• en güzel vasıflardandır.

    sahip olması bedavadır. ama bu kadar az kişide olduğuna göre manevi bedeli çok sanırım. zayıflık olarak algılanması da cabası.

    herkes bilir dobra olacağım derken patavatsız olmayı veya farklı olanla alay etmeyi. çünkü kolaydır. ama esas önemli ve zor olan, içten gelen nezaketle insan kazanabilmektir.
  • kardeşim ilkokul 2. sınıfa giderken, 23 nisan'da macar bir misafirimiz olmuştu..
    tek kelime ingilizce bilmeyen, vücut dili ve kaş göz işaretleriyle anlaştığımız dünya tatlısı bi velet çıkıp gelmişti..
    gelirken, bu çocuğun yanına bir paket iliştirmişti annesi, kim oldukları hakkında hiç bi fikri olmadığı, çocuğunun geçici ailesine hediyeler göndermişti nezaketle..

    paketi açtık, içinden şarap olduğu şişesinin formundan anlaşılan bir şişe ve bir poşete konulmuş, kırmızımsı bir toz çıktı..
    ufaklığın önünde, misafirliğinin ilk günündeki çekingenliği de atmasına yardımcı olur düşüncesiyle, sevinçten çıldıracakmış gibi olduk.. mutluluktan şekilden şekle girdik..
    kah şişeyi alıp inceledik, kah çocuğa sarılıp bir daha teşekkür ettik.. kah şişenin üzerindeki macarca yazıları türkçe okuyup gülmelerden gülme, kahkahalardan kahkaha beğendik..

    annem şişeyi alıp yere düşürüyormuş gibi yaptı son anda yakaladı gülerek.. ben kafaya dikiyormuş, gibi yaptım, sonra koltuğa yığıldım sarhoş gibi..
    ufaklığın endişeli yüzünü güldürme görevini başarıyla tamamladı o bi şişe şarap.. ancak kırmızı tozun ne olduğu konusunda hiç bi fikrimiz yoktu..

    ufaklığa sorduk, ağzını büzüp, baktı yüzümüze.. yüksek sesle, heceleyerek bi daha sorduk "bu ne dir?"
    yine yanıt yok..
    epey bi süre ne olduğunu anlamaya, çocuğun ağzını büzerek, arada macarca söylediği kelimeleri anlamlandırmaya çalıştık..
    en sonunda annem açtı poşeti, kokladı tozu: "aaaaaaaa baharat bu.. tamam tamam.." dedi..
    annemin "anladım ben" jestine, kafa sallayıp gülerek karşılık verdi ufaklık..

    akşam yemeğine teyzemleri de davet ettik, yeni ailesini yavaş yavaş tanısın istiyorduk çocuk.. bizimkiler de merakla bekliyodu zaten tanışmayı..
    teyzem çocuk gelmeden günler önce, pasta börek, sarma ve ezcümle türk yemeği marifetini ortaya dökmeye başlamış, o akşam yemeğini hafiften bi şölen havasına büründürmüştü..

    hep beraber sofraya oturduk.. velet gördüğü ilgiden ve yemeklerden son derece memnun, arada gülüyor, teyzemin tabağına doldurduğu yemekleri yemeye çalışıyor, kardeşimle aralarında geliştirdikleri bi çeşit ağızla ses çıkarıp gülme oyununu oynuyordu..

    yemeğin ortalarına doğru annem "aaa şarapla baharatı da getireliiimm" dedi bana, sevinçle bişey hatırlamış gibi..
    hızlıca hediyelerden bahsetti.. eniştem "getirin tabi" dedi, "beğenmedik sanmasın, üzülür yavrucak"..
    kalkıp getirdim şarapla kırmızı tozu..

    eniştem açtı şarabı, annemle teyzemin bardaklarına doldurdu, "ben rakı içsem iyiydi ama hadi neyse" dedi kendine de koydu.. ısrarlarıma dayanamayıp, yarım çay bardağı da bana verdi, anneme çaktırmıyormuş gibi yaparak..

    hep beraber içtik, beğenmelerden ne yapacağımızı şaşırdık.. abartılı hareketlerle başını sağa sola sallarken "ben böyle şarap ömrümce içmedim yav" diyordu eniştem.. teyzem "ııımmm ııımmm nefis vallahi nefis" diye gözlerini kapatıyordu çocuğa karşı..
    ufaklık da sevindiği belli olan hareketler yapıyor, çizgi gibi olmuş mavi gözleriyle gülümsüyordu habire..

    sonra annem etleri servis yaptı.. eniştem aklına süper bi fikir gelmiş gibi kırmızı toz poşetini eline aldı, kokladı derin derin..
    "ııımmmııhhh tam et baharı bu yav" dedi.. az önceki coşkusundan bişey kaybetmemiş şekilde, daldırdı elini poşete.. koca bi tutam alıp tozdan, çocuğun gözlerine baka baka, yine son derece abartılı jestlerle serpti etine..

    çocuğun yüzündeki ifade anlamsızlaştı bi an.. gülücük yüzünde dondu, sonra şaşkınlığa doğru bi ivme kazandı..
    hiç beklemiyorduk, gülsün diye bir tek masaya çıkıp göbek atmadığımız kalmıştı..
    eniştem nerede yanlış yaptığını anlayamadı ama nezaket eksikliğinde aradı şuçu.. "ya böyle de olmadı ki bu, boş baharatlık yok mu ona koysaydık" dedi..
    ben koşup boş baharatlığı yetiştirene kadar, teyzem de kaşığının ucuyla bol bol serpti yemeğine baharattan..

    çocuktaki şaşkınlık ifadesini tansiyondaki düşüş, mutluluk trendinde azalma gibi yorumlamaya aşırı meylettiğimizden, aklımıza çocuğun bişeye şaşırmış olabileceğinden çok bişeye üzülmüş olabileceği geliyodu.. yaptığımızda bi terslik değil eksiklik arıyoduk..

    annem kırmızı tozu baharatlığa nakletti.. sonra kendi tabağına da serpti bol bol.. "al al" diye bana verdi..
    gülerek serptim ben de.. sonra kardeşimle ufaklığın tabağına da ihtiyatlı bi şekilde serpiştirdim..
    ne bu tatdan mahrum kalsınlar istiyordum, ne de acıysa baharat yanıp kavrulsunlar..

    çocuk gülümsemeyi hepten bırakmıştı artık.. çatalını da koydu kenara ööyle bizi seyrediyordu..
    biz dosdoğru yaptığımızda eksik aramaya koşullanmış beynimizle, baharatı sofradaki herşeyin üzerinde "elbet birinde gülecek bu çocuğun yüzü" kafasıyla tek tek deniyorduk..
    çocuk gülmedikçe daha da hırslanıyor, daha da delileşiyorduk..

    poşetteki kırmızı tozu yarıdan fazla tüketip, hala bebeyi bi tebessüm bile ettiremeyince tatlılara geçtik..
    aklımızda koca bi soru işaretiyle tatlımızı yedik..

    ertesi sabah çocuğu kardeşimle birlikte okula götürmeden önce kahvaltıya oturduk.. sofradaki zeytinin, peynirin, domatesin üstüne kekikle beraber, bol bol kırmızı tozdan serpmişti yine annem..
    çocuk sofraya geldi, ekmeğin ucunu kemirerek yumurtasını yedi bi tek.. biz yumurtalarımıza da döktük tozdan, çocuk elimde baharatlıkla yumurtasına doğru uzanınca iki eliyle birden yakaladı bileğimi.. seslenmedik..

    çocuğu götürdük okula, ilk günün hengamesiyle grup liderine de soramadık kırmızı tozun akibetini..
    ertesi gün de bol bol tükettik.. çocuk artık şaşkınlığı üzerinden atmıştı, kırmızı toza asla yaklaşmıyor ancak; biz yedikçe kikir kikir gülüyordu artık..

    3. günün sonunda bi fırsatını bulup sorduk lidere..
    bizimle beraber bikaç aileye daha gitmişti bu kırmızı tozdan; ancak onların misafir çocukları daha güleç ve toraman, anneleri de daha az endişeli olduğu için kimse açıp tüketmekte bizim kadar hızlı davranmamıştı..

    liderleri dilinin döndüğünce anlattı; o meşhur çorbayı..
    bizdeki tarhananın macar olanı diyeceğim neredeyse.. bildiğimiz çorbaymış o toz..
    hiç bişey çaktırmadık, "biz günlerdir o tozu yemelere doyamadık, neremize süreceğimizi şaşırdık" demedik hiç..
    annem diğer annelerle beraber "hımm belliydi canım, çorba tabi" diye mırıldandı yan gözle beni keserek.. "bişey söyle de etlerini burayım senin" bakışıyla bana bakıyodu bi taraftan da..

    çorba konusu bi daha açılmadı hiç, poşetin dibinde azıcık kalmış toz sofraya bi daha hiç gelmedi..

    çocuk memleketine dönerken, bir şişe rakı, deri kaplı küçük boy bir tavla, yarım kilo da köftelik bulgur koyduk çocuğun yanına..
    rakıyı etlere döküp, tavlanın pullarını kemirmedilerse de köftelik bulgurla kafalarının biraz karışmış olmasını umuyoruz hala..
  • nezaket, kendinizi ne kadar çok, diğerlerini ne kadar az düşündüğünüzü karşınızdakine belli etmemektir.
  • zor zamanlarla sınanması şarttır..

    sulh devrinde elbette amaca ulaşmak için nazik olur kişi.. -miş gibi.. ama sıkıya gelince göreyim o nezaketi bir de.. bakalım ademevladının sesi, tavırları o kerte kontrollü ve sevecen mi..?

    yıllar evvel okuduğum bir kitaptan* hatırladığım en önemli enstantanedir: esas anlatıcı, meşhur öğretmenini* bize tanıtırken sağlığında ne kadar nazik bir beyefendi olduğunu anlatır.. kapıdan geçmesi için öğrencilerine bile öncelik tanıdığını, yol verdiğini söyler.. sonra bunu bir deprem sırasında da aynıyla yaptığına şahit olduğunu anlatır.. ve bu bu satırları yazan için pek çok şey değişir o an.. pek çok davranış türü çöpe gider, pek çok eksiklik yerli yerince boşluklara tam olarak oturur.. koca kitaptan hatırda kalan topu topu bir tek paragraf parçacığı..

    ve alınan kâm odur ki: "dönüp içine bak.. eğer samimi olmadığın, en zor anda dahi tekrar edemeyeceğin davranışların, tavırların varsa hepsinden kurtul.. en sıkı saatte bile tekrar edilmesi gereken sağlam adımlar, doğru duruşlar edin kendine.. bunlar o kadar sade ve hedefe yönelik olsun ki, uygulaması ve hatırda tutması kolay olsun.. yük olmasın sana, yük alsın bilakis.. hem senden hem ötekilerden.."
  • insanları rahatsız etmemenin püf noktalarının ezberlenilmiş rotasıdır.
  • bir erdem. sahip olmayanla muhatap olmak gonule yazik etmektir.
  • ali püsküllüoğlu, “başkalarına karşı incelikli ve saygılı davranma, incelik, naziklik. (bir durum veya iş için) dikkatli, özenli davranmayı gerektirme, önemli olma, önemlilik.” diye tanımlamış.
    ferit devellioğlu, “naziklik, zariflik, incelik, terbiye, edeb, ehemmiyet.” diye tanımlamış.
    sevan nişanyan’ın örneğini yazmayayım dedim.

    “kendimce”sini anlatayım ben bir de. ikiyüzlülük, samimiyetsizlik, korkaklık gibi değerlendirenler olmuş. nezaket doğru bildiğini söylemeyip muhatabın duymak istediğini söylemek değil ki. nezaket, doğru bildiğini -ya da hadi gerçek düşünceni diyeyim- illa ki söylemek zorundaysan terbiye ile söylemektir. lambur lumbur söyleyince sana “dobra” değil, “nobran” diyorlar haberin ola genç insan.

    sana kapı tutana, yol verene, herhangi bir nazik davranışta bulunana kibarca karşılık vermek değil nezaket sadece. mahallenin kedisine, köpeğine selam vermek, kuşlara el sallamak, tependen geçen uçağa bakıp “uçak babama selam söyle” demek de nezaket. kocaman bir ağaç gördüğünde gövdesini sevip de “ah cânım ağaç kaç zamandır buradasın?” diye sormak asıl nezaket. kaç kişi hâlini hatrını sormuştur ki gölgesinde dinleniverdiği bir ağacın? “aman allah’ım bu ne çirkinlik?” demek yerine her “sence çirkin”de bir güzellik bulabilmek asıl nezaket.

    insanların yarasının “nerede” olduğunu, “kimin” ya da “neyin” elinden olduğunu bilemezsin. bunu unutma. “kalp kırmak kabe’yi yıkmaya eş değer” derler, inancın her ne olursa olsun bunu da unutma.

    daha en az altmış tane örnek sıralanabilir, gerek yok. nezaketten dem vurup, hassaslıktan başka bir şey konuşmayıp uygulamaya gelince nobranlaşan yüreklere acil şifalar dilerim*.
  • acayip bi şey hakkaten. insana istemediklerini üstelik melih gökçek gülümsemesi ile yaptırıyor: işyerinde sekreter bir ablamız, sitem etti bugün. kendisiyle artık hiç ilgilenmediğimi, çoğu zaman selam bile vermeden geçtiğimi söyledi. utandım ya la. kadın bilmiyor tabii, benim kafa bindörtyüzellialtı. gönlünü alayım diye bir iki kelam edeyim dedim. kuru pasta yiyordu, bana da ikram etti. teşekkür ederim dedim, almayayım. büyük bir risk aldım ve: "saçlar mı değişmiş, ne güzel olmuşsunuz?" dedim. bingo! biraz saç renginden konuştuk. biraz işten güçten. nitekim, affettirdim kendimi. sempatik bir hava oluştu. kuru pastadan almam için bir kez daha içtenlikle ısrar etti. "eh," dedim, "alayım hadi bir tane." kuru pastaya doğru hamle yaptım. tam elime alıyordum ki: "gerçi biraz bayat ama..." dedi. çok değil bir seksen saniye elim havada bekledim. dondum. pencereye kondum. e be kadın! madem bayat niye yiyorsun? hadi sen yiyorsun, bana niye ikram ediyorsun? hadi teklif ettin niye ısrar ediyorsun? sun! sun! "olsun." dedim, yavşakça gülümsedim, aldım, ağzıma attım. işte nezaket, bayat pasta yiyebilmektir ki, ben sokarım böyle nezakete afedersin.
  • platon " nazik olun, çünkü karşılaştığınız herkes farkında olmadığınız zorluklarla boğuşuyor." der ve fernando pessoa ekler;
    " kimseyle alay etme, asla kimseyi küçük düşürme, kalbinin en ücra köşesinde bile yapma bunu. insan yaşamı alaya alınmayacak kadar hüzünlü ve ciddidir !"
  • nezaket üzerine çok daha fazla düşünüyorum son zamanlarda. nezaket, saygıyı da barındıran ince bir düşüncenin davranış hali gibi geliyor bana. alışverişten sonra kasiyere gülümseyip teşekkür etmek, iş arkadaşınızın elbisesini beğendiyseniz bunu dile getirmek, çalışan işçilere "kolay gelsin" demek ya da sizin için yemek pişiren birine "ellerine sağlık" demek çok hoş davranışlar ve yapıldığı zaman da karşıdakini iyi hissettiriyorlar. en azından ben böyle düşünüyorum.

    insanların birbirini düşünerek hareket ettikleri zaman yaşamın çok daha güzel ve rahat olacağına inandığım için buna uygun davranmaya gayret ettim hep. söz gelimi teşekkür etmek, özür dilemek, birilerine kapıyı tutmak, bir yere girerken ya da bir yerden çıkarken onlara öncelik vermek gibi davranışları sık sık yapmaya çalıştım; çünkü yaşamı birbirimiz için güzelleştirerek iyi hissedebileceğimizi düşünüyordum. gülümsemek ve selam vermek iletişim için olduğu kadar iyi duyguların aktarılmasını da sağlıyor bence. buna inanıyordum. sonra biri bana "insanlara yaranmak için mi nazik davranıyorsun?" dedi. böyle davranışların başka türlü de algılanabildiğine ilişkin hiçbir fikrim yoktu. sonra başka biri "bu kadar nezaket bana çok yapay geliyor" dedi. ardından başka insanlardan "teşekkür ederek beni geriyorsun" cümlesini duydum. duyduğumdan beri kendimden ve niyetimdem kuşku duyuyorum.

    bu başlığa yazılanlara da göz attım. nezaketin karşıdakinden çıkar sağlamak için kullanıldığına inanan, nezaketin yapay olduğunu söyleyenler olmuş. sayıları da az değil. toplumda gerçekten böyle bir algı olmasa yazılmazdı sanırım. ben de duymazdım belki de. insanların hep birlikte mutlu, huzurlu ve rahat yaşamasının çeşitli koşulları var. bu koşullar yerine getirildiğinde ortaya çağdaş bir toplum çıkıyor. çağdaş bir toplum olabilmenin en önemli koşullarının nezaket, saygı ve hoşgörüdür ve sanılanın tersine, çağdaş bir toplum olabilmenin ölçütü ölçüsüz özgürlükler değil, kurallardır; çünkü aklına gelen her şeyi istediğin gibi söylemek, her yerde istediğin gibi davranmak özgürlük değil, kuralları çiğneyerek hak ihlali yapmaktır. hakaret etmek ve insan karalamak ifade özgürlüğü değil, özlük haklarına saldırıdır. saygı göstermek, sanılanın tersine, çağdaş bir toplum olabilmek için bir seçim değil, bir zorunluluktur (ki eğitilmiş bir zihin bunları zorunluluk olarak görmez; içinden gelerek yapar diye düşünüyorum). herhangi bir fikri ifade etmenin, tartışmanın ve eleştirinin bir adabı vardır.

    var olmasına vardır da, bizim toplumda uygulayan var mıdır?

    üzerine konuşacak çok şey var da, nezaketle ilişkili yazdığım için saygı ve hoşgörüye çok girmeden anlatmayı sürdüreyim.

    nezaketin neden yapaylık olarak algılandığını ve çıkarcılıkla ilişkilendirildiğini düşünüyorum yıllardır. bugün kafama dank etti. bence nezaket bu topraklarda uzunca bir süredir sosyal beceri kullanılmıyor. belki de tarihin hiçbir döneminde kullanılmamıştır; bilmiyorum. sosyal becerinin ne olduğunu açıklayayım bu noktada. sosyal beceriler, insanların birbirleriyle kurdukları etkileşimi ve iletişimi destekleyen herhangi bir beceridir. bunlar sözel ya da sözel olmayan beceriler olabildiği gibi, çeşitli kurallar izlenirken ve kişiler arası ilişkiler kurulurken kullanılırlar. her toplumun kendine özel sosyal becerileri vardır. söz gelimi, türkiye'de insanlar ilk tanışmada el sıkışılarken japonya'da taraflar karşılıklı olarak eğilerek selam verirler. bireyler içinde yaşadıkları toplumların sosyal becerilerini öğrenerek büyürler. sosyal becerileri yetkin olarak kullanabilmek bireylerin sosyo-kültürel uyumları için gereklidir. özetle, bizim toplumumuzda nezaket sosyal bir beceri değil. nezaket; eziklik, yapaylık, çıkarcılıkla ilişkilendirildiği için işlevsel bir davranış değil çünkü. sizin topluma uyumunuzu sağlamak bir yana dursun, sizin toplumdan dışlanmanıza ve altta kalmanıza bile yol açabiliyor; çünkü bizim toplumda işlevsel olan davranış kabalık. hatta saldırganlık, saygısızlık ve hoşgörüsüzlük. saldırgan ve kaba siyasetçilerin üstün görülmesi, kaba insanların güçlü algılanması da hep bu yüzden. çağdaş bir toplum değiliz ki nezaket, saygı ve hoşgörü bir sosyal beceri olarak kullanılsın. hal böyle olunca da nezaketi karşı tarafı düşünüp onun yaşamını kolaylaştırmak için değil de karşı taraftan çıkar sağlamak için kullanıyorlar insanlar. ben fark edememişim bugüne kadar.

    ben bir şeyleri hep nezaketle ifade etmek gerektiğine inandım; çünkü nezaketle ifade edilmeyen düşünce, fikir ya da bilgiler amacına ulaşmıyor diye düşünüyordum. birlikte huzurlu, mutlu ve rahat yaşamanın birbirimize saygı ve hoşgörü göstermenin yanı sıra nezaket göstererek de sağlanacağına inanıyordum. kendime bir çay alırken arkadaşıma da almanın, otobüse binerken şoföre selam vermenin ya da bir mağazaya girerken yanımdakine öncelik vermenin güzel davranışlar olduğuna inandım hep. buna göre de yaşamaya çalıştım; ama bazen öyle şeyler duyuyor ki insan, yaşamdan soğuyor. yaşamdan soğumayı da geçtim; kendinden bile soğuyor. yaşamı birbirimiz için çekilmez hale getiriyoruz.* birlikte güzel yaşamak bu kadar zor olmamalıydı oysaki.**
hesabın var mı? giriş yap