79 entry daha
  • murat belge tıpkı çok sıkı takipçileri gibi canının istediğiyle, herkesi yargılayabilendir. o anlayışta ve onlar gibi düşünenlerin anlayışında konuya derinlemesine dalma veyahut konu hakkında uzun süre çalışmaksızın, masaya tez koymaksızın söz sahibi olabildiğini sanma durumu maalesef ülkenin araştırmacılarının nasıl da küçük şeyhlere dönüştüğünün, bilme ve merak'ın yerini itaat ve sonsuz bir saldırganlık hali almış olduğunun kanıtı.

    murat belge, mavi anadoluculuk akımının başta halikarnas balıkçısı olmak üzere; "kemalizmi rasyonelleştirmeye çalıştığını" iddia ediyor bunu da roman karakterleri üzerinde durarak temellendiriyor. oysa halikarnas balıkçısı'nın tezlerindeki asıl vurgu denemelerinde, eleştirilerindedir. pekala bakalım, 'murat belge'yi -karşı fikri okumadan- savunma hadisesi' ne gibi bir hezeyandır, inceleyelim. halikarnas balıkçısı bir tez ortaya koyuyor ve bu tezin güneş dil teorisiyle uzaktan yakından ilişkisi olmadığı gibi; antikite ruhundan da asla bağımsız düşünülemezdir. bakın efendim; murat belge'yi savunanlar şu ifadeleri cevaplayabildiler mi?

    "milet'li thales ile ondan sonraki ionya filozofları entelektüel davranışın ilk örneğini verdiler. barbarlık içinde abanmış bulunan yunanistan'da karanlığa karşı duracak bir adam bile yoktu. fakat ondan sonra başka bir isyan baş gösterdi: bu seferki ahlakî bir isyandı. orfik teoloji (ahrete ait bir doktrin) tuhaf ayinler ve insanın davranışlarını düzenleyen acayip kurallar getiriyordu. ahretle, yani alt dünya ile ilişkide bulunduklarını iddia eden birçok mûrşid-i kâmiller türemişti. bunlara «bakid» ve «sibil» deniyordu. bu akımların da kaynağı aslında anadolu'da ve oradaki homeros gibi şairlerdedir. fakat anadolu'daki hayat o kadar neşeli, toprak o kadar verimli idi ki, cehennem tanrıçası persefon'un kurşuni renkli loş dünyası anadolululara hoş gelmiyordu. oysa yunanistan'da kıtlık kıranlık vardı. bu dünyada neşelenemeyenler öbür dünyada sevinmeyi umuyorlardı. işte bu akıma yine ionya filozofları, başta efes'li heraklit * ve kolofon'lu ksenofan karşı durdular. homeros eserlerini yazdıktan üçyüz yıl sonra, pizistrat zamanında homerik destanlarının panatenayik festivallerde okunması ve kutsal sayılması ile hellenik şuur yunanistan'da da uyandı."

    cevap çok net hayır. niye mi? çünkü bu konuda o derginin adında olduğu gibi "birikim" kendilerinde mevcut değil. (ilber ortaylı'nın kendisi bile antikite konusunda türkiye'de yetkin bir otorite değildir. nasıl mı böyle rahat konuşabiliyorum? tansu açık'ın http://www.birikimdergisi.com/…m/kisi.aspx?kid=2476 adresinde de görülebileceği gibi aynı dergide humanizma yazısı vardır. ben aşağıda alıntılar yapacağım, ama o gözü kapalı ateşli taraftarlar bunları okuyamazlar. zira ben nasıl ki kafama estikçe fransız sosyalizmi üzerine burada ahkam kesemiyorsam veyahut akademilerden (istanbul üniv veya ankara univ. dtcf'den) bir hoca çıkıp da yaka paça herhangi bir fransız sosyalizmi üzerine eğilmiş bir kişiyi bir grubu hiç olmadık verilerle suçlu bulmuyorsa, o halde bu alanda çalışmış olan onlarca saygın hocaya ve hocaların hocaları hb, azra erhat, eyuboglu 'lar, sinanoglu ailesi'ne saygı gösterilmeli diye düşünüyorum. işte ilber ortaylı'nın, murat belge'yi filolog ilan etmesi de pek umrumda değildir. zira "filolog" terimi ile onun içindeki "klasik filolog" terimini ayrı tutmak lazım. zira bu bölümlemeler boş yere yapılmıyor. ilber ortaylı 'nın çok ama çok saygın bir hoca olması -kabulümdür- başka bir şey, o'nun bir başkasını hem de uzmanlığı olmadığı alanda otorite ilan etmesi başka bir şeydir. "otorite nerede?" bu soru içinse google'dan gerekli bilgilere ulaşmak yeterlidir. )

    birinci boyut: tartışmada bilgi sorunu

    okunmadığından mıdır, okunmasına rağmen anlaşılmadığından mıdır ben çok net biliyorum, aslında bu tartışmanın yeri mavi anadoluculuk başlığı ya da halikarnas balıkçısı; ama hayır bilgi bacon'la birlikte egemenlik aracı oluyor; doğayla olan karşılıklı sırasıyla; (batı için) antikitede do ut des ve ortaçağ'da intellego ut credam anlayışları yerini daha tek taraflı doğaya egemenlik bahsine bırakıyor. francis bacon 'a göre bilmek egemen olmaktı. doğayla bütünleşti ya, aydınlanıyordu ya insan; aslında bu pragmatist bir çerçeveden gerçekleşiyordu; insanın amacı sömürebilmekti onu. hatta kendi ırkından olup da, kendisi gibi gelişemeyenleri sömürmek. doğada ne varsa kullanmak, kendi yaşamını düzenleyip, zenginleştirmek ve işte tragedyanın en sağlam örneği; bu yolla da uygar olmak! işte günümüz uygarlığının kanımca en büyük açmazı bu noktada başlıyor. batı medeniyeti denilen şeyi, yunan mucizesi ve romalılık ruhu ile ilişkilendirmek hiç ama hiç boş yere değildir. türkiye'de humanizma aktiviteleri, düşün faaliyetlerini anlayabilmek için işte günümüz batısındaki tartışmaları, kültür üzerine anlayış farklılıklarını, doğu-batı sentezi veya çatışması üzerine çözüm yollarını iyi takip etmek lazım. ancak inanın bana buradan bakarak, orayı anlamak çok güç. bir kere latince bileceksiniz, balmumu odalardan geçeceksiniz. yunancaya hakim olacaksınız, o tarihi plutarkhos'un yunancasından kelime kelime okuyacaksınız. ardından çağdaş dillerden, ingilizce, almanca ve fransızcayı hem okuyabiliyor hem de yazabiliyor olacaksınız. yetinmeyeceksiniz; osmanlıcayı bilmek zorundasınız, farsçayı ve en nihayetinde türkçeyi kullanabilme gereğini duyacaksınız. onun dışında, iki ileri beş geri, on ileri on beş geri gider durursunuz ya da küçük küçük şeyhler belirlersiniz kendinize, sadece gazete köşelerinde, dergi köşelerindeki bilmem kaç satırlık makalelerle tartışma yürütürken bulursunuz kendinizi. o halde humanizma üzerine bilgi sorunu için çözüm, önce metot ve yol yordam bilmekten geçiyor. söz gelimi; tacitus'un germania'sını latincesinden okuyamayan, burada gelip de barbarlık kavramından söz etmemeli, etmesin de zaten. zira barbaros'un ne zaman günümz manasıyla barbarlığı, vandallığı tanımlar hale geldiğini o metinlerde çözümleyemeden, batılının sana "barbar" yakıştırmasını savuşturamazsın . savuşturmak mı mühim olan hayır? çarpıtma ve konuyu başka yere çekip, günlük siyasi çıkarlara yarım bilgiyi alet etme durumu her çağda yaşanmıştır, ne kelleler gitmiştir bu yolda, ne devrimler gerçekleşmiştir hatta ne linçler.. yarım bilginin olduğu yerde danton asılır, sokrates daimonlara inandığını bağıra çağıra söylerken, tanrılara inanmamakla suçlanarak zehir içmek zorunda bırakılır ya da cicero'nun kellesi o sevda uğruna senatus'da "egemen güçlerin emrine amade" senatorlerın önünde sergilenir. bilgi sorunu, yol yordam bilmekle, ona ulaşabilmek için deredeki taşlardan seke seke geçmekle çözülür. işte ben bu entirimde murat belge 'nin, hb ve arkadaşları için söylediklerine karşıt bir şeyler söyleyeceğim. onların ahlaksız saldırılarına aynı ahlaksızlıkla cevap vermişsem, benim bilgiye ve bu alana duyduğum sevdanın, heyecanın etkisindendir. neyse geçelim ikinci bölüme;

    ikinci boyut: türkiye'de humanizma tartışmaları

    alanında sunduğu makaleler açısından pek üretken isimlerden tansu açık hocanın (ankara üniversitesi dil ve tarih coğrafya fakültesi, eskiçağ dilleri ve kültürleri bölümü : http://www.humanity.ankara.edu.tr/tansuacik.html ) ne tesadüftür ki yine birikim dergisi'nde çıkmış "türkiye’de hümanizm tartişmalarina bir bakiş" yazısından alıntılarla bu ikinci boyuta dalmaya başlıyorum; evvela hoca, yazısında humanizma'nın sınırlarını nasıl belirlemiş olduğunu sunmuş;

    "hümanizm deyimi ile onunla birlikte geçen kimi anahtar deyimler, bütün bir cumhuriyet dönemi yazılı belleğinde yer alır: bir yazın ülküsü, ulusal yazın yaratma, klasik yazın, uygarlık değiştirme-batılılaşma, ortaçağ-yenidendoğuş (rönesans),yunan dünyası, doğu batı, bir ortaöğretim, yükseköğretim tasarısı bağlamlarında geçer1. hümanizm, doğrudan doğruya felsefelik bir ölçünme (fr. reflexion), düşünme konusu oluşturduğu ender örnekler dışında 1940 yılları dolayında, bir de 1970’li yılların başlarında, farklı biçimlerde düşünce gündemlerinden biri olmuştur. burada, salt felsefelik veriler sunmamakla birlikte aşağı yukarı bütünlüklü bir görünüm sunan 1960 yılına kadarki süre irdelenecektir. çünkü geri kalan dönemin tartışmaları dolaylı olarak, varoluşçuluk, marksçılık bağlamında gündeme gelir; ayrıca sözkonusu dönem, başta 1960 yılında yayımlanan suat sinanoğlu’nun l humanisme a venir kitabı olmak üzere kimi metinlerin üzerinde enine boyuna durmak gerektirir. yazıya temel olan -dilbilimcilerin deyimiyle- bütünce (corpus), gazete yazıları dışında tüm kaynakları kapsayacak biçimde, düşünce ortamını oluşturan bütün belli başlı dergiler taranarak oluşturuldu. ancak burada yalnızca belli bir süreklilik gösteren izleklere değinilerek toplu bir bakışa ulaşılmağa çalışılacak, öte yandan deyimin avrupa dillerinde geçirdiği anlamca dalgalanmalar yalnızca türkçe metinlere yansıdığı ölçüde ele alınacaktır."

    o halde bakalım yazıda neler var:

    "cumhuriyetin ilk yıllarındaki kültür, yazın tartışmalarına ışık tutan bir derleme var elimizde (kaplan 1981): 1923 tarihli yazısında m. şekip tunç, “münevverliğin esasını” oluşturan, lisede başlayıp üniversitede tamamlanan öğrenime fransızcada “insaniyet: humanité”sini yapmak dendiğini bunun, yunan roma yapıtları ile büyük klasikleri özgün dilinden okumak olduğunu yazar (455-460). cumhuriyet öncesinde yeni bir yazın açısından konu gündeme gelirken, cumhuriyetin ilk yıllarında “rönesans” örneksemesi de işin içine katılır. yakup kadri 1924 yılından “avrupakâri, avrupaî” başlıklı gazete yazısında maarif izlencesinin eksikliğinden sözeder, medrese ilga edilmiştir, durumu bir tür “rönesans” diye niteler, avrupa’da üçyüzyıl önce beş on dil, tarih meraklısının “hümanist”in bizim “insaniyatçı” dediklerimizin yaptığını düşünüp hüzünlenir, avrupa’da “hümanite”nin şimdi az çok lise öğrenimini kapsadığına değinir, tanzimat avrupayı avrupa yapan irfana ulaşamadıysa tek sebebi “hümanizm tezhibine” zerre kadar değer vermemesidir (535-538). sözlüklere bu anlamıyla girmemiş olan sözcüğe yeni bir anlam yükleyen, z. gökalp’tir (1972:104-105): fransızca “culture” sözcüğünün anlam ayırtılarını türkçeye taşır, ulusal kültür anlamına gelenini “hars”, matthew arold’u anarak uluslararası yüksek kültür anlamına gelenini “tehzib” diye ayırır. yakup kadri iki yıl sonra da türk devriminin kökleşmesi için “dört gözle beklediğimiz edebi ve bediî rönesans”tan sözeder (118-119); 1929 yılında hasan cemil (çambel) (66-68), 1934 yılında reşat ömer (irdelp) “kültür inkılabı”nı “rönesans” diye niteler. cumhuriyetin ilk yıllarında ortaöğretime avrupa edebiyatının girmesinden korku duyulduğunu iki savunu yazısı kanıtlamaktadır: 1927 yılında ali canip liselerde avrupa edebiyatının öğretilmesiyle “kozmopolit”leşileceği korkusuna karşı yazar (135-138); liselerden arapça ile farsçanın kaldırılmasından bir yıl sonra 1929 yılında yazan hasan ali (yücel) “kültürle medeniyetin” bütünüyle ayrı şeyler görüldüğü zamanlarda liselerde yalnızca türk edebiyatının öğretilmesiyle yetinildiğini söyleyerek yeni girdiğimiz uygarlık çevresini en iyi gösterecek araç edebiyat olduğu için, avrupa edebiyatlarının liselerdeki gereğinden sözeder (147-148). bu derlemeden son yazı 1935 yılından, ahmet ağaoğlu yunan latin kaynaklarından içmek gereği üzerinde durur, rus avrupalılaşmasında yunan latin yazınına dayalı lise eğitimine değinip, “tebaamız olan” güneydoğu avrupa devletlerinin bu yoldaki örneklerini hatırlatır, üniversitede -dtcf sözkonusu olmalıdır- iki saat latince yunanca dersi verilmeğe başlanmasını yetersiz bulmakla birlikte sevinçle karşılar, er geç o yola girmek gereğinden söz eder (491-494). kâzım nami duru ise 1934 yılında “humanisma” yazısında (duru 1934a) yunanca ile latince öğretiminin eğitsel, düşünsel, yazınsal yararından sözedip bunun “milliyetçiliğe” aykırı olmadığını belirtme gereği duyar, “türk milliyetçisi isek de beynelmilliyetçi olmağı da isteriz” diye ekler."

    "1932 yılında toplanan birinci türk tarih kongresi’nde, bütün dünya uygarlığı üzerinde kurucu olma hakkı iddia edilir, tarihöncesinde ortaasya’daki kuraklık sonucunda türklerin göçleriyle dünya uygarlıklarının oluştuğu önesürülür, iki kişi dışında sava doğrudan karşı çıkan yoktur. kongrede en çok gönderme yapılanların başında gelen yunanlılar konusunda, halet cemil çambelege medeniyetinin menşeine umumî bakış” adlı bildirisinde “klasik grek medeniyeti müstakil bir medeniyet değildir, onun aslı ege medeniyetinin doğurduğu iyon medeniyetidir” der (1932)1; ege uygarlığının arkasında minos, türk olan akalar yani mikenler bulunur; iyonlar etilerle ilişkileri sayesinde yükselmiştir. fazıl nazmi dolaylı karşı çıkışında ortaöğretim tarih kitaplarında eski yunan yer, boy adlarının türkçe kökenbilgileriyle açıklanmasına karşı çıkar, yer adlarının tutarsız yazılışından sözeder, onun saptamalarına samih rifat yanıt verir (215-221)."

    görüldüğü gibi söz konusu köken tartışmaları tüm hızıyla sürmüş. yani dönemin mühim araştırıcıları, hocaları arasında konu gidip gelmiştir, tartışılmıştır. taraf olanlar olduğu gibi o iddialara, karşı olanlar da vardır. zaten araştırma ve bilgiye ulaşma yolu da ancak böyle katedilir.

    "1932-1935 yılları arasında yayımlanan kadro dergisi biricikliğini vurguladığı devrimin ilk kez kuramını yapmağa, amaçlarını belirlemeğe girişir. derginin kurucularından y. kadri’nin doğrudan konumuzla ilintili yazısına rastlanmazsa da darülfünun tasfiyesinin hemen ardına rastlayan yazısında, burhan asaf (belge) (1933) üniversiteyi 1932’deki ilk tarih kongresinin amaçlarını anlamamakla suçlar. amaç avrupamerkezli tarih kaynaklarını eleştirmek, bilimdışı olduklarını kanıtlamak, avrupa’nın “tarihöncesi” olan devri bir “türk hümanizması” adına tarihin içine almaktır; ardından bilime müdahele edilemeyeceği ya da “bilim bilim içindir” düşüncelerinin 19. yy liberal zihniyetinin ürünü olduğunu belirtip liberalizm eleştirisine geçer. burada geçen “türk humanizması” tamlamasına, şu noktaya dek gözden geçirdiğimiz tanıklıklardan başka bir doğrultuda, terime, kimi insan bilimlerine biçtiği toptan “kanıtlama” göreviyle siyasal bir anlam yüklenir."

    söz konusu mavi anadoluculuk akımının aslında faşizan bir yönünün olduğunun iddia edildiği nokta dergisi nde; eyuboglu için de "militarizm" övgüsü yaptığına dair ifadeler geçmekteydi, bunu hatırlatayım önce. eyuboğlu'nun ilk kez bu tartışmalara katılması aylık insan dergisi (1938-1941) ile oluyor:

    "hilmi ziya ülken, nurullah ataç, sabahatin eyüboğlu ile muzaffer şerif’in (başoğlu) kurucusu olduğu celâlettin ezine’nin maddi olarak desteklediği aylık insan dergisi 1938-1941 arasında yayımlanır; gündeşi dört beş edebiyat, düşünce dergisi arasında en göz doldurucusudur, dergiye yahya kemal, ahmet ağaoğlu, pertev naili boratav da yazar. derginin sahibi h. z. ülken’in yazıları şu noktaya kadar kuşbakışı göz attıklarımız arasında sorduğu sorularla, ortaya attığı yeni görüşlerle en kapsamlısıdır. ilk sayıdaki yazısında (ülken 1938a) tanzimatın çeşitli katlardaki ikiliklerini saptadıktan sonra bunların bir düzeydeki devamı olarak gördüğü z. gökalp’ın “medeniyet-hars” ikiliğine değinerek, bir türk-islam harsı kurmak olanaklı mıdır, sorusunu sorar. buna tek koşut örnek japonya’dır. “rönesans” hamlesinin bizde yeni başladığını söyler, “kendimizi bulmak” bu yenidendoğuşun başlıca şiarıdır."

    aslında 1932’de türkiye’ye dönerek istanbul üniversitesi edebiyat fakültesi fransız dili ve edebiyatı bölümü’nde doçent olarak göreve başlayan eyuboğlu'nun söz konusu tartışmadaki yeri görüldüğü gibi 1938 yılında şekilleniyor gibi. ayrıca eyüboğlu tarafından yunus emre 'nin baş niteliği olarak belirlenen humanizmanın (zeki baştımar’ın “büyük türk hümanisti tevfik fikret” yazısındaki sıfat, 1960’larda mevlana’ya yakıştırılacak, `<<<<<` ama asıl sabahattin eyüboğlu’nun yunus emre’nin baş niteliği olarak öne süreceği, hümanizm kavramının `>>>>>` enikonu bir belirsizlikle yalnızca insancıllık anlamındaki bugüne gelen kullanımının bir ilk örneği sayılabilir.) ise anadolu humanizması olduğu da bir iddiadır, bir tezdir kabul edilebilir olmakla birlikte, ya oluşturulan konsensuslarla ya da bireysel karşı çıkışlarla reddedilebilir. 1940’lardan sonraki çalışmalarıyla etkin olan eyüboğlu'nun tercüme, yaprak, yeni ufuklar, tanin, cumhuriyet vb’ de çıkan yazılarıyla hümanist düşüncenin öncülüğünü yaptığını söylemek pek haksız değildir kanımca. ayrıca eyuboğlu, 1959’da m. ali cimcoz’ la eflatun’ dan yaptığı devlet çevirisiyle tdk ödülünü alacak kadar da iyi bir çevirmendir. (http://www.ata.boun.edu.tr/…sabahattin_eyuboglu.htm)

    o yıllarda hümanizm tartışmaları gündeme oturmuş:

    " derginin ikinci sayısındaki “humanisma” yazısında nurullah ataç (ataç 1938)1 fransız yazın tarihini gözönünde tutarak yunan roma yazın yapıtlarının bugünün okuyucusuna söyleyebileceklerinin sınırlılıkları üzerinde durduktan sonra yine de yunanca ile latincenin öğretilmesinin gereğini öne sürer, avrupalı olsaydım bu kanıda diretmezdim ama bizim klasik yazınımızın geniş, tam değildir, der. son olarak da dilimiz avrupa irfanından birçok kavramı düşünmemize elverişli olmadığından bu dillerin öğretiminin kurulacak olan bilim, düşün diline doğrudan temel sağlamada yararına değinerek yazısını bitirir. yunan ve latin klasiklerinin çevirilmesinde en çok emeği geçmiş, yazılarıyla bu konuyu gündemde tutmuş olan n. ataç bu dillerin ortaöğretimde öğretilmesini ömrünce savunacaktır. derginin üçüncü sayısında h. z. ülken “yunan mucizesi”(1938b) yazısında e. renan kaynaklı deyimleşmiş bu sözün ardındaki uygarlık tasarımını kurcalar, onu bengi (ebedî) bir örnekçe değil tarihsel bir aşama olarak anlamak gerektiğini önesürer. tarih kongrelerinin etkisi kendini duyurur, zaten bilinen bir bölük büyük kültür başarısının doğu akdeniz’deki kaynaklarını sıraladıktan sonra en önemli kök olarak sümer-anadolu yolunu anar; “kök” arama merakını durduramaz, din, musiki konusunda yunanistan’ın doğusundan kökenler sıralar. derginin 6. sayısında on yıldır dergilerde felsefe, toplumbilim yazılarına rastlanan, kabataş lisesi felsefe öğretmeni hatemi senih sarp’ın “içtimaî ümanizma” (1938) yazısına rastlarız. yazı hümanizme yalnızca gününün kimi felsefe sorunları bakımından değinmesiyle dikkat çekicidir. sözcüğün fransızcada 19.yyın son çeyreğinde ortaya çıkışını, bir de i. babbit’in akımını anar. ardından toplumsal bir felsefe olarak “humanizma”yı ele alır, sonu liberalizme varan soyut biçimde eşitlikçi birey, bireycilik karşısında kişiden, kişicilikten personalismeden söz ederek ona getirilen eleştirileri sıralar; insan ne deneysel bilimlerin yoluyla yasalılıklar aranarak ne de tarih içerisinde, toplumsallığı içerisinde araştırılabilirdir."

    nurullah ataç'ın derginin ikinci sayısındaki yazısı için azra erhat 'ın düşüncelerini tansu açık şöyle aktarıyor:

    "azra erhat bu yazıyı büyük bir atılıma yön verecek bir nitelikte görür, ayrıca derginin programı gibi görür ki derginin diğer yazıları bunu doğrulamaz; erhat ayrıca klasik kültür üzerine son kırk yılda dile getirilen düşünceleri özetlemek gereğinden sözeder (erhat 1977 : 112-113; 117). o yıllarda hümanizm tartışmalarının gündeme oturduğunu gösteren bir belirti de hüseyin cahit yalçın’ın her şeyiyle tek başına çıkarttığı fikir hareketleri dergisinde 1938-1939 yıllarında hümanizmle ilintili bir dizi kısa çeviri yayımlanmasıdır (sayı 262, 265,268, 271, 274, 280): bu yazılar milletler cemiyeti’nin düşünce işbirliği enstitüsü’nün düzenlediği başkanlığını paul valéry’nin yaptığı 1936 peşte toplantısının seçme bildirilerinden oluşur; sorular “humanité” ile “humanisme” arasındaki, klasik “humanités” ile yeni eğitim tasarı arasındaki bağıntılar, çağdaş bir “humanisme”in tanımıdır; yazıların gösterdiği gibi konu eğitim, uygarlık tasarımları bakımından avrupa’da da tartışma konusudur. "

    üçüncü boyut: yunanca ve latincenin eğitim hayatımıza dahili konusu

    "sırada çok yankı uyandırmış bir yazı dizisi var. burhan asaf belge ulus gazetesindeki köşesinde on sekiz yazılık bir dizi yayımlar (belge 1938). a. oktay’ın (2002: 233) “hümanizmin kültürel bir tercih olarak yarı resmileştirilmesi” olarak nitelediği bir yazıdır bu. belge’nin değerlendirmesinde yenidendoğuş, hümanizm, ulusal kültür aynı düzlemde ele alınır. bu bakımdan şu noktaya dek gözden geçirdiklerimize oranla bir yenilik taşımaz. yenilik klasik lise önerisidir; gerçi bu yazı dizisinden aylar önceki bir belge bu konuda bir tasarının varlığını ortaya koyar. dtcf klasik filoloji bölümünün kurucusu georg rhode 9.2.1938 tarihli bölüm yazışmasında ortaokulda latince yerine yunancayı önerir kültür bakanına, lisede her ikisi de okutulacaktır. önce bir ‘tanzimatın kültür çıkmazı’ çözümlemesiyle karşılaşırız, o zamanki engellerden biri dilse öteki “münevver”in hümanist değil kozmopolit olmasıdır 1. şark hümanizminin çocuğu olsa da ahmet mithat, muallim naci övgüye değerdir, batı kültürüne geçmenin gereği olarak kaynaklarına gitmekten başka yol yoktur, bahçe temizlenmiştir, yapılacak aşının adı hümanizmdir; bunun yolu hümanist liselerden geçer, en az üç merkezde bunlardan kurulmalıdır. buradan çıkacak gençlerin bir bölümü liselerde öğretmen olacak, bir bölümü dtcf’de okuyacak, bir tarihten sonra lise öğretmenleri yalnızca bu tür lisenin mezunlarından oluşacaktır, bu son aşamaya yirmi beş yıldan önce ulaşılamaz. yazıya geniş bir karşılık h. z. ülken’den gelir (1939): kemalizmin kökü doğuda olan her geleneğe düşman olduğunu söyleyen b. belge’yi geçmişe en geniş ölçekten bakınca doğu-batı ikiliğinin kalmayacağını söyleyerek yanıtlar. hint, çin, islam “humanizma”larını anarak sermaye birikimi sonucu kapitalizm öncesi toplumların çöküşe geçtiğini belirtir. üzerinde düşünülmesini istediği noktalar arasında latin-yunan eksenine terim, metin, öğretim bakımından ne ölçüde gireceğimiz; geçmişi yeni bir açıdan incelemek de vardır. yunan-latin “humanizma”sına aşılanarak yenidendoğuşunu yapan halkları dört öbeğe ayırır: dil ile dinin ortaklığından, yalnızca dinden -alman, rus-, ümmet terbiyesinden geçmeden çağdaşlaşanlar –fin-, ne dil ne de dinin latin dünyasına bağlamadığı japonlar, türkler. bizde belli oranlarda “latin-yunan”ın yanısıra “arap-fars”ın da payı olacaktır. mayıs 1939 tarihinde toplanan birinci neşriyat kongre’sinde, ilgili encümen cumhuriyet döneminde henüz geniş kapsamlı hiçbir örneği yayımlanmış bulunan ansiklopedi, sözlük, başvuru kitaplarının yayımını önerir (birinci türk neşriyat: 112-118); bir çeviri dergisi ile tercüme bürosunun kurulması önerilir. bu kitapta ayrıca, o zaman varolan iki üniversitenin -aslında bir üniversite ile dtcf’den söz etmek gerekir zira henüz ankara üniversitesi kurulmamıştır- türkçenin tarihinden yayımlanmasını önerdiği yapıtlar listesine; dtcf klasik filoloji bölümünün kurcusu georg rohde’nin türkçeye çevrilecek klasikler üzerine düşüncelerine rastlarız (397-402). temmuz 1939 tarihinde toplanan i. maarif şûrası’nın arefesinde türkiye’de yirmidört ilde lise vardır; içlerinde j. dewey de içinde olmak üzere eğitimin düzenlenmesi konusunda cumhuriyet döneminde önerilerine başvurulan yabancı uzmanlardan lisede latince yunanca öğretimi konusunda bir öneri gelmemiştir, baş sorun mesleki teknik öğretimdir. maarif şûrasının yüksek öğretim oturumlarında liselere latince yunanca dersi konmasını ilk ortaya atan cevat dursunoğlu’dur (birinci maarif : 394), saim ali dilemre buna şiddetle karşı çıkar (404), e. hirsch haftada iki üç saatle bu işin olamayacağını kendi lise deneyiminden örnekler (403), halil vedat fıratlı doğru dürüst bir üniversite için klasik lisenin gereğini belirtir (408), zamanın iü edebiyat fakültesi dekanı hâmit ongunsu ertesi gün konuyu tekrar açıp hümanizmi tarih bilinciyle bağlantılı olarak ele alır: latince yunanca hiç olmazsa lise son sınıfa konmalıdır, lise için gereken üniversite için de gerekir , ancak o günün koşulları bunlara elverişli değildir; yaşayan ya da ölü dilleri “ikinci nevi” bir araç olarak görmediğini ayrıca belirtir. ismail hakkı baltacıoğlu hümanizmi üniversite eğitimiyle bir tutmaktadır (460-462)"

    dördüncü boyut: halikarnas balıkçısı

    "yunan imgesinin kaynağı olması bakımından füruzan hüsrev tökin’e, halikarnas balıkçısı’na değinebiliriz. f. h. tökin’in “yunan kültürünün kaynağı anadolu’dur” başlıklı yazısında (1950a) mısır, sümer eti, yunan; son halkadan latin, islam, oradan da batı kültürü, tümüyle tek bir zincirin halkaları olarak tasarlanır, dahası yanlış yorumlanmış bir takım hitit incelemeleri alıntılanarak dionüsos anadolulu yapılır. tökin daha önce anılan yazılarındaki temel düşünceleri cumhuriyet devrimleriyle birlikte ele alarak genişlettiği kitapçıklar yayımlamıştır. örneğin (1951) kitapçığının ilk tümcesi şöyledir: “batı kültürünün gerçek öğreticisi sayılan klasik kültürün ilk kaynağı anadolu’dur”; ikinci tümce ise bugünkü bilgilerimize göre dünyada ilk tiyatronun ankara’dan yirmi mil ötede oynandığını kesinler- evet aynen böyle! ardından aynı yıllarda eskiçağ anadolusu üzerine yazmağa başlayan halikarnas balıkçısı’nın anadolu tanrıları (1955) kitabındaki cetvele benzer bir sıralama gelir, bir yakada roma çağı da içinde olmak koşuluyla anadolulu “hemşehri” şair, bilgin, düşünürler, öte yandaki cılız mı cılız listede yunaneli. büyük uyanış (1953) kitapçığında da benzer görüşler yinelenir. balıkçı’da da rastlayacağımız, ‘avrupa ülkelerindeki büyük uyanış anadolu’dan batıya doğru ilerleyen kültür dalgasıyla olanaklı olmuştur’1 savı bu kitaptadır. ilk dil-tarih kongrelerinde kuzey yarıkürenin bütün bir uygarlaşma tarihinde türkler kilit noktasını oluşturur iken, belli başlı bütün kültür dilleri türkçeyle bağlantılı iken şimdi yunan uygarlığını yaratan soya sahip çıkılmaktadır. bunun içerimleri neler olabilir? uygarlığın taşıyıcısı soy olarak tasarlanmaktadır, bir uygarlık tasarımında en temele yerleşmekle, ulusçu böbürtü geçmişe yansıtılmıştır. süreklilik gösteren yapıların ortaya çıkartılması için en başta dizge, yapı kavrayışının bulunması gerekir; oysa nesep, soy örneğin kutsal kitap’ın nuh’un oğulları anlatısındaki gibi olabilecek en basit geçmiş tasarımıdır.yoksa dna araştırmalarının tanıtladığı gibi anadolu’nun kimi bölgelerinde eskiçağda yaşamış kişilerin soyundan gelme kişilerin yaşadığı kuşkusuzdur .
    suat sinanoğlu konuyu uygarlık tasarımına bağlayarak klasik bir ortaöğretim kurumunun kurulmasını ileri sürer; değil mi ki içten sönmüş, yaratıcı kudretini yitirmiş doğu uygarlığı yerine seçilen batı uygarlığının kaynakları yunan-roma dünyasındadır (sinanoğlu1952). bu yazıyı yankılayan yanıt yunan-latin ahlak anlayışını genel çizgileriyle irdeleyen o. burian’dan gelir (1952) . nermin abadan (1956) “humanist eğitim hakkında” yazısında epeydir teknik öğretimin alanının genişlemesi karşısında kimi amerikan üniversitesinde uzmanlık bilgilerinin verilmesinden önce dünyayı bütün olarak kucaklayan bilginin verilmesi yönündeki eğilimi belirtir. abadan’ın yaptığı hümanist eğitim bölümlemesi en eski örneklere dayalı, retorik, tarih, felsefe, edebiyat bölümlemesidir; bunları yalnızca anmakla yetinir, ayrıntılı bir eğitim tasarısı sunmaz, yunanlılardan başlayarak andığı yazarlar arasında batılı olmayan bir tek yunus vardır. ona göre bu ana metinlerin okunması öncesiz sonrasız değerlerle temasa geçmek, geçici ile kalıcıyı ayırt etmek bakımından eğiticidir. "

    hatta tansu açık 'ın düştüğü not ise halikarnas balıkçısı'na getirilmiş bir eleştiri mahiyetindedir:

    "halikarnas balıkçısında batılılaşmak, cumhuriyet devrimleri izleklerine rastlanmaz, aradaki çağları atlayarak batı anadolu halkında eskiçağı bulur; yalnızca soy gerekçesinden olacak biz “klasik çağın gerçek varisiyizdir” (1955: 4); bütün çabası yunan uygarlığının temeli ionlar akalar yunanlı değildir, büyük kültür başarılarının dinlerinin ardında anadolu “köken”ler vardır önermelerini kanıtlamaya çalışmak olacaktır. dolaylı olarak ilk tarih kongresinin bir yönünü sürdürdüğü bu savlarla yahya kemal’inkini karşılaştırsak “biz coğrafyaca, kısmen de medeniyetçe yunanlıların vârisiyiz. bu verasete din mâni olmuştur” diyen yahya kemal (yücel 1989: 255) ağır çeker. balıkçının sıraladığı “anadolulu”lar klasik çağ öncesi yaşamış kişilerdir, zaten platon, sokrates , tragedya şairleri, aristoteles ilgisini çekmez, ilk ikisi için ayrıca ağır lâflar eder, geniş bilgi için (kranz 1999: 93-157). dolayısıyla tanıl bora, balıkçıda “tarih tezi”nin milli evrenselciliğinin naif bir esintisini sezmekte haklıdır (1998:38). herkül millas’ın dikkat çektiği ( 2000: 240) “tarih ve batı görüşü” yazısında düşünür, konuşur insanın orta asya’da türeyip, göç sonucu akdeniz’e doğru aktığından söz eder ( 1971: 60). herkül millas’ın vardığı sonuca göre 1966 yılında yayımlanan turgut reis romanında tek bir olumlu hıristiyan yoktur, türk akıncılarsa yalnızca tutsakları kurtarmak için saldırır (millas 2000: 126-129). yazarlık yaşamında eskiçağ çok sonra gelir, kendi ağzından altmışından sonra mitologyayla uğraşmağa başlamıştır (kocagöz 1973). halikarnas balıkçısından kaynaklanan toptan nesebe dayalı “köken açıklamalarını” son yıllarda arkeolog cengiz işık savunmaktadır; bunca zaman savlara yeni bir öğe eklememiştir: aynı listeler, yunanlıların yaratıcı olmadığı, bilim ile sanatın anadolu’da doğduğu (aynen böyle!) savları için (işık 2003)."

    görüldüğü gibi salt roman karakterlerinden değil, aynı zamanda balıkçı'nın tezleri üzerinden eleştirilebilmesi olanaklıdır, ama tabi konuya hakim olan için geçerli bir husus bu.

    ayrıca çiğdem dürüşken hoca 'nın http://www.kabalciyayinevi.com/…mantasyon.asp?tip=2 adresinden elde edilebilir olan humanitas dizisi için kaleme aldığı yazıda da o yıllara ve söz konusu emekçilerin üretim ve çalışma şartlarına yönelik bilgi almak da olanaklıdır.

    "edebiyatımızda çeviri ırmağına, yunan ve latin klasiklerinin belli bir program çerçevesinde katılması ve ilk ciddi örneklerinin yayımlanması,1 dönemin milli eğitim bakanı hasan ali yücel’in girişimiyle kurulan ve 28 şubat 1940 yılında ilk toplantısını gerçekleştiren tercüme bürosu’nun yoğun çalışmaları sayesinde olmuş ve diğer dünya klasiklerinin yanında yunanca ve latince klasikler de dilimizde bizimle sohbete başlamıştır. ülkemizin yetiştirdiği klasik filologlar arasında özel bir yeri olan azra erhat, klasiklerin çevirilerine öncü olan tercüme bürosunun çalışmalarını kültürel bir çığır olarak değerlendirir ve 1975 yılında yeni ufuklar’da çıkan bir yazısında, o dönemde yüreğinde hissetmiş olduğu heyecanı adeta yeniden yaşayarak şöyle dile getirir: '“ömrümde geçirdiğim büyük şoklardan biridir: 1939 sonbaharında birinci neşriyat kongresi toplanmış, 1940’ın başlarında da maarif vekaleti’nce tercüme ettirilecek klasikler listesi çıkmıştı. işte bu liste elimize geçince çarpıldım, göklere, yıldızlara merdiven dayanmış da biz o merdivenlerden yukarıya tırmanacağız gibime geldi. bir gün fakülteye giderken nurullah ataç’a rastladım:
    -nasılsın bakalım, kedi yavrusu, dedi kıs kıs gülerekten.
    kedi yavrusu derdi bana, bu deyiş de ustanın bir okşayışı gibiydi benim için.
    -heyecan içindeyim, nurullah bey, bu klasikler listesi ne? kim çevirecek bunları? başta homeros… sophokles, platon… daha kimler kimler, bunları türkçe’ye çevirtecekmişsiniz, olmaz ki çevirebilecek adam yok ki türkiye’de.
    -yok mu? görürsün. ilkin senden başlayacağız, hangisini seçtin bakalım?.....
    ……….
    tercüme bürosu, tercüme dergisi ve klasikler çevirileri türkiye’de bir çığır açmıştır….bu çığır kültür ve edebiyatımıza yenilik getirmekle, dilimizi biçimlendirmekle kalmadı, yayın hayatımızı da bir düzene soktu, bilimde metne ve somut gerçeğe dayanmasına yol açtı, dünya düşünü, yazını ve sanatı ile alışverişe koydu türk aydınını ve sanatçısını. yazara ve okura bir kitap ahlakı aşıladı.”' "

    beşinci boyut: halikarnas balıkçısı takipçileri tarafından eleştirilemez bir peygamber gibi miydi?

    bu sorun ise tümüyle murat belge 'nin abartısıdır. zira azra erhat 'ın salt düşün yazıları nda bile bir sürü eleştirisi vardır. hem metot hem bilgi yönünden. örneklere bakalım mı?

    "
    sf. 34

    aslında h.b., kaynaklarına çok saygılı bir kimsedir, kimden ne aldığını titizlikle belirtmek isteğini taşır, ama düşüncesinin hızlı akışında bir kaynağını, bir alıntısını bilimsel yöntemlerin ve kuralların gerektirdiği biçimde bildirse de, koşaradım ilerlediği yol boyunca bir başka alıntısını belirtmeyi unutur.

    sf. 35

    iolkos tesalyada bir liman şehridir. söylenceye göre, karadeniz'e altın postu aramaya çıkan argonautlar, bu limandan açılmışlardır. h.b. resmini çizdiği bu artemis'in imgesini nerden aldığını bildirmemektedir. ben de şimdiye dek yaptığım araştırmalarla bu resmin aslını bulamadım.

    sf. 47

    dişi dionysos tapıcılarına 'bakkha' ya da 'mainad' denilir: erkeklere h.b. savına göre; 'iobakkhi' denmiştir anadolu'da. h.b. bu savında herodot'un kit. iv. 46. 73. ve 76. paragraflarına dayanır, ne var ki buralarda bir kez olsun 'iobakkhi' gibi bir deyime rastlanmaz.

    sf. 143

    böyle bir şehrin adı ilyada'da geçmez, yalnız bir kez il. l. 39'da apollon smintheus'tan söz edilir.

    sf. 156

    prolegomena denilen eserin kimden olduğu burada belirtilmiyor.

    sf. 159

    bu tanrıçanın adına r. graves, 21.4 'te değinilir, ama h.b. , brizo hakkında söylediklerini yalnız graves'ten almış değildir.

    sf. 162

    h.b., ingilizce olarak verilen bu metnin kimden olduğunu belirtmemiştir. bu metni r. graves'de bulamadım.

    sf. 166

    halikarnas balıkçısı'nın bu «iktibasını» aydınlatmak benim için bir sorun olmuştur. balıkçı bu metni nerden aldığını bildirmez. metni ingilizce olarak verdiğine göre bir çevirisinden almıştır, ama bu çeviri kimindir, hangi kitapta yayınlanmıştır? elimde bulunan almanca nietzsche kitaplarını karıştırdım, bu çevirinin aslını bulamadım. kaldı ki çevirinin aslına bakılırsa, kısaltılmış bir metne, bir özete benziyor. çünkü nietzsche bu fikirleri birçok eserlerinde dile getirmiş, ama hiçbir yerde bu kadar kısa biçimde değil, işin içinden çıkamayınca, hacettepe üniversitesi, felsefe profesörü dr. ioanna kuçuradi'ye baş vurdum. sayın kuçuradi bu metnin nietzsche'nin «götzendammerung» (putların alacakaranlığı) adlı eserinden alınmış olabileceğini bildirdi. bu kitabın «was ich den alten verdanke» (eskilere neler borçluyum) bölümünde balıkçı'nın naklettiği parçalar, tümceler bulunmaktadır, ama arka arkaya değil. demek ki bu alıntı ingilizceye özetlenerek çevrilmiştir. h.b.'nm bunu tam kaynağından bildirmemesi bir kusurdur. a.e

    sf. 172

    burada da alıntının nerden yapıldığı belirtilmemiş. r. graves 'in kitabında arayıp bulamadım.

    sf. 173

    balıkçı'nın burada kuşak sözcüğüne daha alışılmamış gibi takılması şaşılacak şeydir,..

    sf. 192

    h.b. bir gazetede palamedes olayının ilyada'da geçtiğini yazmıştı da ben doğru olmadığını belirtmiştim.

    sf. 194

    burada h. b., bir yanlışlık yapmış olsa gerek, , stesikhoros diyor, oysa homeros ile stesikhoros'un meleagros'tan dem vurduklarını söyleyen simonides' tir, bu lirik şair kendinden yüz yıl kadar önce yaşamış ve destansal ilahiler ve övgüler yazmış olan stesikhoros ile homeros'tan söz edebilir; elinde bir ilyada'nın bulunması olası olan da elbette ki simonides'tir. h. b., iki adı yazarken karıştırmış olacak.

    sf. 195

    h.b. sının herhalde gene gilbert murray 'den aldığı bu tümcek "he mentions" diye başlamakta, ne var ki bu "he " nin kim olduğu anlaşılmamaktadır.

    sf. 200

    h.b. 'sının burada, tantalos'a neden izmirli dediği anlaşılmaz, tantalos sipylos, yani manisa dağının ve eteğindeki magnesia'nın kralı olarak bilinir, ionya'lı değil, lydia'lıdır. izmirli demesi genelleme olsa gerek, çünkü başka yazılarında tantalos ve pelops 'un asıl kaynağını kesinlikle belirtir.

    sf. 203

    h.b. bundan sonra yaptıgı ingilizce alıntıların nereden, kimin hangi eserinden olduğunu belirtmiyor.

    sf. 204

    akhilleus'un klasik sonrası zamanlarda yapılan etimolojisine göre bu ad a-keilos'tan gelmedir ve dudaksız anlamına gelir. oysa bu açıklama uydurmadır, sözlüklerin hepsinde akhilleus'un etimolojisinin bilinmediğ kayd edilir. h.b., kendisinin de uydurma dediği bu efsaneyi nerden naklediyor? g. murray'den olmasa gerek.

    böyle bir olgu ilyada'da kesinlikle yoktur, akhilleus myrmidon ordusunun başındadır ve bu ordu öbür akha komutanlarından epey ayrılmaktadır, hatta troya önündeki akha'ıar kampında uzak bir yerde yer almaş bulunmaktadır. tabii îl-yada'ya göre, ne var ki h.b., burada söylediklerini llyada'dan başka kaynaklara dayanarak söylüyor. bu kaynakları ne yazık kî yeterince bildirmiyor.

    sf. 205

    bu kez h.b. fransızca bir metin kopya etmektedir. acaba nerden alınmış bir metindir bu?

    sf. 212

    bunun artık kesinlikle ileri sürülemediği blegen kazılarında ortaya çıkmıştır. bkz ilyada önsözü

    sf. 213

    önce r. graves'in, sonra da h.b.'sının home-ros'tan bunca yüzyıl sonra yaşamış bir bizanslı sözüm ona bilginin savlarına dayanarak bu çirkin, troilos öyküsünü ilyada'dan bilmeleri şaşılacak şeydir. ingiliz yazarı bu troilos işinde herhalde shakespeare'in etkisinde kalıyor, ama h. b., akhilleus'un ilyada'da canlandırılan kişiliği ile bu çeşit sapıklıkların bağdaşmadığını nasıl görmemiştir?

    sf. 214

    görüldüğü gibi r. graves 'in savını kanıtlamak için baş vurduğu kaynakların hepsi, klasik çağlardan çok sonralarıyla ilintili pek güvenilmez görülen kaynaklardır.

    sf. 216

    troilus and cressida 'nın kaynakları besbelli ki ortaçağ şövalye romanlarından gelmedir. h.b., bunu belirttiği halde, nasıl oluyor da ilyada'da hiç sözü geçmeyen , daha dogrusu ilyada'da briseis olarak geçen bir kızı kalkhas'ın uydurma bir ihaneti öyküsüne bağlayıp homeros ile ilintili gösteriyor; buna da şaşılır.

    .. keçi değil, geyiktir.
    .. burada h.b. ne demek istiyor, belli değil, olduğu gibi aktarıyorum.

    sf. 217

    bu çeşit savlar ne yazık ki bilimsel olabilecek hiçbir esasa dayanmamaktadır. h.b. mythoslara tarihsel oluşum ve gelişim içinde eklenen kimi motifleri bir tüm olarak almakta, çeşitli söylence anlatımları arasında hiçbir ayırım yapmamaktadır.

    sf. 220

    bundan sonraki alıntının kimden oldugunu belirtmiyor h.b., gene guthrie'den oldugu kanısını verir.

    sf. 224

    h.b.'sının homeros'tan sonra uydurulmuş oldukları besbelli olan bu çeşit söylenceleri ilyada'da araması, bunlar ilk anlatımda vardı da sonra atıldı gibi savlardan yana çıkması bir çelişkidir. h.b., bu konularda hem batılı bilginlere karşı çıkmak ister, hem de onların kullandıgı belge ve savları işlemekten kendini alıkoyamaz.

    sf. 225

    h.b., bu parçayı r. graves, 39.8'den almıştır, kaynak göstermemiş.
    "

    görüldüğü gibi salt bu eserde bile, azra erhat'ın özellikle homeros ve ilias'a dokunan h.b. savlarına tepkisi çok serttir. bırakın h.b.'na bir peygamber bir itaat etmeyi, onu bu hususta yerden yere vuruyor, çok net. murat belge'nin eleştirisi de düşüyor haliyle.

    evet entirimi kesiyorum burada, yeteri kadar o döneme ve o dönemin zihniyetinde üretim çabalarına başka başka başlıklarda değinmeye devam edeceğim.

    not bu entiri kötülense ne olur, o sıkı takipçilerinin canına okuyan bir yazı oldu bu.
917 entry daha
hesabın var mı? giriş yap