bir dağ da üzerime çökse... hiç fark etmez bir evin altında kalarak son nefesimi küçük bir yıkıntısı içinde versem ya da kafam tüm dünyanın altında kalsa... günışığında, açıklıkta ya da yarılan yeryüzünün dipsiz oyuğunda canımı teslim etsem... veyahut tek başıma ya da benimle birlikte düşecek büyük bir kitlenin yanında dibe çöksem." (ib. 5.1.8)

    "nihil interest mea, quantus circa mortem meam tumultus sit. ipsa ubique tantundem est."
    "beni hiç ilgilendirmiyor ölümümün etrafında ne kadar büyük bir yaygara koptuğu: ölüm her hâlükârda aynı ağırlıktadır." (ib. 5.1.9)

    "proinde magnum sumamus animum adversus istam cladem, quae nec evitari, nec provideri potest."
    "o hâlde kendisinden kaçılamaz ve öngörülemez olan bu felâkete cesaretle göğüs gerelim."(ib. 5.1.9)

    tevekkül konusunda (#16364217) şöyle demiştim: "stoa düşüncesinde, insanların hoşuna gitsin ya da gitmesin, her şey olacağına varır, evrensel akıl kusursuzdur. insanın işte bu kusursuzluk önünde tevekküle kapılmaması mümkün mü?" buradaki mümkünatı besleyen unsur düzenin evrensel ve tanrısal akıldan pay almış olmasıydı. deprem önünde, ona cesaretle göğüs gererek durmak en başta söylediğim gibi onu görmezden gelmeyi gerektiriyor. insanın deprem dışında kaçamayacağı hiçbir felâket durumunun olmadığına ilişkin ifade teknolojinin ve imkânlarımızın gelişmesiyle birlikte belki revize edilebilir. olası depremler zaten değişen yaşama koşullarımızdan ötürü eskisi gibi büyük kayıplarla neticelenmeyebilir; tam aksi de mümkün olabilir. kütlenin korunumu kanununu hatırlarsak, yeryüzündeki niceliği artmayan kütleler üzerinde yaptığımız her abuk değişikliğin bedelini daha büyük kayıplarla da ödeyebiliriz. burada asıl vurgulanması gereken (vurgulanmak istenen ya da) depremlere ilişkin insanın yaşama standardında alınacak önlemler değil, insanın kendi içinde ona karşı takınacağı tavrın onu tümüyle ölüm enerjisiyle doldurmaması gerekliliğidir.

    "ne olacaksa, olacaktır" demiyorum, geçmişe dönük bir ifadeyle söylüyorum: "ne olmuşsa, olmuştur" şu an olacak olası bir deprem için, "şu an"ımı onun olacağına ilişkin korku(su)yla tüketemem. bir nevi "ani bir olayla huzurumu yitireceğim" korkusunun kendisi de beni henüz olmamış ve olacağından da emin olmadığım bir olay öncesinde huzurumu kaçırmakta. yani böylece huzursuz olacağım fikriyle huzursuz olmuş oluyorum. durumumun daha kötü olabileceğine ilişkin düşünceyle şu anki durumumu daha kötü bir hale getiriyorum. iç-huzurum için bunun önüne geçmem gerekiyor. stoacı katlanmanın erdemi, deprem korkusuna işte böyle bir ilaç anlamını taşıyor.

    ipsa ubique tantundem est.
    ölüm her hâlükârda aynı ağırlıktadır.
  • her saniyeyi tetikte bekleyerek geçirmektir.
  • bir çeşit işkence tipi, insanın hayat kalitesini ve uyku düzenini direkt etkileyen lanet olası korku.

    sürekli “ya kötü bir binadayken olursa, ya sevdiklerimi kaybedersem, ya göçük altında kalıp hemen ölmezsem” soruları döner durur insanın kafasında, kalp atışları hızlanır, sapık gibi raporlar incelenir, arkadaşın/akrabanın evine yatılı gitmeye çekinilir, kafada “o an” yaşanıp durulur sürekli, sarhoşken bile aklına gelen ilk şeylerden biridir. iğrenç bir şey.
    en sonunda da “artık kader” deyip normal hayata dönmeye çalışıyorum her seferinde.
  • zor tarif etmesi.

    çok düşündüm ben bunun üzerinde. yıllar boyu düşündüm. nasıl aşarım diye değil, nesinden korkuyorum diye, niye herhangi bir tür doğa olayından başka türlü algılıyorum diye, depremle yüzleşmek durumunda kalacağım o gün ne yapacağım diye, madem bu kadar merkezi bir yerinde hayatımın bu korku, ne sebeple hayatımı o merkezden kaçarak kurgulamıyorum diye. bu kadar boş vermiş, kendisine yabancı ya da plansız biri miyim ben diye, tam buradan hareketle neden böyleyim bu konuda diye... daha birçok, zibilyor başka katmanı ve sorusu, sorunu ile...

    son kertede nereye vardım peki? hiç. yıllar boyu sorup durduğum, üstelik egzersiz gibi de olamayan sorular. hala elimde, zihnimde aynı formda, aynı cevapsızlıkta dolanıp durmaktan başka işe yaramayan bir sürü soru. hiçbir korkumun, duygumun böyle geliştirici olmayan, tanımlanamayan çıktılar vermesine alışık değilim ben halbuki. her bir mevcuttaki algılayışımı anlamlandırmak ya da her yeni gelenle tanışmak üzere yollar yürümek kendimde en sevdiğim, kendimle en gurur duyduğum özelliğimdir. çok da keyif alırım bu keşiften haricinde de neyse, dağıtmayalım şimdi konuyu. gerekince, gerekirse acımasızca da olabilirdim bu değerlendirme süreci mantıklı şekilde aksaydı eğer ama deprem korkumda beceremedim işte şimdiye kadar bunu. saçma bir şekilde havada asılı kaldı, etkin hiçbir mesafe kat ettirmedi bana. bir yol bulmam lazım. başka bir yol bulmam şart.

    tamam 10 yaşındaydım ilk deneyimlediğimde bu korkunçluğu. hiçbir şey anlamadım, rüya gibi, kabus gibi geldi sürecin başından itibaren ilk 3-4 gün. tam yaşadım denmez, tam algılayabildim sayılmaz. süzülüp durdum sanki havada, gördüm, durdum, düşündüm mü emin değilim ama korktum, çok korktum. yangınları hatırlıyorum, yıkıntıları, döküntüleri, ağlamaları. çığlıkları. hiç ölü görmedim, yaralı gördüm ama hiç gece yatağında uyurken kafasının üzerine yıkılmış bir binanın altında can vermiş birini görmedim. o molozların altında birilerinin can verdiğini de tam anlamadım aslında zaten bence o an. günlerce konuşmadım, bayılıncaya kadar uyuyamadım, annemin bana zorla içirmeye çalıştığı su, ağzıma sokuşturmaya çalıştığı gıdalar dışında beslenmedim. anlamadım işte yahu, dümdüz algılayamadım. beynim bu bir andalığı kavrayamadı. yaklaşmakta olan bir fırtınaya, beklenen bir tsunamiye, gerilimi günden güne artan bir sıcak çatışma bölgesinin potansiyel tehlikesine "kendince" hazırlanırsın da deprem anına, duygusuna nasıl hazırlanırsın? depreme ancak fay hattından etkilenecek şehirler hazırlanabilir. o ise şimdi bu entryde yazamayacağım, bambaşka bir boyutu konunun. hem zaten tutuklanmama, en iyi ihtimalle de ifadeye çağrılmama sebebiyet vermeyecek şekilde -özellikle de bu platformda- ifade edemem o yönü ya hoş, neyse.

    sonra düzce depremi, van depremi, elazığ depremi, izmir depremi... hiçbirini yine anlayamamam. acıyla bile ilişkilenememem, sadece ve sadece yine korku ile ele alışlarım. paralize oluşlarım.
    sonraysa 6 şubat. ahh 6 şubat depremleri... buz gibi soğuk, olağanüstü hal ilan edilmiş bir yankee şehrinde, tr saatiyle 4.26'dan bir mesaj. en sevdiğim, sevmekten ne yapacağımı bilemediğim birinden hem de. beynimin donması, durması hatta belki. türkiye'ye dönmem, günlerce televizyon başından kalkamamam. deprem bölgesinde gitmem, hiç korkmamam...

    o kadar anlamıyorum ki depremi sözlük, istanbul'da bazı geceler bu gece deprem olacak mı diye düşünüp uyuyamayan ben, hatay'da depremsiz gün geçirmeyip bir saniye bile korkmadım. o kadar anlamıyorum, algılayamıyorum ki, gerçekliğini yaşarken bile işleyemiyor zihnim depremi. bir deprem çantam var, yatak odamın kapısının hemen yanında, galiba depremle kurduğum tek somut bağ o. ben ölümü de anlamam mesela, çok saçma bulurum, sanırım o yüzden 70'erden kalma bir binada, bu kadar depremden korkmama rağmen, deprem olunca yıkılır bu diye düz mantık çıkarımı yaparak çözümü bu iki saçmalığın birlikteliğinde buluyorum.

    biliyorum çok yanlış. biliyorum çok anlamsız. o yüzden başka bir yol bulmam lazım, başka bir yol bulmam şart, bırakamam olduğu haliyle.
  • son deprem sonrası bende hasıl olan korkudur.

    geceleri uyuyamıyorum, sürekli sallanıyorum gibi geliyor. kandilli'nin sayfasını 10 dakikada bir güncelleyip yeni depremlere bakıyorum. sahibinden. com dan ege sahil şeridinde ev bakıyorum...

    tuhaf bir haldeyim.
hesabın var mı? giriş yap