• düşün ve tartışma faaliyetlerinin öğretici kimliği bir kenara, ki inandığım bir şeydir fakat bilgisizliğin doğurduğu bilgi varmış hüviyeti, kişileri ve tartışmaların boyutunu yanlış yönlendirmesin diye, olabilecek güzel bir örnektir; ayrıca muhteşem bir karakteristiği daha var; yanlış bilgi, eksik bilgi, hatta bilgisizlik sunulacak ki, bilgi verme işlemi beri yandan, hangi engebeli yolda, hangi konulara cevap veyahut çözüm ve hatta veri ortaya koyabilecek bu konuda yardımcı olabilecek, işte tam bu söylediğim için muhteşem bir örnektir 'mitoslarin uygarlasma ve insanlasma sureci'

    şimdi gelelim şu eksik bilgilere ayar çekmeye, düzeltmeye;
    mitos insanın doğasına aittir, "mitoslarıyla birlikte yaşayan insan için mitoslar yoktu." ifadesini kullanabilmek için iki veriye bakmamız lazım;
    a) tarihsel kimliklerinde insanların gelişimleri b) edebi açıdan o insanlar tarafından ortaya konan eserler
    örnek; hatta öyle bir örnek ki; mısır - yunan ve roma mtiolojilerinin aralarındaki kültür alışverişleri, hatta tanrı alıp tanrıça vermeler, herodotos'dan kavradığımıza göre; en basitinden etrüsk sektörünün, asia minor'den çizme'ye taşıdığı yerel tanrıların zaten evvelden grek ve doğu kökenli olduklarını düşünürsek, italia'ya geldiklerinde bir de burada daha sonra bizim roma gizem dinlerine de malzeme ve çok ilginçtir roma gizem dinlerinin de ona malzeme olacağı ve romalılık virtus 'unun kaynağını oluşturacak olan (hatta ilerleyen yüzyılda imparatorluk kültü de bundan oluşacak.) karışım şöyle formülleştirilir;
    roma= etrüsk + birleşikten önceki kavimler + grek
    yani çok ilginçtir; zaten evvelden grek etkisindeki etrüsk tanrıları, bir de italya'da grek etkisinden muzdarip bir halde romalılık virtus'unu destekler, ona kutsi bir zemin oluşturur. şimdi bunları neden anlatıyorum; çok farklı şeyler değil, eğer bazı kavramları , bazı tarihsel süreçleri bilmezsek, mitoloji denen hikayeler bütününün formülünü bilmezsek, yanılgılara düşeriz; "mitoslarıyla birlikte yaşayan insan için mitoslar yoktu" ifadesi inanılmaz eksik bir ifadedir, başında sonunda başka cümleler tüketilmeli; zira her dönem için romalılar için mitoslar mevcuttu, bunları biliyorlar hatta bunları bildikten, romalılar gelişim felsefelerinde bu bildiklerine ve kutsal inançlarına dayalı virtus yani karakterlerinde tanrılarıyla şöyle yüzleşiyorlardı; do ut des. yani tanrılarına vermen için veriyorum diyorlardı mitoslarına dayanarak, tabi o döneme şu anki kafayla bakınca bunun manasını algılayabilmek imkansız hatta eksik bilgi vermeye sebeptir;
    zira bu sözlükte kaç defa yazdım bilmiyorum; vergilius 'un aeneis 'i bir mitolojik eserdir! tamam mı? herkes anladı mı, çok basit bu eser; aslında mitolojik bir eserdir, ama yazarı belli, hatta içinde günün roma yaşantısına ara ara pencere açıyor ozan, güncelliği de sabit. peki ya nasıl mitolojik bir eser olabiliyor? işte o kültür bilinmezse, buradan yani i.s. 2006 yılından olaya bakılırsa, yarım yamalak fikirler,sanki "hm evet bin yıllık bir açık yakaladım. bana mantıklı gelmiyor." tadında ortaya konabilir, bunu asla anlayışla karşılamıyorum, bilgisizlik olur öğrenirsin, ama eksik ve özla alakasız fikir teatilerini asla kabul etmiyorum.
    şimdi verdiğim örnekte; vergilius 'un yani yaşadığından emin olduğumuz adamın, roma 'nın yaşayan en büyük ismi augustus 'a prototip oluşturduğu, onun kültür reformlarına destek mahiyetindeki destanını homerik epikten çok ama çok farklı bir yere koymalıyız, nasıl olur da bu dönemin yaşayanları için mitos yoktu diyebiliriz, ya mitos 'un manasını bilmiyor, ya da bildiğini anlatamıyor, sorun burada.

    dedim ya hani vergilius etiyle kanıyla bir şair ve yazdıkları pragmatist bir felsefe güdüyor diye, onu geçtim, o fazlasıyla bildiğimiz bir hadise, emin olduğumuz, elimizde milyon tane komentar bulunduran bir eser aslında homeros 'dan sonraki süreci bilmemek de benzer yanılgılara düşürür insanı ona bakalım biraz, zira değişken hikayelerin, aktarıldıkça süslenmesi, halk türküleri olarak zenginleşmesi hatta bazen ilk halleriyle çelişmeleri söz konusudur. yani burada olabildiğince kaynak vermeye çalışıyorum ama bu kadar aşikar ve kabul edilmiş bir veriye de milyon tane kaynak vermem zaman kaybı ve abes olacaktır, onun yerine örnekler vermem daha mantıklı olacaktır;

    bakınız oidipus 'un ölümünü anlatan ve birbiriyle oldukça çelişen iki hikaye günümüze kadar gelmiştir; bunlardan birinde homeros, kahramanın bir kavga sırasında gururlu bir şekilde hayatını kaybettiğini söylerken; apollodoros ve hyginus ise, iokaste 'nin kadmea soyundan gelen kardeşi tarafından ülkeden kovulan oidipus 'un uzun yıllar kör bir dilenci şekilde sefil bir hayat sürdükten sonra attika 'daki kolonos 'a geldiğini ve burada erinysler tarafından öldürüldüğünü iddia eder. bu hikayenin değişmesi durumu bu ayrı konuşulur, taryışılır, bakın buradan neeye varacağız; oidipus 'un gözlerini kör etmesi, mitologlar ve psikologlar tarafından hadım olarak düşünülmüş, daha sonra achilles 'in eğitmeni olan phoiniks 'in, gözlerini oidipus gibi kör etmesi, iktidarsızlığı örtmek için yapılan bir pratik olarak algılanmış. peki bu hadım edişler (!) bize neyi anımsatıyor? hani mitosların (hesiodos, theogonia) insanlaşması manasızdı? uranos ve attis 'in hadım edilişlerinin, destanlara, homerik öykülere insanlaşarak yansımasının örneğidir bu verdiğim örnek. kaldı ki klasik çağda yazılan eserlerde bu durum, her ne kadar ahlaka karşı bulunsa da, olduğu gibi yer almıştır. hatta tekrar oidipus 'a dönersek; şehir tanrıçası urbis dea 'ya meydan okuduğu için lanetlenerek sürgüne gönderilen ve sefalet içinde geçen yıllardan sonra batıl inançlarının kurbanı olarak hayatını kaybeden biri olarak tasvir edilişi, homeros 'un oidipus tasvirinden yine çok uzaktır; çiğdem dürüşken hoca'nın üzerinde sık durduğu bir konu vardır; yunan düşüncesi bukalemun gibidir, renk değiştirir, yetinmez şekil değiştirir. yunan tragedyalarının, hatta komedyalarının roma 'ya uyuşmalarının da en temel sebebi budur. bakın hikayenin insanlaşma sürecine bir halka daha ekliyeyim; gerçi bu kadarı bile yeter, bu başlık altına daha çok ibret sarfetmek istiyorum başka entiriler yoluyla, ama yine de bir örnek daha vereyim;
    oidipus - theseus'un aksiyonlar bakımından benzeşmesi söz konusu olacak;
    oidipus'un, sisyphos gibi, anaerkil yaşam sistemini değiştirerek yerine ataerkil yapıyı yerleştirmeye çalışan, fakat bunda başarılı olamayan bir kral olabileceği de düşünülmektedir. bununla beraber farkı hikayeler incelendiğinde gerçekten de oidipus 'un anaerkil felsefeyi ortadan kaldırmak için uzun uğraşlar vermiş olabileceği muhtemeldir; zira thebai kralı, kızı antigone ile beraber yaptığı uzun yolculuktan sonra attika 'da, kral theseus tarafından toprağa verilmiştir. anlatılanlara göre; isthmoslu olan theseus da pallantid klanından gelen insanların yaşadığı atina 'da, oidipus yaptıklarına benzer bir şekilde ataerkil felsefeyi yerleştirmeye çalışmış , fakat uygulamalarına karşı gelen aristokratların kendisine verdikleri desteği çekmeleriyle hayatının son yıllarını thebai kralı gibi sürgünde geçirmişti. etkilenmeye bakınız iki söylence arasındaki.

    not: religio konusundaki yanlış saptamalara cevap bile vermem, çünkü bu bilgi eksikliğini benim gidermemle çok da faydalı fikirler çıkacağını sanmıyorum. bu kadar da geriye dönüş yapmıyayım, hiç de mütevazı takılmayıp, ufuk açıcı bilgilere devam edeceğim bir sonraki entirimde.

    bu entiride kullandığım kaynaklar:

    apollodoros
    hyginus
    robert graves, the greek myhts
    sophokles, oidipus

    not2: mitolojiyi yunan ve roma 'dan ibaret saymadığımın kanıtı yine kendi entirimdir:

    #9960704
  • aslında giderek istediğim boyuta gelmeye başlamış tartışmanın özünde bulunan öz bu.
    cevat şakir 'in bir diğer örneği euripides 'in bakkhalar piyesinde. piyeste birbirine karşı olarak çatışanlar bakkhos karşısında thebai kralı pentheus 'tur. bakkhos yunanistan 'a giren 'başik' ya da dionysiak akımı temsil eder. pentheus o zaman yunanistan 'ın gerici durumunu dile getirir. euripides , piyesin temel anlamını açıklamak için pentheus 'un maskeleriyle bakkhos 'un maskelerine ayrı ayrı renk ve ifadeler verir. pentheus kapkara sakallıdır, karanlık kafalılığını belirten karanlık yüzüdür. zaten pantheus sözü matem anlamına gelir, oysa ki bakkhos 'un maskesi uzun sarı saçlı, genç ve güleç bir delikanlının aydın yüzüdür. piyeste haberci diye anılan kişi pentheus 'a şöyle der: "..çünkü senin parlayan öfkenden, sert ve müstebit tabiatından korkuyorum." sert ve müstebit tabiat ise gericilikte muhafazakarlığın özelliklerindendir.

    bakkhos 'un günümüz türkiye 'sindeki etkisinin tam anlaşılabilmesi için ilk bakışta konuyla ilgisi yok gibi görünen hususların da ele alınması gerektir. yunanistan 'da kadınlar evlerin arkasındaki iç avluya açılan penceresiz odalarda bir tutsak hayatı yaşarlarmış. hatta çoğu, kocalarıyla birlikte yemek yemezlermiş. atinalı iki atasözü şöyle diyor; "erkeğe sevmek için bir oğlan gerek, çocuk doğurtmak için de bir kadın." - "sokakta görülen kadın kimin karısı ya da kardeşi olduğunu sorduracak yaşta değil, kimin ninesi sorduracak yaşta olmalı." yunanistan, yani atina ve sparta'da kadınlar eğitim görmezlerdi, anadolu kadınlarıysa eğitim görürdü. onun 'cin ilkçağ'ın yüksek kültür sahibi kadınlarının hemen hepsi anadolu'dandır: örneğin midilli. ozan sappho ki okul açmıştı, miletli aspasiya ki filozofların tartışmalarına karışırdı. bir atinalı ancak bir atinalı kadınla evlenebilirdi. perikles, atina meclisinde ağladı yalvardı da onun üzerine meclis olağanüstü olarak aspasiya ile evlenmesine izin verdi. halikarnas'ın gene kıraliçesi artemisiya salamis deniz savaşında kendi filosuna kumanda etmişti. ama anadolulu, suriyeli ve mısırlı kadınlar tutsak edilerek atina'nın esir pazarında köle olarak satılıyordu. en yüksek fiyat bu. köleler arasında anadolululara verilirdi. aşık paşa tarihinde «bacıyan-ı-rum» denenler saygıdeğer kadınlardır. bektaşî şeyhlerinin karılarına da bacı denirdi. bektaşilerde kaçgöc yoktu. bir bektaşi kadın birliğinin şeyhi olabilir ve törenleri idare edebilirdi, nasıl ki bir bakkha kadın da bakkhos birliğinin reisi olabilirdi. anadolu'daki ilk hıristiyan sekline «montanist» yani «dağlılar» denirdi. montanist'lerde kadından papa oluyordu. bakkhos'un yunanistan'a girmesi de kadınları cok sevindirdi.
    euripides'in bakkhalar tragedyasından da anlaşıldığı gibi, bakkhos yunanistan'a birçok asyalı, yani anadolulu kadınla gelir, thebae'lı kadınlar evlerinden fırlayıp bunlara karışır, geceleri dağlarda mesafelerle dans ederler. karanlık düşünceli olan pentheus bunların dağlarda kadın erkek çiftleştiklerine hükmeder. piyeste haberci bu kadınların temiz olduklarını, uslu edepli yattıklarını söyler. ama inanan kim? bakkhos pentheus'la şöyle konuşur:

    bakkhos — cümbüşlerin gece karanlıkta bir başka ihtişamı var.
    pentheus — evet karanlık, kadınları baştan çıkarmaya daha elverişlidir.
    bakkhos — kötülük güpegündüz de yapılabilir.

    kadınların masumluğuna inanmayan pentheus, yani namusluluk taslayan pentheus kadın kılığına girerek görünmemek için ağaçların arkasına gizlenir, ağzının suları aka aka bakkhaları seyre koyulur. pentheus'un aklında hep şu fikir vardır ve o fikri de söyler: «ne yapayım, benim kölem olan kadınların kölesi mi olayım?» euripides bu piyeste ne demek istediğini acık açık anlatır ne tuhaftır ki batılılar piyeste euripides'in ne demek istediğini değil, kendi kafalarındaki atina hayranlığını okumuşlardır.

    frenk dillerinde «person» sözü, kişi demektir. bu söz etrüskçeden alınmadır, etrüskçe'de kişi değil, maske demektir. zaten kişi kuru soğana benzer, kabuk üstüne kabuk, maske üstüne maskedir kişi. bütün kabuklar çıkarılınca, elde hiçbir şey kalmaz. ama bu söz etrüsklerde bakkhos törenlerinin yapılmış ve oyunlarının oynanmış olduğunu gerçekler. çünkü maskeler ancak o oyun ve törenlerde kullanılırdı. şunu da unutmamalı ki etrüskler anadolu'dan italya'ya göçmüşlerdir.
    herodotos da bakkhos'u anar; iki iskit'in bakkhos tarikatından olduklarını anlatır. bunlar kendi eski göreneklerine ve atalarından kalma dinlere pek bağlı olan iskit'ler tarafından öldürülür. herodotos skyles denilen başka bir iskit'ten de söz eder: bu adam anadolu'da milletlerden almış olduğu giysileri gizliçe giyer ve bakkhos tarikatına girer, iskitler ise insanı kendinden geçirterek deli eden bir tanrıdan hoşlanmadıkları için, anadolulu iyonları hor görüyorlarmış. herodotos ' un anlattığına göre de skyles'in bakkhos'a taptığını duyunca, onun da canına kıyarlar.

    bakkhos. i.ö. ikinci yüzyılda roma'ya gelir, orada bakanalya şenlikleri kurulur. roma'da imparatorlar süresince ibakki cemiyetleri vardır. latin şairleri bunlara bol bol değinirler. anadolu'da kanan'lar (suriye'ye sonra, «diyarı ken'an» dedirtenler) bir de anadolu'dan göç edip pulasati adlarını palestin olarak filistin'e verenler bakkhos âyinlerini suriye ile filistin'e taşıdılar. nitekim ki tevrat'ta (samuel kitabının 10'ncu babının 5'nci cümlesi) «ondan sonra filistin askerlerinin bulunduğu allah tepesine varacaksın ve vâki olacak ki oraya şehre girdiğin zaman, önlerinde santur ve tef ve zurna cenk olarak yüksek yerden (yani dağdan) inmekte olan bir peygamberler zümresine rastlayacaksın. ve onlar peygamberik etmekte olacaklar ve senin üzerine ra'bbin ruhu kuvvetle gelecek, ve onlarla beraber peygamberlik edeceksin...» onuncu cümle de şu: «ve oraya gibeaya gelince, işte onu bir peygamber zümresi karşıladı ve kendi üzerine allahın ruhu kuvvetle geldi, ve onların arasında peygamberlik etti.» yedinci samuel kitabının 19'ncu babında bu konuya gene değinilir. g. hoelscher 'in peygamberler hakkındaki kitabında halkın dinsel törenlerde hep birlikte kolektif bir coşkuyla dans etmesine beniisrail'ce "nabi" lik yapmak dediklerini yazıyor. yukardaki «peygamberlik edeceksin» sözü nabilik edeceksin anlamına gelir. nabilik etmenin doğrusu bakantlık etmektir. tevrat cağının israil'inde yahudi ken'anlıların "tabernacle" —yani kutsal emanetler— töreninin kaynağının bakkhos törenleri olduğunu iddia edenler çoktur (robert graves, greek mythology, s. 27, 1). bu törenlerde bir ellerinde arpa başakları, öbür ellerinde yeni şarap kupaları, gece meşalelerle sabaha denk dans edilir, kurban kesilir ve rasgele cinsi münasebette bulunulurdu.
    hattâ ibranî dilinde tanrı yehova adının bakkhos'u çağırmakta bağırılan sözden ileri geldiğinde ayak direyenler vardır. bu sözün aslı «iaoouee» idi. bakkhos'un grekçe çağrısı; «eioi»dir. ama bu çağırış da grekçeye çevrilirken değiştirilmiştir. bu bağırış akdeniz kuzey afrika'sında —araplarda— hızla söylenen «lyu! lyu!» bağırışına benzer. avrupa'da ise bakkhos çağrısı 'evohe'ye döndü, zeybekler "ehaa" ya da "iihaa" diye bağırırlar. bunun bakkhos çağrışıyla ilgisi olma ihtimali vardır. ispanya araplarının dans edilirken " allah" (türkçede de böyle) demeleri günümüzün ispanyollarınca "olle" * ye çevrildiği gibi, bakkhos ünleyişi de çok değişikliklere uğramıştır; ya da her ulus kendi dilince bir aşka geliş bağırışı tutturmuştur.

    işte bütün bunlar bakkhos kültünün uygarlıklar arası seyri değildir de nedir, düşünelim bunu.
  • pelasg 'ların kökenine dair öne sürülen farklı düşüncelerin de örnek olabileceği bir sistematik olan 'mitoslarin uygarlasma ve insanlasma sureci' hususuna robert graves, o çok gümbürtü koparmış çalışmasında bakın neler diyor;

    " a. başlangıçta eurynome, her şeyin tanrıçası, khaos'dan çırılçıplak ortaya çıktığında, ayaklarını basacak sağlam bir yer bulamadığından gökyüzünü denizden ayırdı ve dalgalar üzerinde bir başına dans etmeye başladı. dans ederek güneye doğru gitti ve ardından hareket etmeye başlayan rüzgâr, yaradılışı başlatmaya vesile olacak yeni ve farklı bir görünüm aldı. eurynome etrafta gezinirken, bu kuzey rüzgârını yakaladı, elleriyle ovaladı ve aniden onun büyük yılan ophion olduğunu fark etti! eurynome, şehvete kapılan ophion a kutsal kol ve bacaklara dolanarak, onunla birleşmeyi arzulayana kadar ısınmak için çılgınca dans etti. böylece boreas olarak da bilinen kuzey rüzgârı' na bereket atfedildi;" üstad bunu bakın neye bağlıyor; "kısrakların arkalarını rüzgâra dönerek aygırların yardımı olmaksızın yavrulamaları bundandır. eurynome de bu şekilde gebe kalmıştır." (plinius, naturalis historia iv 35: homeros iliada xx, 223)

    b. daha sonra eurynome bir güvercin kılığına girerek dalgalar üzerinde kuluçkaya yattı ve tam bu sırada "evrensel yumurta"yı (bkz: universal egg) bıraktı. tanrıçanın isteğiyle çatlayıp ikiye ayrılana dek yumurtanın etrafında yedi kez dolandı. parçalanan yumurtadan çocukları yani var olan her şey ortaya çıktı: güneş, ay, gezegenler, yıldızlar, yaşayan canlıları, bitkileri, hayvan sürüleri, ağaçları, dağları ve nehirleriyle birlikte yeryüzü.

    c. eurynome ve ophion evlerini, ophion'un kendisini evrenin hâkimi olduğunu iddia ederek eurynome'yi kızdırdığı olympos dağı'nda kurdular. tanrıça bunun üzerine ophion'u derhal cezalandırdı; ökçesiyle kafasını ezip dişlerini kırdı ve onu yeraltındaki karanlık mağaralara sürgüne gönderdi. (apollonius rhodius, argonautica; tzetzes, on lycophron, 1191)

    d. daha sonra tanrıça eurynome yedi gezegen yaratıp her birinin başına bir titan ve titanid yerleştirdi: güneşe, theia ve hyperion'u; aya, atlas ve phoibe'yi; marsa, dione ve krios'u; merkür'e, metis ve koios'u; jupitere, themis ve eurymedon'u; venüs'e, thetis ve okeanos'u ve satürn'e de rhea ve kronos'u gönderdi. fakat ilk insan pelasglar'ın atası pelasgos'du. kendisini takip edenler gibi o da arkadya topraklarından ortaya çıktı ve diğerlerine meşe palamuduyla beslenmenin ve kulübe yapmanın yanı sıra, euboia ve phokis'de yaşayan fakir köylülerin hala giydikleri gibi domuz derisinden giyecek yapmayı öğretti. (pausanias, viii, 1.2)

    eski çağlara ait bu dini sistemde henüz tanrılar ve onların yeryüzündeki temsilcileri olan rahipler yoktu, sadece tanrıçalar ve onların rahibeleri vardı. kadın baskın olan cinsiyet, erkek ise karşı cinsin korkuttuğu bir kurban görünümündeydi. üreme rüzgâra, fasulye yemeye ya da kazayla bir böceğin yutulmasına atfedilen bir fenomen sayıldığından, babalık kavramı kabul görmemişti. miras, anaerkil sistemin gerektirdiği gibi, paylaşılıyor ve yılanlar ölülerin ruhlarını yeniden hayata taşıyan canlılar olarak kabul görüyordu. eurynome ("çok gezen") görünen ay kimliğiyle tanrıçanın unvanıydı; sümerler ilk çağlarda eurynome'ye lahu ("uçan güvercin") adıyla ibadet etmişler, fakat bu unvan yıllar sonra yaratan olarak yehova'ya geçmiştir. marduk'un yeni dünya düzenini başlattığı babil bahar festivali'nde sembolik olarak ikiye ayırdığı canlı da bir güvercindi.

    boreas olarak da bilinen ophion, musevi ve mısır mitolojilerinde kendisinden sık sık bahsedilen ve akdenizlilerin eski sanat eserlerinde genellikle tanrıça ile birlikte tasvir edilen ilahi bir varlıktır. ophion'un dişlerinden dünyaya geldiklerini iddia eden topraktan doğma pelasglar, çok büyük bir ihtimalle i.ö. 3500'lerde filistin üzerinden yunanistan'a göç eden neolitik çag painted ware insanlarıydılar. kyklades yoluyla anadolu'dan yunanistan'a gelen helenler, bu halkı yedi yüz yıl sonra peloponnesosu işgal ederken buldular. ne var ki zaman içerisinde "pelasglar" yunanistan'ın helenistik çağ öncesi yerleşkelerine verilen bir isim haline geldi. euripides (strabon'dan yapılan alıntı v. 2.4) bundan dolayı bahsedilen kavmin danaos ve elli kızının egemenliğindeki argos'a geldikten sonra "danaoi" / danaolar ismini benimsediğini ileri sürer. diğer kavimlere göre çok daha fazla zevk ve şehvet düşkünü olan bu insanlara gösterilen tepki (herodotos: vi. 137) muhtemelen helenistik çağ öncesinde geniş bir coğrafyaya hâkim erotik temellere oturtulan yaşam tarzının var olduğunu açıklar. strabon aynı metinde atina yakınlarında yaşayan insanların, pelargi ("leylekler") şeklinde adlandırıldıklarını söyler. belki de leylek bu halkın totem kuşuydu.

    olympos hiyerarşisinin henüz kurulmadığı dönemlerde yeryüzünün tek hakimleri olan titanlar ("devler") ve titanidler'in, kutsal gezegensel haftanın yedi gününü yöneten tanrılar oldukları erken
    babil ve filistin astrolojisinde de karşılıkları vardı. bunların i.ö. ikinci bin yılın başlarında isthmus boğazı'na yerleşen kenan ya da hitit kolonisi, hatta ilk hellen yerleşkeleri tarafından benimsenmiş olmakları kuvvetle muhtemeldir. bununla birlikte titan kültünün yunanistan'da zamanla ortadan kalkması ve yedi günden oluşan haftanın resmi takvimdeki yerini kaybetmesiyle birlikte onların sayılan, bazı yazarlar tarafından, muhtemelen zodyak işaretlerine uyum sağlasın diye on iki olarak ifade edilmiştir. hesiodos, apollodoros, stepharnus, pausanias ve daha birçok yazar tutarsız isim listeleri vermişlerdir. babil mitolojisi'nde haftanın gezegensel yöneticilerinden (ilahi haftanın yöneticileri), yani samas, sin, mergal, bel, beltis ve minib'den, yalnızca aşk tanrıçası beltis haricindekiler erkekti. alman izlerine rastladığımız ve keltler'in doğu akdeniz'den alman haftasına göre ise; pazar, salı ve cuma günleri diğer günlerden farklı olarak titanlar ve titanidler tarafından yönetilmekteydi. aiolos'un birbirleriyle evlenen kız ve erkek çocukları ile niobe'nin yaşadıklarını konu alan efsaneler göz önünde bulundurulduğunda bunların, tanrıçanın çıkarlarını korumak amacıyla bir titanid ile bir titan'ı eşleştirmek şeklindeki sistemin, filistin'den helenistik çağ öncesi yunanistan'ına geldiği zamanla örtüştüğü görülür. -bakın buraya dikkat- ne var ki kısa bir süre içerisinde "on dört" sayısı "yedi"nin karma refakatçisi bir konuma indirigenmiştir. sözü edilen gezegensel güçlerden: güneş, aydınlanmayı; "ay, büyüyü; mars, gelişmeyi; merkür, bilgeliği; jüpiter kanunu; venüs aşkı ve satürn de barışı yönetmekteydi. klasik çağ yunan astrologları, babil astrologlarıyla temelde uyumlu görüşler öne sürmüşlerdir, söz konusu gezegenler, helios, selene, ares, hermes (veya apollon), zeus, aphrodite ve kronos arasında paylaştırılmışlardır -ki bunların yukarıda verilen latince karşılıkları hali fransızca, italyanca ve ispanyolca'da haftanın gün isimleri olarak geçmektedir. " çok açık r. graves 'in de belirttiği gibi, özellikle ritüellerin, tanrılar öncesinden sonrasına hatta günümüze uzanan terimlerin mitolojiyle nasıl iç içe olduklarını görmekteyiz.

    robert graves sonuca bağlıyor; "sonuç olarak, söylencesel bir ifadeyle, zeus kendi eski kimliğini de taşıyan titanlar'ın varlığına onları yutarak son verdi -zira kudüs yahudileri, yedi kollu şamdan ve bilgeliğin yedi sütunu 'yla sembolize edilen kurama göre, haftanın gezegensel güçlerini elinde tutan transandantal bir tanrıya ibadet etmekteydiler. sparta'daki at mezarı'nın yanında bulunan yedi gezegensel sütun, fausanias'ın aktardığına göre, (pausanias: ii. 20. 9), eski devirlerin izlerini taşıyan bir tarzda süslenirdi. aynı şekilde bunların pelasglar'ın getirdiği mısır ritüelleriyle alakalı olmaları muhtemeldir (herodotos: ii. 57). söz konusu teoriyi ilk olarak yahudiler'in mısırlılar'dan mı yoksa mısırlılar'ın yahudiler'den mi aldığı tam olarak bilinmemektedir. ancak, a. b. cook'un kitabı zeus'da (zeus. i. 570 -576) bahsettiği meliopolitan zeus, nitelikleri açısından mısırlı'dır. burada zeus, göğüs kısmında yedi gezegensel gücü anlatan resimlerle, arka tarafında ise genellikle olymposlular'ı anlatan süslerle tasvir edilmiştir. ispanya tortosa ve fenike'deki byblos'da iki adet tanrının küçük bronz heykelciği bulunmuştur. marsilya'da bulunan mermer kalıntılarda, muhtemelen astroloji biliminin mucidi olarak bilinmesinden dolayı hermes'e ait tam boy bir figürün yanında, altı gezegene ait olan büstlere rastlanmıştır. her ne kadar byblos, (muhtemelen) tortosa ve marsilya'da gözlemlenen haftayla roma'da karşılaşılmasa da, burada iüppiter'in, quintis valerius soranus tarafından transandantal bir tanrı olduğu iddia edilmiştir, ne var ki gezegensel güçlerin hiçbir zaman resmi olympos kültü'nü etkilemesine izin verilmemiş, hatta bunlar tamamen yunanistan'a yabancı kavramlar olarak görülmüştür: aristophanes'in (barış 403 ff.) trygalos'a söylettiğine bakılırsa, ay ve "şu alçak güneş", yunanistan'ı barbar persler'in hakimiyeti altına sokmak için hain bir plan düzenlemektedir.

    pausanias'ın pelasglar'ın ilk insanlar olduğu şeklindeki ifadesi, neolitik kültürün arkadya'da klasik çağa dek varlığını koruduğunu gösterir. [robert graves, yunan mitleri]
  • batı yüzyıllarca bir “yunan mucizesi”ne inanıp durdu. herodotos’un mısır’lılara söylediği gibi yunan kültürü sanki ex nihilo ortaya çıkmıştı ve önceli yoktu. hatta troya’lılar bile yunan kavimleriydi. friglerden eskisi yoktu. bütün bu önyargılar aslında bazı süreçleri görmeyi engelledi.

    yunen neolithiğinden yunan kültürüne geçiş de yumuşak olmadı .

    yunan kültürünün kaynaklarına bakalım. ilk olarak minos uygarlığı yani girit gözümüze çarpar. girit paleolitik dönem boyunca iskan edilmemiş gibi gözükmektedir. adaya ilk gelenlerin anadolu’dan geldikleri sanılmakta ve adada neolitik dönemin bu şekilde başladığı kabul edilmektedir.

    bu dönemde konut inşaatı ve alet kullanımı gelişmiş ve ilk ana tanrıça idolleri ortaya çıkmıştır. ayrıca bu dönemde girit çevresindeki adalarla ilişki içine de girmeye başlamıştır.

    işte bu noktadan mısır ve anadolu etkileşimi başlar. metal kullanımı bile dışarıdan gelmiştir girit’e. ve akha istilalarına kadar belli bir kültür devam eder. daha önce yazdığım bir yazıdan inançları alıntılarsam :

    «klasik yunan mitolojisinde girit ile ilgili anılar yerini mitoslara bırakmış ve burası ile ilgili değişik mitler oluşmuştur.

    bunlardan en önemlisi kuşkusuz minos ile ilgili olan mitlerdir.

    minos adının belli yaşamış bir krala mı ait olduğu yoksa midas , cæsar gibi yaşamış kişilerden alınan bir unvan mı olduğu tartışmalıdır. ancak mitolojik öykülerde girit dönemini anlatmak için kullanılmaktadır.

    mitolojide de minos boğa kültünden ayrı olarak geçmez.

    mitolojiye göre minos zeus ile europe’nin üç çocuğundan biridir. minos efsanesini azra erhat şöyle anlatır :
    “ minos girit tahtına çıkmak isteyince üç kardeş arasında kavga kopmuş, ama minos tanrıların kendisinden yana olduklarını ileri sürmüş, bunu kanıtlamak üzere de poseidon tanrıdan bir dilek dilemiş, denizden bir boğa çıkarmasını istemiş ve bu boğayı da gene tanrıya kurban etmeye söz vermiş. dilediği gibi olmuş, denizden köpükler gibi ak bir boğa çıkagelmiş. minos boğayı almış, tahta oturmuş ama hayvanı tanrıya kurban etmeyi unutmuş. güzelim ak boğayı sürülerinin arasına damızlık olarak göndermiş. bu duruma çok kızan deniz tanrı, ak boğayı minos’un başına bela etmiş; bir efsaneye göre de hayvan kudurmuş , ortalığı kasıp kavurduğu bir sırada herakles’in elinden öldürülmüş, ama iş bununla da kalmamış, kralın karısı pasiphae bu boğaya doğadışı bir aşkla tutulmuş ve onunla birleşmiş. kral minos güneş tanrı helios’un kızlarından pasiphae ile evlenmişti. bir zamanlar europe gibi boğaya vurulan pasiphae ak boğayla birleşebilmek için daidalos’a bir inek heykeli yaptırır, içine girer ve gebe kalarak minotauros’u doğurur. ondan sonra da doğurur. ondan sonra da girit sarayının yaşamı karmakarışık olur. helios döllerinin hepsi gibi pasiphae de büyücüdür, seviştiği boğayı öldürttü diye minos’u büyüler, yatağından yılanlar, çıyanlar, akrepler çıkmasını sağlar. bunlar işi çapkınlığa vuran minos’un yatağına giren her kadını sokup öldürmekteymişler. “

    minos hakkında anlatılagelen bu efsaneler de minos’un yunan mitolojisinde midas’a benzer bir yer aldığını göstermektedir. bu efsanede boğa kültünün önemi de dikkat çekmektedir. burada minos’un boğayı kurban etmemesi ve sonrasında da bu boğayı öldürmesi sonucu bir tür lanetlenme ile karşı karşıya kalması anlatılmaktadır. başka bir efsaneye göre de bu yılanların,çıyanların ve kreplerin minos’un sperminden çıkması , girit kraliyet soyuna karşı da bir tepki olduğunu göstermektedir.

    burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da pasiphae olarak gözükmektedir. pasiphae’nin, helios soyundan olması ve büyücü olması boğa ile ilintili ay kültü ile güneş kültü arasındaki bir karşıtlığı yansıtmaktadır.

    bütün bunların yanında minos, yunanlılara göre halkının üzerinde adil ve düzgün bir şekilde hüküm sürmüş bir hükümdardır.

    minos’un hükümdarlığı da , doğu kültürlerinde olduğu gibi tanrısaldır. minos da kanunları zeus’un iradesi ile yapmaktadır. bunu kanıtlamak için de her dokuz yılda bir ida mağarasına gitmektedir ve burada tanrısal ilhamı da almaktadır.

    minos’un mitolojide bir çok yere gitmiş olması da girit kolonilerinin buralara uzandığını göstermektedir.

    minos ile ilgili en ünlü efsanelerden biri de yukarıda kısaca sözü geçen minotauros efsanesidir.

    azra erhat , mitoloji sözlüğü’nde (bkz kaynakça) minotauros’u şöyle anlatır:

    “ adı minos’un boğası anlamına gelen minotauros insan bedenli boğa başlı bir canavarmış. tanrı poseidon’un kral minos’a gönderdiği bir boğa ile minos’un karısı pasiphae’den doğmaymış. minos bu korkunç yaratığı saklamak için mimarı daidalos’a labyrinthos sarayını yaptırmış. theseus minos’un kızı ariadne’nin yardımı ile minotauros’u öldürmüş.
    minotauros girit sarayında derin izler bırakmış olan girit’e özgü bir boğa kültünün simgesi olsa gerek. “

    aslında bu efsane çok önemli ipuçları da vermektedir. minotauros sadece minos’un boğası anlamına gelmemekle birlikte bir bileşik isim olarak boğa minos anlamına da gelmektedir. eğer minos’u bir unvan olarak düşünürsek boğa kral gibi bir anlam kazanabilir. bu ise daha eski dönemlerden kalan bir unvanı ya da bir tapınakta duran bir boğa-tanrı heykeli ile ilişkili bir kültü düşündürtmektedir.»

    bu noktada başlığa yakışan çıkarımlar yapabiliriz. ancak bu aslında neoılitik ve sonrasında girit’in özgün mitosları hakkında bilgi vermez. çünkü yunan kültürü bunu “uygarlaştırmış” ve asıl mitosu saklamıştır. asıl mitos törenlerde ortaya çıkar.

    « diodorus’a göre “ girit’liler tanrılara yakarışların , kurban törenlerinin ve gizemlerin kendi buluşları olduklarını ve diğer toplumların bunları kendilerinden aldıklarını söylerler. “

    içerikleri tam bilinmese de bu törenlerin girit kültüründe büyük rol oynadıkları kesindir.

    girit’te kanlı kurban ayinleri de önemli bir yer tutmaktaydı. boğa , keçi ve domuz sık kurban edilen hayvanlar arasındaydılar. kurban töreni sırasında aynı zamanda meyve ve başka yiyecekler de sunuluyordu.

    hagia triada’da bulunan bir lahit üzerindeki betimlemelere göre alexiou bir kurban törenini şöyle anlatmaktadır :

    “ hagia triada lahdinde tahta bir masa üzerine sıkıca bağlanmış bir boğa betimlenmiştir : hayvan henüz öldürülmüştür , boğazından kan akmakta ve bu bir kabın içinde toplanmaktadır ; bu arada daha küçük başka hayvanlar da, muhtemelen keçi ve koçlar masanın altında kurban edilme sıralarını beklemektedir. kurban kesimi flüt eşliğinde cereyan eder. sonunda içleri kan dolu kaplar , kulplarından bir sırık geçirilerek , bunu omuzuna yerleştiren bir kadın tarafından götürülür. rahibe kapları alır ve iki çifte balta arasında duran daha büyük bir kovanın içine kanları boşaltır. şüphesiz ki bu , kurban töreninin doruk noktası , en kutsal anıdır. yedi telli bir lyra’nın nağmeleri buna eşlik eder. knossos’da , büyük rahibin evi’nde olduğu gibi, diğer bazı durumlarda da , kan veya bir başka sıvı yerdeki bir çukura boşaltılır , buradan bir oluk ile akıtılır.
    diğer dinlerdeki paralellerine dayanarak , kurban töreninde hazır bulunan inananların , kutsal hayvanın vücudundan birer parça aldıkları düşünülebilir. kurban edilen hayvanların derileri tapınağa adanır. hagia triada reliefli kasesindeki işte bu konuyu işler . yine muhtemeldir ki , kurban töreni sırasında , tıpkı homeros’un anlattığı gibi , kesilecek hayvanın başından aşağı öğütülmüş tahıl serpilirdi. “

    ayrıca girit halkının hayvan idollerini de tapınaklara adadıkları bilinmektedir.

    bayram zamanları ise danslarla kutlanıyordu. dans ele geçen buluntulara göre en önemli dinsel törenlerden biri sayılmaktadır. çeşitli kaplarda , mühürlerde hatta saray duvarlarında dans eden figürler rastlanmaktadır. bayram zamanlarında ateş yakmak , salıncakta sallanmak sık yapılan törenler arasındaydılar. ele geçen tasvirlere göre boğa oyunları da yılın belli zamanları yapılıyor ve önemli bir yer tutuyordu.

    festival zamanları tören alayları oluşturmak , tıpkı diğer bazı doğu dinlerinde olduğu gibi , girit’te de sık rastlanan bir uygulama idi.

    bayram zamanları tam olarak saptanamamış olmakla birlikte en önemli iki bayram ilkbahar bayramı ve zeytin toplama zamanı idi.»

    bu törenler aslında in illo tempore olan olayların canlandırılması ve bereketin sağlanması ile ilgilidir.

    ana tanrıça ve yılanlı tanrıça da aynı şekilde. “uygarlaşma sürecinde” yok olan mitoslardır aslında
    yunan kültürünü seçmeci ve değiştirici yapsı böyledir.

    akhalar için de sözkonusudur bu.

    genelde kabul edilen görüşe göre hint avrupalı kökene mensup olan akha’lar, yunan topraklarına geldikten sonra girit kültüründen oldukça etkilenmişler ; ancak kendi ana kültürlerini de korumasını bilmişlerdir.

    girit’te olduğu gibi, krallar idaresinde şehir devletlerinden oluşan akha toplulukları mikenai dışında da geniş bir coğrafyaya yayılmışlardı. ahkha’lar sadece mikania çevresi ile de sınırlı kalmamışlar ve milet, iasos (bodrum civarı), symirna (izmir) , efes, knidos gibi şehirlerde , hatta kıbrıs, rodos ve ege adalarında ticaret kolonileri kurmuşlardır.

    akha’ların çağdaşı olan hitit’lerin de ahhiyava ülkesine gösterdikleri saygı da akha’ların andolu’da ne kadar kuvvetli olduklarını göstermektedir.

    akha’ların toplumsal yaşamlarına bakarsak, “vanaks” adı verilen kralların idaresinde olan şehir devletlerinde ayrıca yönetimde büyük toprak sahipleri de vardı. aslında bu aristokratik yapı aynı zamanda mimarlık ve güzel sanatların da gelişmesine olanak sağlamıştır.

    mikenai civarında on dokuzuncu yüzyıldan itibaren başlayan kazılar, buradaki büyük kalaleri ve yapıları gün yüzüne çıkartmıştır. büyük taşlarla oluşturulan surlar, dhaa sonra gelen yunanlılar tarafından kiklopeen , yani kikloplar (tepegöz diye de adlandırılan dev yaratıklar) tarafından yapılmış , diye adlandırılmıştır.

    kazılar sonucu ele geçen ev eşyaları ve mücevherler de dönemine göre büyük bir zenginliğe ve uygarlığa işaret etmektedir.

    öte yandan asıl olarak hint avrupa’lı bir tanrı olan zeus’un da ilk olarak bu dönemde önem kazandığı görülmektedir.

    ele geçen lineer b yazılı tabletlerde klasik yunan mitolojisinde rastladığımız,tanrı isimlerinin bazıların rastlanmıştır. o dönemlerden beri bir çift oluşturan zeus ve hera, poseidon, hermes, athena ve artemis çözülen tabletlerde çeşitli formlarına rastlanmış tanrı ve tanrıça isimleridir. bu isimlerin yunan kültürüne özgü, hint-avrupa kökenli tanrı ve tanrıça isimleri olduğu söylenebilir.

    bunun dışında, bu tabletlerde, yunan mitolojisi derlenene kadar kaybolmuş tanrı ve tanrıça isimlerine de rastlanmıştır. tabletle zeus ve poseidon’un dişil hallerine de diwia ve posidaeia şeklinde rastlanmıştır. daha sonra apollon ile özdeşleştirilen paiawon ve ares ile ilşkilendirilen enualios o dönemden klasik yunan mitolojisine ulaşamayan isimlerdir. homeros’da geçen yarı-tanrısal figür iphimedeia da burada tanrısal olarak geçmektedir.

    tabletlerde, özellikle sunularla ilgili yerlerde geçen , “ tanrıçamız” ya da “hanımımız” anlamındaki potnia , ana tanrıça kültünün önemine de işaret etmektedir. zaten bu dönemde sonradan gelen akha’lara özgü hint avrupa kökenli tanrı ve tanrıçaların yanında , bu topraklara özgü ana tanrıça kültünün de devam ettiği anlaşılmaktadır.

    akha dönemini takip eden istilalar ve şehir devlertleri ortaya çıkması akha mitlerini de “uygarlaştırmış” (burada tam da civilization ya da medeni anlamında) ve sistematik mitoloji ortaya çıkmıştır.

    bana gore bu dönemden sonra bunlar şehir mitoslarıdır ve pagan yaşantı şehirleşmiştir.

    işte "mitosları olmayan" , çünkü zaten her an onlarla yaşayan halk da tam bu noktada yerini şehirlilere bırakmaktadır.

    o nedenle mitos incelemelerinde sadece yunan roma alınması da sakıncalıdır.
  • kültürler arası aksiyon benzeşmeleri, benzeri kültler, ritüellerden bahsetmek gerekirse; astro 'nun üstünde durduğu in illo tempore yani o dönemde vaziyet neydi üzerine mantıklı irdelenebilir bir hadise olarak bakıyorum bu sürece. tarih öncesi ege üzerine konuşmaya pek muktedir george thomson 'un iki ciltlik eserinin birincisinde "bir tanrıçanın yaratılması" bölümünde bir entirimde kısmen bahsettiğim anaerkil düzen ve kadınlar üzerine ilginç saptamalar da bulunuyor;

    veri 1/ güney afrika 'daki herero kabilelerinde, sığırtmaçlar her sabah sığılan sütü doğum yapmayı bekleyen bir kadına getirirler, kadın da dudaklarıyla sütü kutsarmış. veri 2/ kuzey amerika 'da ekinlere kurt girdiğinde, aybaşı görmekte olan kadınlar geceleyin dışarı çıkıp tarlalarda çırılçıplak yürürlermiş. veri3/ avrupa köylüleri arasında da benzer alışkanlıklar devam etmekteymiş; örneğin; plinius; aybaşılı kadınların yalınayak saçlarını omuzlarına dökmüş, eteklerini kalçalarına kadar kaldırmış bir durumda tarlalarda dolaşmalarını, zararlı böcekleri yok etmenin bir yolu olarak salık veriyor, columella' ya bakarsak; demokritos da aynı düşüncedeymiş. demokritos'a göre; kadınlar, yalınayak ve saçları uçuşarak ekinlerin etrafında üç kez koşmalılarmış.
    peki bu üç farklı coğrafyadan örnek verdiğim hadisenin kaynağında ne var? çok basit aslında; yüklü olan veyahut yüklü olmaya hazır kadınların bereketli üretkenliğini toprağa yansıtabilmek,doğurgan gücü ekinlere aktarabilmek, bu kadar basit. hatta bazı yerlerde, bu gücün kadında bizzat doğuştan gelen bir güç olduğuna da inanılıyormuş. kadın doğurganlığının bir çok edebi metinde, arkeolojik buluntuda karşımıza çıktığını biliyoruz. şimdi ben bu entiride, g. thomson 'un yukarıdaki verilerinden yola çıkarak ana tanrıça kybele figürüyle bu doğurgan kadınlık ve insanların algıladıklarını sunmaya çalışacağım;
    çatalhöyük ve hacılar 'da yapılan kazılardan çıkan sonuçlarla, ana tanrıça kybele figürünün i.ö. 6500-700 yıllarına kadar uzandığını anlıyoruz. sümer'den de önceki bir kültür çağını yansıtan bu tarihler tanrıça'nın anadolu 'nun yerlisi olduğunu açığa vuruyor; ve azra erhat hoca 'nın da şaştığı gibi; ana tanrıça yontularıyla çatalhöyük'de bulunan çizgi motiflerinin anadolu 'nun geleneksel halk sanatlarını, örneğin bugün bile yaşayan kilim motiflerini yansıtmasıdır. yontuların heykel, figürin ve idol biçiminde olanlarına gelince, bunlar yazın kaynaklarındaki ana tanrıça tanımlarına birebir uymakta imiş, hatta çok sonraları tarihsel çağlarda anlatılan efsanelerini bile dile getirmekte imiş. figür şudur; oturmuş durumda, kalın kalçalı, göbekli, dolgun memeli bir tanrıça, kollarında çok daha ufak boyda bir erkek figürü taşımakta.
    ayrıca yine hoca'nın belirttiğine göre; hiçbir mitolojide hiçbir tanrı kybele gibi bu kadar çok çeşitli adla anılmamıştır. bu ad ve sıfat çokluğu ana tanrıçanın kaynağı anadolu'da olmak üzere uluslarüstü bir nitelik kazandığını, kültürlerden kültürlere uygarlık yolculuğu yaptığını bize gösterir. (azra erhat,mitoloji sözlüğü, sf:182-183)
    hemen bu adları sayalım;

    kültepe tabletlerinde; kubaba
    lydia 'da; kybebe
    phrygia 'da; kybele
    hitit kaynaklarında; hepat
    komana pontika (tokat'ta gümenek) ve komana kappadokia 'da (kayseri); ma (bu aynı zamanda anadolu 'nun eski adlarındanmış.)
    sümer 'de; marienna
    hitit'de yine; arianna
    mısır 'da; isis
    syria 'da; lat
    girit 'te; rhea
    efes 'te; artemis
    italya 'da; -nemi gölü bölgesinde- venus

    ayrıca yunanca meter latincede mater sözcükleri eklenerek tanrıçanın bölgesel niteliği de ortaya konmuş oluyor. bütün bunlardan anlaşıldığı gibi, tanrıça doğayı bütün canlılığı, verimliligiyle simgeleyen evrensel bir nitelik taşımaktadır. toprak ve bereketin kaynağında olmaktan başka, her türlü uygarlığın da etkeni olarak daha sonraki dönemlerde, efes artemis'inde görülen kuleli taçları başında taşımakla bir de meter turrita ya da turrigera (lat. kuleli ya da kule taşıyan ana demektir) olur. romalıların magna mater (bkz: büyük ana) diye andıkları tanrıça analık vasfını da yalnız insan alanında değil, doğal ve evrensel bir ilke olarak canlandırır.
    aslında bir tek efsanesi vardır, bu efsanede hem tanrıçada analık kavramının nasıl anlaşıldığı dile gelmekte, hem de tapımının biçimi saptanmaktadır: tanrıça attis (ya da attes) adlı bir delikanlıya tutkundur (bkz: agdistis), onu pessinus kralının (kimi kaynaklarda kral midas'ın) kızıyla evlenmek üzereyken düğün yerinde birden karşısına dikilerek çıldırtır ve kendi kendini hadım etmesini sağlar. attis kendi kestiği hayalarından akan kanla toprağı sular, bitkilerin fışkırmasına yol açar ve bir çam ağacına dönüşür.
    toprak-bereket efsanelerinin hepsinde, özellikle adonis mythos'unda (adonis) görülen bu ölme-dirilme motifi, kybele kültünde birtakım vecit, kendinden geçme ve esrime hallerine karışmakta ve ana tanrıça tapımının özünde olan bir çeşit kurban töreniyle gerçekleşmektedir. attis erkekliğini keserek kendini nasıl tanrıçaya kurban ettiyse, kybele'nin başrahibi de kanlıdır törenle kendi eliyle kendini hadım etmek zorundaydı. attis efsanesinde simgelendigi gibi, akan kan ve yitirilen erkeklik gücü daha evrensel bir nitelik kazanarak bereket ve canlılığın daha geniş bir alana, yani bütün doğaya geçmesini sağlamaktadır. gizemli cümbüşler, şenlikler arasında yapılan bu eylem gene anadolu'ya özgü ve bazı tarikatlarda bugün başka biçimde de olsa yaşayan bir törenin ilk örneğidir.
    yazılı kaynaklar bize kybele'nin pessinus'taki tapımı üstüne ayrıntılı bilgi verir. tanrıçaya orada bir idol biçiminde tapınılırdı. bu idol bir "diopetes" yani gökten düştüğü ileri sürülen bir meteorit, bir kara taştı. pessinus'taki tapınağı siyasal güçlerden büsbütün bağımsız bir din merkezi olarak yönetilirdi. bu dinsel yönetimin başında iki başrahip bulunur, bunların biri attis adını taşır, megabyzos adıyla anılan ikincisi dışardan gelme olması şart koşulan bir yabancıydı. bu iki kral-rahibin attis efsanesinde anlatıldığı gibi erkekliklerini tanrıçaya adamış olması gerekiyordu. galloi diye anılan öbür rahiplerin de vecit halinde hadım edilmeleri töredendi. phrygia'da yerli bir kült olduğu bütün kaynaklardan belli olan bu rahip devleti özekligini bögeye gelip yerleşen bütün yönetimlere karşı korumuştur. gerek komana'da, gerekse pessinus'taki tapım merkezleri hititlerin anadolu'da kurdukları egemenlik döneminde büyük hitit kralıyla iyi ilişkiler kurmuş, rahip krallar büyük kralın siyasal yönetimini tanımakla birlikte onun din merkezlerine karışmasına hiçbir zaman izin vermemişlerdir. phrygia dışardan gelme ulusların iki kez saldırısına uğramıştır, biri 1. ö. 1200 yıllarında friklerin, ikincisi i. ö. 686 (ya da 676) sularında kimmerlerin bölgeye yayılmasıdır. her iki saldırıda da ana tanrıçanın tapım merkezi uluslarustü niteliğini koruyarak bağımsızlığını ve din devleti olarak etkisini sürdürmek yolunu buluyor. aynı süreç efes'teki artemision'da da görülür, lonyakolonistler din merkezine dokunmak şöyle dursun, burada egemen olan tanrıçayı benimseyip tapımını sürdürürler. frlklerle tanrıçanın kaynaşması dikkati çeken bir süreçtir: ana tanrıça kültünün yerli olup phrygia bölgesini ele geçiren ve yöreye adını veren ulustan çok daha eski olduğu bütün kanıtlardan anlaşıldığı halde, tanrıça bu yeni siyasal gücü ve etnik topluluğu öylesine etkilemiş ki, tarihe kybele bir phrygia tanrıçası olarak geçmişti. phrygia krallarından midas'ın da, marsyas'ın da ana tanrıça ile yakın ilişkileri tarihe geçmiştir. midas tanrıçanın oğlu olmakla, pessinus'taki tapınağını kurmakla övünürdü. kimmerler de phrygia devletini yıkar, ama ana tanrıça kültünü ortadan kaldıramazlar. tersine bu tapım daha çok lydia yöresine baydıktan sonra, metragyrtoi diye anılan dilenci rahipler akdeniz çevresine yayılır ve birer misyoner gibi davranarak ana tanrıçanın mistik ve gizemli dinini dört bir yana tanıtırlar. öyle ki ana tanrıça kültü phrygalılardan çok eskl olduğu halde, bu dini benimseyen bütün ülkeler onu bir phrygia tanrıçası olarak tanırlar. nitekim yunan ve roma çağında kybele kültü bütün töreleriyle phrygia uygarlığına özgü bir belirti sayılır. (a.g.e. 184-185)

    evet kybele 'yi bir kenara bırakarak şu iginç aya tapınma olayına değineyim;
    kadınların üreme işlevlerini ayın düzenlediği düşüncesi hemen hemen her toplumda kabul edilmiş bir inanç. g. thomson'a göre; bilim kadınların düzenli adetleriyle ay arasında kesin bir bağı ortaya koyamadıysa da; neredeyse bütün toplumlarda geleneksel kabule dilen ve aslında gözlemlenebilir aybaşı dönemleri ile ay arasındaki ilişki dikkat çekicidir. ayla ilgili bütün ilkel alışkıların temelinde bu inanç yatmaktadır; üstelik , bu ilkel alışkanlıklar öylesine derinlere yerleşmiş ki; aya tapınmayı çoktan bırakmış olan uygar halklar bile bunları folklorun ve boşinançların geri düzeyinde nerdeyse el değmemiş bir biçimde korumaktadır.
    büyülerde (bkz: roma nın gizem dinleri/@jimi the kewl) ay güneş'ten daha fazla yer tutar, ilk zaman göstergesi de çoğunlukla aydır. örneğin ilk takvim birimi, dolunayla ikiye bölünmüş olan ve yirmi yedi ya da yirmi sekiz geceden oluşan ay ayıydı. (m.p. nilson, primitive time reckoning) the mothers 'da şöyle betimlenmiş; ay, kadınların ırzına geçen ve böylece kanamalarına yol açan genç bir erkektir, yani ay, aybaşı görmenin nedenidir. dölütün aybaşı kanından oluştuğuna inanıldığından, gelen kan bir tür çocuk düşürme olarak görülürmüş, o zaman da kadınları ayın gebe bıraktığı sonucuna varmak gerekiyor, nitekim gerçekten de ilkel düşüncede bu sonuca varılmaktaymış. maori 'lere bakılırsa, ay, bütün kadınların gerçek kocasıymış. babalık toplumsal bir değer olduğu zaman bile bu inanış kolay kolay terkedilmemiş, kadınlar aydan gebe kaldıklarına iananmaya devam etmişler. bu yüzden ilkel dillerde aydan bir erkek olarak, kadınların efendisi olduğundan bahsedilir.

    ay sözcüğü slav ve germen dillerinde erildir,
    kelt, yunan ve latin dillerinde ise bir zamana kadar erilmiş.
    yunancada selene, ay manasına gelen sözcük olarak varlığını koruyan men 'in dişil türevi mene 'nin yerine kullanılırmış.
    anadolu 'da bir erkek olarak tapınılmış aya.
    tabi bu düşünceler bu kadarıyla sınırlı kalmaz, zamanla kadınların ayın etkisiyle kendilerinden geçtikleri ya da çıldırdıkları düşünülmüş, bu da çok ilginçtir ayın kutsal hastalıklar; sara, isteriyle olan ilgisi de buradan gelmekteymiş.
    benzer bir duruma aynı yerde celal üster bakın nasıl dikkati çekmekte; " ingilizcede luna ay anlamına, lunacy ise delilik anlamına gelir. anadolu türkleri de aydaki değişmeler sonucunda kimi insanlarda da ruhsal değişmeler meydana geldiğine inanırlar, böyle insanlara aybastı ya da aysar derlerdi."
    kadınların cinsel yasamından kaynaklanan aya tapınma, zamanla kadınların toplumsal işlevleriyle bağıntılı bir niteliğe büründü. su çekmek, bitkilere bakmak, bol çiy ve yağmur sağlamak kadınların göreviydi. dolayısıyla, ay, bitki örtüsünün büyümesinin nedeni ve bütün can verici suların kaynağı olarak görülmekteydi. ay, hindistan 'da «tohumun taşıyıcısı, bitkilerin taşıyıcısı»dır, babil'deyse bütün bitki yaşamının kaynağıydı. ayın hindistan'daki soma ya da kuzey amerika'daki mısır gibi kutsal bir bitki ya da ağaçla bir tutulması da bundandır. rio grande yerlileri, «ay büyürken, bitki özü bol akar,» derlermiş. tütsü ve merhemlerde kullanılan bitki özleri, özellikle de güzel kokulu sakızlar, bu değerli niteliklerini aydan alır. robertson smith, sami'lerden söz ederken, "akasya sakızının büyü gücü, onun aybaşı kanının pıhtısı olduğu düşüncesiyle, yani akasya ağacının bir kadın olduğu düşüncesiyle ilintilidir," diyor.mısırlıların ay tanrıçası nit'in, dokuma tezgâhını bulduğuna inanılırdı. avrupa folklorunda da ay hâlâ bir dokumacıdır. bu da kadınların işidir. birçok ilkel gelenekte ayın buğday öğütmeyle, çömlek yapımıyla ya da yemek pişirmeyle ilintili olduğu görülür. dahası, büyü bir zamanlar kadınların elinde olduğundan, ay özellikle birinin gönlünü çalmakta kullanılan güçlü bir büyü kaynağı olmuştur. kadın büyüsü yasaklandıktan sonra da ay büyücülük sanatının, kara büyünün temel bir öğesi olarak kalmıştır ve bu niteliğini günümüzde de korumaktadır.

    ayın doğurganlığın, verimliliğin kaynağı olduğu düşüncesi, aydaki gerçek değişmelerin öznel bir biçimde yorumlanmasıyla geliştirildi. ay parlaklaşır ve solar, büyür ve küçülür, ölür ve yeniden doğar. böylece, yaşamın yenilenişinin evrensel bir simgesi durumuna gelir.

    bütün ilkel halklarda, ölümden sonra diriliş inancı, doğan ayla ilintilidir. (g. thomson, a.g.e. ,s: 237-239)

    sonuç şu ki; farklı coğrafyalardaki birbiriyle ilintili, doğaya uygun aksiyonlar ve tepkiler bu başlıktaki mitosların uygarlık yolculuğuna ortak miras yoluyla yoldaşlık etmekte.
  • son dönem kanımızı bazen donduran bazense ısıtan geç keşfedilmiş kazım mirşan çalışmalarından örneklerle, ateş kültü - qurgan kültürü 'nden, batı dillerinde tanrı adlarının kaynağı'na varmaya çalıştığım süreçtir, olabilir mi?
    bir deneyelim bakalım;

    evvela kazım mirşan ve öğrencilerine göre; ateş kültü, isminden dolayı yanlış anlaşılıyormuş;
    ateş kültü, asla öntürkler in ateşe taptıkları demek değilmiş bu kült, can'ın tanrıya uçurulması için kullanılan bir "araç" olarak görülüyormuş. bu araç, ateş kavramı etrafında sistemleşmiş olduğu için bu adı, "ateş kültü" adını almış.

    merasimin ateşevi 'nde gerçekleştiriliyor. işlevi de şöyle açıklanıyor; "buğun vücudunun ateşe verilmesidir."

    ateş evinde, halkın belirli dualarla topladığı, otun'larla "ateş" yakılır buğ'un vücudu "ateşe" verilir buğ'un vücudu yanar; can'ı tanrıya uçarmış. merasim "ateşe verme ziyafeti" ile sona erermiş. (islâm'da, ölü yemeği)
    görüldüğü gibi merasimin her safhasında ateş, sistemin eksenini oluşturmaktadır. demek ki, ateş kültü araç'tır, amaç değildir, yani tekrarlarsak ön-türkler ateşe tapmazlarmış.
    on kavramı ve tamgası, kozmos demekmiş, kozmostan, kozmosun iç'inden çıktığı için onu,on-iç, kozmik güç, ışık, diye adlandırır ve şekliyle somutlaştırır.
    bir de yeryüzünde ateş vardır: kendi yaptığı ateş, "enerji ve ışık" kaynağı olarak hayatın devamını sağlarmış, yapılması zor olduğu için, bir kere yaptı mı, bir kere yaktı mı bir daha sönmemesine dikkat ederlermiş. kendi ölçüsünde imal ettiği bir mini-güneş olduğundan da kutsal olarak değerlendirmişler. (haluk tarcan, tarihin başladığı ön-türk uygarlığı, sf:181, töre yay.)

    bu mini-güneş, gökteki ateş gibi, korkunç bir kudret ve enerjidir. değdiği, kendisine verilen, yani, "al/dığı" her şeyi yakar, kendi gibi al/ev, ateş haline getirir. rengi al/dır, kutsal olduğu için, rengini ifade eden al kelimesi de kutsal anlamına gelir. (bkz: afet inan) (not: haluk tarcan bir not düşmüş, demiş ki; "bayrağımızın esas rengi al'dır, kırmızı değildir.") al/ıp gökyüzüne, tanrı'ya götürdüğü için kutsal demektir.
    al-apa, al/an= ilâh, alıp tanrı'ya eriştiren "ilah" demektir (bkz: kazım mirşan). al-ap. sonunda alp şekline girmiştir.
    alp dağlarına bu adı verenler, kamunlar adını taşıyan, italyan alplerine yerleşmiş olan ön-türklerdir. (bkz kamunlar bölümü, 2.nci kitap) (büyük bir iddia bu.)

    yalnız, insanoğlunun imal ettiği ateşte bir terslik vardır. gökteki ışık yeryüzüne inerken, onun yaptığı ışık gökyüzüne yükselmektedir. işte bu gözlemler serisi, bu olaylar karşısında duyulan korku, hayranlık, sevinç, ümit, ümitsizlik, ön-türk kişisi için, "hayal ve düşünceyi" harekete geçiren bir etken olmuştur: gökten ateş halinde iniş göğe ateş halinde çıkış. bu iki karşıt olaydan, varoluş kavramını yaratmış. ve de "varoluş olan* ön-türk kişisini, asıl ölümden sonra yaşama, ölümsüzlük, tanrıya erişme, ilgilendirmiştir.
    bunun için, ön-türk kişisi, kendisinin, ol+on (ol, dünya; on, kozmos), kozmik dünya'ya, gökyüzüne ait olduğunu kabul edermiş. bu tasavvur içinde, kozmos ve kendisi, kozmos ve kişi, aynı gerçeğin iki ay görüntüsü gibidir. kozmosa on dediği gibi, kendini de kozmosla özdeşleştir ve on-oğ sıfatını benimser: kozmik kişi, kozmos kişisi... ot-oz değişimi [yanma yoluyla değişim-oz: (••) metamorfoz *]
    on-oğ'un yeryüzüne inişi, gökten inen ateş gibi, olmalıdır; bunun için de on-oğ,oz'laşıp yani şekil de değiştirip ,ot yani "ateş, ışık, enerji" haline dönüşür, yeryüzüne iner, orada yeniden oz'laşarak, "madde, cisim, kişi" olurmuş. yeryüzünde var olur, es, yani can olur, ön-türk kişisi olur. artık sıra bu, "ca'lar, "kişi'ler arasında, ayırım, belirleme yapmaya gelmiştir. kendini, yakınındakini, uzaktakini "belirlemek" gerekmektedir: kendi için, ...esi-em...ben-im, yanındaki için...esi-en...sen-sin, uzaktaki için... esi ... o-dur.
    bunun, can olan, varolan ben... can olan, varolan sen... can olan, varolan o... demek olduğu düşünülebilir. türk dilleri içinde bizde ve fin 'lerde üçüncü kişi o ile ifade edilir. (a.g.e. sf:182-183)

    artık tanrıya geçecek, tanrı'da eriyecektir, ölümsüzlüğe kavuşacaktır. bu dönem öc-onun, "var olma başarısı" diye adlandırılırmış, içiliş öc ad'da bulunur, buradan, "var olmaya, tanrı'da ebedileşmek için ilk adım'ını atar, tanrı hükmüne girermiş. (içiliş öc ad, islamiyette arafat) ög-öcüm öd, "var olma, tanrı'da var olma" dönemini başlamış. öc-onun 'a tanrı'da özleşmeyi, ölümsüzlüğe kavuşmuştur. bü-öcüm'de "muhteşem varlık"ta bulunmaktadır. muhteşem varlıkta, tanrı'da bulunma,uyu-usuq diye ifade edilir, "yüce uyku hali" demekmiş, buna "uyku ruhu" da denebilir; cümle halinde şöyle ifade edilirmiş:
    atas uq ebin asım uy uy emis = gökyüzünün ateş gibi olan bin'leri... ya da;
    uyqun esimiz özün apan as uy özüm uy apan asız = uyku ruhu ile tanrı'nın gökyüzünde kalışı, kendimizin de tanrı'da kalışıdır. ön-türkler'in varoluş felsefesi buymuş.

    ve kazım mirşan 'dan yola çıkan haluk tarcan artık şu iddiayı ortaya koymakta;

    "görüldüğü gibi ön-türkler tektanrı'yı bulmuşlardır. ön-türkler gök'e değil, tanrı'ya; yaradana taparlar."
    (a.g.e. sf:183)

    ateşe ur/ma kurallari ise şöyle;

    güneş kültü 'nde, buğ'un takdis merasimiyle buğ, han, kral sıfatını alırlarmış. buğ 'un ölümünde, halkı toplanıp, kendilerine gerçekten bir "kul ve köle" gibi hizmet etmiş olup olmadığına karar verirmiş
    eğer karar müspet ise, yakılma şerefine ve bu şerefle tanrı'ya geçme hakkını kazanmıştır.
    her buğ, her han, qağan, tanrı'ya oz/ar diye bir kural yoktur. halk ona, buğ, yani muhteşem unvanı da tanıyabilirmiş. müspet karar aldıktan sonra ateşinin halk tarafından, tanrı adına yakılması, halkın kendisi içi dua etmesi ya da mezarına bengü, yani anıt taş dikmesi lâzımdır.

    uruna

    qara çur yazıtında okumuş olduğumuz uruna sözcüğü, "oyma, oymak, dolayısıyla mezar anlamına gelmektedir, günümüzde kurna olmuştur. bu kavram, etrüsklerle, lâtinlere geçmiş ve urna şekline dönüşmüştür. ölü küllerinin konulduğu kap, günümüzde ise "seçim sandığı" demektir. fransızcada urne(ürn) diye bulunur.

    antik yunan'da es-urus'tan soros olmuştur.

    oq-uruqun

    bu kapların konulduğu, ölülerin gömüldüğü mezarlara oq mezarları denmekteymiş. bu bizde ve batı'da kurgan olmuş. aynı zamanda kullanılan bir başka deyim ise; otun ebil ulu-us "ateşi gök'e ulaştıran düzen" demektir. bat dillerine tumulus, temenos diye geçmiştir. (bir not daha düşeyim; latincede tumulo,tumulare gömmek, tumulosus tepelik manasındadır.)

    ateş-evi. lb-ls boliq üniversite

    cesedin yakılmasına,otuq, yakılmış olduğu yere ib-îs boliq denirmiş.

    at-otuo

    namın yakılması, tanrıya geçmeğe hak kazanmış kişi'nin yakılması demektir.
    bolıq ise, site demektir.

    at-oğu bolıq, hanedanının oturduğu yer, başkent demekmiş. bolıq, balıq diye de okunabilmektedir.
    bu, balık anlamına geldiği gibi balıklardan doğan ışık, kutuplarda görülen ışık da balıq diye adlandırılır.
    aydın bölge anlamına gelen site demektir. örneğin biş bolıq, beş adet kentten oluşan siyasal kuruluşlardır.
    lb-ls bolıq deyimi iki anlamı ifade eder: "tertipli olarak düşünme yeteneği kazandıran site, yani üniversite" ve
    "ölen kişilerin canlarının öz içiş'e geçmelerini sağlayan kuruluşu bulunan site" (a.g.e, sf: 184)

    ateş evi sitesi

    isiz oyibiz qul'lar (bkz: rahip) tarafından yazılmış olan bir ateş evi yazıtının ye altı yarıq tıgin'in, türkistan'da miran kentinde bulunmuş olması, bu kentin îbis bolıq'lardan biri olduğunu kanıtlamaktaymış. bu kentte bulunan min (mille, dilcilere...) üy'ün (bkz: bin ev), aynı zamanda bir üniversite kenti olabileceğini de gösteriyormuş. turpan'da (bkz: turfan) bulunmuş olan yazıtın başı (aşağıdaki), bu kentin de bir îb-ls bolıq olduğunu göstermekte olduğu iddia edilmekte:

    "ub ozulın'da iyime öküp, oğ-urulunın iyime, iç etür ölüg omun uçuqun ata-oğa urın erde-ebi..."

    bu uzun metin bu kentin yalnız bir "ateş evi" olduğunu değil, ön-türklerin dini kavramlar üzerinde yoğun düşünmeleri sonucu "astro-fizik" ilmine ilk adımları attıklarını da göstermektedir. nitekim, turpan kenti, üniversitelerinde astro-fizik öğrenimi yapılan önemli bir ilim merkeziydi. turpan'ın batısındaki yar nehirciğindeki yar-hoto harabelerinde pek çok fizik metni bulunmuştur.

    ateşe urma işlemini ölünün küllerinin gömülmesi ve yas tutma işlemi izler. buna yuğ denir, ölüm kederi töreni de denebilir. yuğ'lama, ağlama olmuş; yuğ'ma, yıkama olmuştur. yuğ'un, ölenin at'ına, nam'ına, şöhret'ine uygun olabilmesi için çok sayıda önemli kişiler davet edilir, bu nedenle cesedin yıllarca bekletildiği olur.
    örneğin: qanım oağan'ın ölüm nedeniyle, -489 (i.ö. 489) yılında oğlu tarafından diktirilmiş olan bengü'de şu satırları okuyoruz:

    babam hakan at yılının 10. ayında (-26/10/494) uçarak bardı (uçarak vardı) ve domuz yılının 5. ayının 27'sinde (27/5/489) yuğ ettirdim.

    burada, qanım türük bilge qağan'ın cesedini yaklaşık 5 yıl bekletmiş olduğunu okumaktayız. bir cesedin yıllarca bekletilmesi, "cesedi muhafaza", yani mumyalama teknik ve ilminin ön-türklerde varlığını gösterir.
    yuğ'a 500 erin *, çok sayıda siyasal temsilci ve yoğun bir halk tabakası katılmıştır. yazıtın devamında, yas tutma' nın, "öz halkımızın edgü namı için (başarılı niteliği) göğün yerlere değdiği yerlere kadarki, oq'lar ortamı kişileri, sayılamayacak miktarda gelerek, evet onun kut'una... bunca kavim saçlarını kulaklarını yoldu biçtiler..." şeklinde olmuş olduğunu okumaktayız. (a.g.e. sf: 185)

    uça barma

    ön-türkler, liderler, qağanlar için öldü demezler. çünkü, lider qağan oz'laşıp tanrı'ya geçecektir, ölümsüzlüğe kavuşacaktır. bunun için uça bardi, uça vardı, "uçarak tanrı'ya vardı" derler.
    qağan'ın eşi içi ise uyuq bolmiş, uykuyu bulmuş, uyumuş deyimini kullanırlar. önemli deyimler:
    içiliş öc ad ve uyu-usuq kavramları, bu ad a, buda'nın, kökenini oluşturuyor. öc, çinceye yu, ç'i; uyuv ise, wu olarak geçmişlerdir.(kazım mirşan)

    "ateş kültü"nün anadolu'daki yerleşimleri -şimdilik- hitit, urartu, hurri, mitanni, troya, yer olarak da ödemiş, gedikli, halep...

    ön-türklerde tanri inancinin süregelmekte olduğunu gösterir iki belge:

    1/ moğolistan'da, mogoitsu irmağı, sine-uşu gölü ve örgütü dağı yöresinde, finliler tarafından 1909'da bulunmuş ve ramstedt tarafından 1918'de yayınlanmış olan belgeye göre, bir grup ön-türk, boğaziçi'ni at üstünde geçerek erenköy'e yerleşiyor ve yaklaşık -1980 yıllarında istanbul'da tarihin ilk devletini kuruyorlar: oy-urum at...istanbul'a, başkent demek olan oy-oğ adını veriyorlar. işte, bu ön-türk halkı kendilerini, "uw-on: tengrili yerli, üç-on kelmiş" diye takdim ediyorlar. "uw-on, kutsal on halkı, biz "tanrı'nın yerlisi. tanrı'nın yarattığı esas halk. tanrı'dan. üç on'lar olarak geldik..." (k. mirşan) bu takdim cümlesi, ön-türklerde tektanrı inanışının bulunduğunu ve devam etmekte olduğunu göstermekteymiş. moğolistan'da, tariat bölgesindeki terhingol vadisi'nde 1969'da bulunmuş ve önre-binabaşı tarafından "taşa vurdurulmuş" olan türk tarihine ait belgenin birinci bölümü şöyle başlıyormuş;

    "...tenri'de bolmış bilge qağan tl bilge qatun qağan...", "tanrı'da bulunan, onda oluşmuş olan, halkı kalkındırmış egemen qağan" ve eşi qatun (bkz: kadın) qağan...

    bu taş önre-binbaşı tarafından -517'de yazdırılmıştır, -1517'de kurulmuş olan at-oy bil devletine atıfta da bulunmaktadır. (137) bu belge de bize, (eksi) -6.ncı yüzyılda tektanrı inancının tazeliğini koruduğunu göstermektedir. bu iki örnekten ilki eksi 2 bin, ikincisi ise eksi 879, yani eksi 9.ncu yüzyıla aittir. sadece bu iki belge, -12 binlerde, on (kozmos) tamgasıyla ilk adım atılan tek tanrı kavramının bu tarihlerde süregelmekte olduğunu gösterir. ayrıca, yalnızca, örnek olarak bilge oağan'ı alırsak, islâmiyetin doğuşuna daha 1.500 yıl vardır.

    (not: haluk tarcan 'ın tam burada düştüğü not şöyledir; "dikkatimizi çeken bir nokta, oağan'ın yanında eşi de qatun oağan da zikredilmektedir; bugün, 3.000 yıl sonra kadın, türk toplumunda tamamen değersizlendirilecektir.") (a.g.e. sf: 187)

    şimdi batı dillerinde tanrı adlarının kaynağına gelelim.

    batı dillerindeki deus'un, grekçe, theos'tan doğduğu iddia edilir, aslında "theoy+us = theos'dan doğmuştur. bu kelime ön-türkçedeki uluğ anlamını veren ezüy kelimesinde yapılan değişikliklerden meydana gelmiştir: ezüy (? ¥) şeklinde yazılır, ez (?) ve üy (¥) şeklindedirler. ez damgası o diye, üy damgası y harfi diye okunmuş, başlarına da the hecesi getirilmiş, aslında the-ez-üy olması gerekirken ortaya the-o-y yani theoy kelimesi çıkmış. ezüy-us'tan, us ilâvesiyle the+us= theos doğmuştur. [uluğ demek olan ezüy kelimesini, trabzon ayasofya kilisesi 'ndeki, şurdaki resimde okumaktayız: http://www.imagehell.com/out.php/i121105_theos.jpg ]
    oy-oğ'da (bkz: istanbul) oy-urum atın devletini kurmuş olan ön-türkler, hıristiyanlığı etkilemişler ya da hıristiyanlığı kabul etmişler ve hıristiyan ayinlerinin ön-türkçe olmasını sağlamış olacaklardır ki, bu resimdeki yazılar, iddia edildiği gibi pre-grekçe değil, ön-türkçe okunmaktadırlar. dio kelimesi ise doğrudan grekçe olarak kabul edilmiştir. yunanca harf sanılan ,? + i+ o = dio kelimesini vermiştir. aslında bu şekiller harf değil birer ön-türkçe damgadırlar.

    ? = ed; i = is; o = on; ed is on, * anlamı, yaratma başarısı, yaratan...
    grekler, ön-türkçe, yani pelasgca'yı okuyamıyorlar, fakat anlamlarını biliyorlardı. edisong 'u, dio diye okumuşlar ve fakat ön-türkçe anlamı olan yaratan anlamını verdiğini kabul etmişlerdi. (a.g.e. sf: 187)
  • girit 'te eski çağlarda yapılan geleneksel çocuk -boğa/kral minos'a kurban edilen veliaht- kurban etme töreni ile alakalı zagreus hikayesi 'mitoslarin uygarlasma ve insanlasma sureci' hususunda ilginç bir örnektir.

    robert graves 'den (bkz: the greek myths) alıntıladığım kadarıyla hikaye üç aşağı beş yukarı şöyle;
    "zeus, hades tarafından yeraltına götürülmeden önce gizlice persephone ile birlikte olmuş ve tanrıça yaşadığı bu gizli ilişkiden zagreus' u dünyaya getirmişti. tanrılar tanrısı, bir zamanlar kendisine diktys'de aynı şekilde bakıcılık yapan rhea'nın oğulları kuretalar'a ya da bazı efsanelerde ileri sürüldüğü gibi korybantlar'a çocuğu ida mağarası'na götürmelerini ve bebeğin varlığından kimsenin haberdar olmaması için beşiğin başında silahlarını birbine vurarak onu saklamalarını söyledi. ne var ki zeus'un düşmanları olan titanlar vücutlarını alçıtaşı ile tanınmayacak bir hale gelinceye kadar boyayıp kuretalar'ın uyumalarını beklediler. gece yarısında mağaraya gelip, çocuğu koni, düdük, altın elmalar, ayna, aşık kemiği ve bir top yün gibi oyuncaklarla kandırıp kaçırdılar. zagreus titanlar'ın saldırısına cesurca karşı koydu ve birbiri ardına farklı kılıkara girerek düşmanlarını şaşırtmaya çalıştı: kendisini önce keçi derisinden bir palto giyen zeus'a, sonra yağmur yağdıran kronos'a, sonra bir aslana, sonra bir ata, daha sonra kafasının iki yanında kocaman boynuzları olan devasa bir yılana, bir kaplana ve en sonunda da bir boğaya dönüştürdü. tam bu sırada titanlar onu boynuzlarından ve ayaklarından sıkıca tutarak yakaladılar ve oracıkta dişleriyle parçalayarak çiğ çiğ yediler.

    bu vahşi ziyafetin ancak sonuna yetişen athena, talihsiz zagreus'un henüz çarpmakta olan kalbini bir alçıtaşına saklayarak titanlar'ın onu yemesini engelledi. tanrıça daha sonra zagreus'un ölümsüzlüğe erişmesi için hayat veren nefesini taşın içinde sakladığı kalbe üfledi. talihsiz çocuğun kemikleri ise toplanıp delphoi'de gömüldü. tanrılar tanrısı oğluna yapılan bu insafsız saldırıyı gerçekleştiren titanlar'ı yıldırımla öldürdü."

    robert graves 'in kaynakları şunlar bu hikaye için;
    sicilyalı diodoros: v. 75.4; nonnos: dionysiaka vi. 296 ve xxvii. 228; harpokration - apomatton; tzetzes: on lycophron 355; eustathios - homeros; ilyada ii. 735; firmicus maternus: de errore profanorum keligionum (bkz: cismani dinlerin hataları) vi; euripides: the cretans, fragment 475. orphic fragments (kem, 34)

    şimdi bu efsanenin tetiklediği girit 'teki kurban töreni ise çok ilginç;

    kralın yerine sadece beş günlüğüne geçen vekili beş mevsimi -aslan, keçi, at, yılan ve yavru boğa- tasvir eden bir dans gösterisinden sonra çiğ olarak yenirmiş. titanlar'ın çocuğu kandırmak için kullandıkları oyuncakların hepsi, bahsedilen geleneği çocuk yerine yavru boğa kurban etme şeklinde benimseyen orpheusçu filozoflar tarafından kullanılan nesnelerdir: düdük; içi oyulmuş bir taş ya da çömleğin bir ipin ucunda döndürülmesiyle rüzgâra benzer ses çıkaran bir aletti. yün yumağı da kuratalar'ın -bunlar, kestikleri saçlarını tanrıça kar'a ithaf eden gençlerdi- ıslak alçıyla boyanmasında kullanılmış olabilir. kuretalar aynı zamanda ibikli dansçılar ya da korybantalar olarak da adlandırılırlardı. zagreus'a verilen diğer hediyeler katılımcıların tanrılarıyla bütünleştikleri seremoninin doğasını anlatır niteliktedir: külah, titanlar'ın çocuğu onuruna kurban ettikleri tanrıçanın eski bir amblemi; ayna, ritüele katılanların diğer benliğini ya da ruhunu; altın elmalar, kurbanın sahte bir ölümden sonra elysium'a kabul edilmesini sağlayan pasaportu; aşık kemikleri ise onun tanrısal güçlerini sembolize etmekteydi. ' ( graves, a.g.e.)

    işte aslında aksiyonların, ritüellerin öyküsü insanlar tarafından geliştirildiklerinden, uzun bir zamana dayalı bir şekilde donandıklarından, diğer kültürlerle bir alışveriş içinde biçimlendiklerinden ötürü bu eylemlerin kendisinen ayrılmaları mümkün değil.

    '.. 50'lerde diktys mağarası yakınlarındaki palaiokastro'da keşfedilen bir girit ilahisi, toprağa, hayvan ve balık sürülerine bereket getirmek için daimonlarının önüne dans ederek gelen gençlerin en ulusu olan kronos soyundan bir tanrıya atfedilmiştir. jane marrison, themis adlı eserinde 'seni ölümsüz çocuk, rhea'nın yanından alan silahlı bakıcıların' gizemli topluluğa kabul edilmek için teatral bir şekilde kurbanı öldürüp yiyenler olduğunu ileri sürer. bununla beraber dünyanın birçok bölgesinde yapıldığı anlatılan bu tür sahte ölümler, anlaşıldığı kadarıyla, insan kurban etme geleneğine dayanır. zagreus'a atfedilen takvimdeki değişimler onu sıradan bir totem mensubu olmaktan çıkarır.'

    her ne kadar rhea'nın yerine athena'nın ismi kullanılmış ve çocuğun parçalara ayrılan etlerinin pişirildikten sonra değil de çiğ olarak yendiği anlatılmışsa da, zagreus'un girdiği kılıkların sonuncusu olan ve tanrısal niteliklere sahip olmayan kaplan, onun dionysos ile ilişkilendirilmesine neden olmuştur. orfik rahiplerin ritüel olarak bir boğa formunda yedikleri dionysos da benzer bir şekilde boynuzlu bir yılan -bu, tanrının dünyaya geldiğindeki görünümüydü- şeklinde tasvir edilmekteydi. zeus'un ya da onun çocuk vekilinin gökyüzüne keçi amaltheia'nın postundan yapılmış bir parka ile gitmiş olmasından dolayı zagreus, 'keçi derisi giyen zeus' unvanını aldı. 'yağmur yağdıran kronos' ise borunun yağmur yağdırma seremonilerinde kullanıldığını gösterir. efsanede sözü edilen titanlar, kurban ettikleri kişinin ruhu tarafından tanınmamak için kendilerini gizleyen titanoi 'beyaz alçıdan adamlar' yani kuretalar'dır. insan kurban etme geleneğinin zaman içerisinde son bulmasıyla, zeus tanrısal silahı olan yıldırımını yamyamlara fırlatan biri olarak kişileştirilmiş, 'yedi-günlük haftanın efendileri' olantitanes de (titanlar), zeus'a olan düşmanlıklarından dolayı titanoi 'beyaz alçıdan adamlar' ile karıştırılmışlardır. bir zamanlar tanrılarının etini yiyen orfik rahipler ise bundan sonra ne çeşit olursa olsun artık et yememişlerdir.

    zagreus-dionysos aynı zamanda güney filistin'de de tanınmaktaydı. ras-shamra yazıtlarına göre ashtar cennetin tahtında otururken, ölülerin yiyeceğini yiyen tanrıbaal da yeraltında durmaktaydı. tahta oturduğunda ayakları yere değmeyecek kadar küçük bir çocuk olan ashtar, bir müddet sonra geri dönen baal tarafından bir asa ile öldürülürdü. musa kanunları ile ashtar onuruna yapılan inisiasyonlar yasaklanmıştır: 'çocuğu annesinin sütüyle kaynatmayın' -bu, üç kez tekrar edilen bir yasaklamadır {çıkış xxiii. 19; xxxiv. 26; tesniye xiv. 2} (graves, a.g.e.).
  • halikarnas balıkçısı 'ndan (başka) bir alıntıyla daha bir şenlenen konu.

    " .. insanların mağralarda yaşayıp,taş aletler kullandıkları zamanda birer ilkel insan olan "neandertal" ve "kromağnon"lar anadolu'ya gelmişlerdi.neandertal ve kromağnon insanlar insan eti yiyen birer yamyam değil,av hayvanlarının etleriyle beslenen avcıydılar.taş devrine ait yamyam insanlar,iskandinavya'da,kuzey almanya'da ve ingiltere'de bulunuyorlardı. insanların tanrılar adına kurban edilmeleri,ya da farmakos olarak öldürülmeleri,yamyamlığa göre büyük bir aşamaydı. mısır'da insanlar kurban ediliyordu.her yıl güzel bir kız seçiliyor,kız çiçeklerle süsleniyor,nil ırmağının suları kabarmazdan önce,ırmağın yatağına saplanan bir kazığa bağlanıyordu.irmağın kabarmasıyla yükselen sular,yavaş yavaş kızın dizlerinden göğsüne çıkıyor ve biraz daha kabarınca başını örtüyordu.nil ırmağının felaket değil,bereket getirmesi için ona böylece bir güzel insan kurban ediliyordu. suriye ve filistinde yapılan kazılar sonunda ortaya çıkan mezarlarda,bellerinden kesilerek ikiye bölünmüş çoçuk ve genç iskeletleri bulunmuştur. bunlar tanrılara kurban edilmiş insanların iskeletleridir.karaciğerleri,kurban töreninden sonra rahipler tarafından muayene edilmek üzere ikiye biçilmişti.belki de anları kutsal maya olarak kullanılmıştı.rahipler ciğerlerdeki işaretlerden tanrıların gelecekteki niyetlerini keşfederlerdi.

    trakya ve yunanistan 'da da insan kurban edilmişitr.böylece anadolu'nun dört yanındaki ülkelerde insanların kurban edildiğini biliyoruz.anadolu'da insan kurban edildiğine dair herhangi bir efsane ya da bir belirtinin bulunmaması,buralarda insan kurban edilmediğini kanıtlamaz.belki de insan kurban edilmişti de,kalıntısı şimdiye değin bulunmamıştır.

    anadolu eski tarihinde,hep doğudan,özellikle akat ve sümer ülkelerinden gelen göçlerin etkisi altında bulunuyordu.bu nedenle, eğer anadolu'da insan kurban edilmişse,bu iş mutlaka anadolu'nun kuzey doğusundaki ülkelerde yapılan kurbanlar gibi insan kurban edilmiştir... kimbilir,belki de hiç kurban edilmemiş olabilir.

    isa'dan,aşağı yukarı beş bin yıl önce,yani mısır'da uygarlığın gelişmesinden çok önce,"uruk" ve "sümer" ülkesine yeni bir halk göçetmişti.göçebeler beraberinde çömlekçi döner masalarını da getirmişlerdi.sonra,döner tekerleklerini de getirdiler.dört tekerlekli arabalarına bir çeşit yaban eşeği koştular.taştan bina yapmak,bu halkın geleneklerindendi.taşları kum çöllerine taşımak zahmetine katlanarak,bunlarla binalar yaptılar.bunlardan başka,yüksek yerlerde tapınmak geleneğini getirdiler.mezopotamya ülkesinde yüksek bir tepe bulunmadığı için,önce toprakları yığarak,yağma tepeler yaptılar.bunlara zigurat deniliyordu.bu ziguratların yapma kutsal tepeler olduklarına hiç kuşku yoktur.dağ yapmak tekniği ilerledikçe,küçük tepeçikler yerine taraça üzerine taraça yaparak dev kuleler yaptılar.bu taraçalara,dağa benzesin diye ağaçlar diktiler.bu durum bir yandan "babil kulesi efsanesi"ne yol açarken,bir yandan da "asma bahçeleri"nin yapılmasına neden oldu.örneğin asurlu'lar zamanındaki asma bahçeleri gibi.bu bahçeler dünyanın yedi harikasından biri sayılır.

    yunanistan'ın bir tek olymposuna karşılık anadolu'da yirmiden çok olympos olmasının nedeni de böyle ortaya çıkmış olmaktadır. bunlardan çıkan diğer bir gerçek de:bütün dağ tanrıları olan olymposluların nereden geldikleridir.

    sümer ülkesinde yapılan kazılarda birçok "ölüm çukuruları" bulunmuştur.bunlar isa'dan önce yirmi dokuzunca yüzyıla aittir. yani,mısır'da ilk ehramın yapılmasından biraz önceye rastlar.mısır'daki ehramlar isa'dan önce iki bin altıyüz elli ve iki bin beşyüz yılları arasında yapılmıştır.ehramların neden dağ şeklinde yapıldığını ziguratlar ispat eder.firavunlar da birer tanrı sayılıyorlardı.

    sümer ülkesinde kazılar yapan "woolley" bu mezarları,daha doğrusu bu ölüm çukurlarını şöyle anlatıyor:

    "ölüm çukurlarının tabanı hep dizi dizi yatan insan iskeletleriyle örtülüydü.ölüm çukurlarının giriş noktasında yan yana altı erkek yatıyordu.biraz içerde ise yine yan yana yatan 68 kadın iskeleti vardı.kadınların hepsi de kırmızı saray elbiseleri giymişlerdi.ceketlerinin bilekleri boncukluydu.deniz "kışriyesi"nden,-kabaklı deniz hayvanlarından- yapılma kuşakları vardı.başlarında altın ya da gümüş süsler,kulaklarında ay şeklinde küpeler,gerdanlarında mavi taşlardan ve altından birçok gerdanlık vardı.içlerinde bir kız vardı ki;başına gümüş bağını takmamıştı. gümüş bağı cebindeydi.belli ki cenaze alayına-kendi cenaze alayı- katılmakta gecikmişti.bir yanda dört "harb" çalıcısı yatıyordu.onların yanında da bir bakır kazan duruyordu.bu ölülerin hepsinin yanlarında ve hatta bazılarının ellerinde su içmekte kullanılan bir çanak duruyordu.bu çanaklarla kazanın arasındaki ilişkiyi anlamak kolaydı.kral ya da kraliçenin ölümünden sonra ona hizmet etmiş olanlar sırayla ölüm çukuruna gelmişler ,zah metsizce ölmek için kazandaki uyutucu bir suyu içmişlerdi.bunların duruşlarında bir uğraşma ve direnme durumu görülmüyordu.

    ondan sonra bunların gövdeleri toprakla örtülüyor,toprak üzerinde dini bir tören,daha doğrusu bir şölen yapılıyordu.işte bu toprak taban üzerinde birkaç insan daha kurban ediliyordu.toprakla örtme,dini tören yapma,kurban etme işleri üç dört kez tekrar ediliyordu,ta ki ölüm çukuru dolsun.."

    bu konuda bir otorite şöyle yazıyor:

    "-bu çukurlarda gömülenler kral ya da kraliçe değil,buğdayı temsil eden "buğday tanrısı" ile ilkbaharı temsil eden "ilkbahar tanrıçası"dır.her yıl bunlar birbirleriyle evlendirilirlerdi.bunun üzerine sözüm ona o yıl bereket olurdu.kışın sonunda buğday tanrısı ile ilkbahar tanrıçası öldürülür ve ilkbaharda dişili erkekli bir çift buğday tanrısı ve ilkbahar tanrıçası seçilirdi.sümerliler tanrılar saydıkları yedi yıldıza birer gün adamışlar,böylece haftayı bulmuşlardır.

    bugün batıda haftanın günleri gezegenleri temsil eden tanrı adlarından gelmektedir.onun için "yedi" rakamı uğruludur.tanrı evreni yedi dünde yarattı.bir ay dört hafta ya da yirmi sekiz günden meydana geldiği için bir yıl on üç ay oluyordu.on üçüncü ayın sonunda buğday tanrısı ile ilkbahar tanrıçası,yeni gelen tanrı ve tanrıçaya yer vermek üzere kurban edilirlerdi.bu nedenle on üç rakamı uğursuz sayılırdı.

    hitit başkaneti boğazköy'deki yazılıkaya'da tanrıların yıllık evlenişini görüyoruz .fakat o sırada anadolu'da bu insanların kurban edildiğine dair bir delile rastgelinmemiştir.anadolu'da insan kurban edildiyse bile bunun pek eski zamanlarda meydana geldiğini söyleyebiliriz."

    yazıyı net ortamına atıp bana anımsatan arif 'e teşekkür ederim.

    http://www.latince.net/merhaba_anadolu.html
  • http://eawc.evansville.edu/ adresinden ilginç verilere ulaşabildiğimiz konu.
  • biraz mehteranlık yapalım, zira hep ileri adım atınca insan biraz da kendini felsefeden socratesvari bir fikir cebelleşmesinden uzaklaştığını duyumsuyor, en azından benim muhatap olduğum his bu. 'mitosların uygarlaşma ve insanlaşma süreci' bahsinde salt başlıktaki ifadeye bağlı kalmaksızın, birbirine zincirlenmiş bir çok hadise, yaşayan kültürel veri ve toplumsal kurallar, arkeolojik kalıntı, edebi eserler, hep ortaya koymaya çalışılabilir, benim yapmaya çalıştığım da buydu, açıkçası socrates 'in önce ironik soru daha sonra diyalog biçimini benimseyebilmeli, sözlükten başka katılımlarla bu mehteranlığı tek başıma değil de, çeşitli görüşlere sahip arkadaşlarla sözlük içinde, format dahilinde yapabilmeliydim, astro 'nun ortaya koydukları dışında , tezim mevzuunda bir adım geri atmama sebep olacak fikir gelmedi, gelmemesi de tartışmanın boyutunun kanımca çok geniş ve tüm dünya tarihini etkiliyor olmasındandı. bu açıdan baktığımda iki ileri bir geri hareket etmem, zaman zaman kendi yanlış veya eksiklerimi zaman zaman da beni haklı çıkaracak çok aşikar başka verileri görmeme yardımcı olacaktır, ironik soruları kendime sorup kendimle diyaloga girme çabam aslında emin olmadığım bazı hususları kavramam değil de, ne kadar fikir varyasyonu mevcutsa hepsiyle aynı masa başında toplanıp bir fikir birliğinden çok çeşitlilikten doğmuş heyecanlı bir tartışma platformu / başlığı oluşması ile alakalıdır.

    işte bu açıdan bakınca, ne zamandır okumak istediğim ama çeşitli meşgalelerimden ötürü fırsat bulamadığım bir eser, çağdaş türk edebiyatının en çok çeviri yapan ailesi sanırım; eyüboğlu ailesinin bir ferdi ismet zeki bey 'in, ismet zeki eyüboğlu 'nuntanrıya kafa tutanlar çalışmasına göz atma imkanın oldu, bir yandan cafe crown bademli içip öte yandan ruffles sade yerken, eserde öyle bir ifadeyle karşılaştım ki, aslında uzunca bir süredir sözlükte dile getirmek istediğim bir konu başlığından söz ediyor; pagan toplumlarında aslında semavi dinlerin etkin olduğu toplumlara göre insan'ın daha çok sevildiği hususundan bahsediyor ismet zeki bey. bu ne demek, bu şu demek oluyor, kendi açımdan değerlendirirsem, 'mitosların uygarlaşma ve insanlaşma süreci' başlığına karşılık böyle de bir iddia söz konusu, katılmadığım noktalar vardır, katıldığım noktalar da vardır. ama ben bunu başlık halinde ortaya atmak istiyordum, fakat konu dediğim ironik soruların sorulmadığı bir başlık altında zaten incelendiğinden, ayrı bir başlık yerine ilginçtir,zamanla insanlaşmama iddiasının, paganizmin sonrasında özellikle de insani adımların, reformların, iyileştirme çabalarının, rönesansların, sanatların bireyselleşmesinin daha bir çok humanizmaya yönelik adımların bir kenara atılmasıyla ortaya konması, konuyu tam da beklediğim diyaloga götüren bir destek olarak görmeme sebep oldu.

    bakınız ismet zeki bey ne diyor; "insana yönelen, daha doğrusu insan diye insan adına yaratılan ilk düşünce ürünlerini eski dinlerde görüyoruz. ***lik, ***lık ve ***lık gibi üç büyük din insanı boşlukta tutan, gerçeğinden koparan birer görüşü içerir. -işte tam buraya gözlerimizi dikelim- puta tapıcı, daha doğrusu insan sever dinler insanı daha iyi anlamış, daha iyi görmüş dersem şaşmamalı. yaşayan, yaratanlar insandır onların düşündüğü. doğa'nın yaratıcı, doğurucu gücü ilk dinlerde insandır. kybele (hititçe kubaba) 'nın göğüslerinden emdiği öz su ile beslenen, hitit tanrıları'nın salkım salkım sakallarından üzümü toplayan, buğday başaklı ellerinden ekin deren insanlar daha iyi kavramış, daha iyi sevmişti doğayı, insanla tanrılar el ele. diz dize gelmişti. tanrı insan biçiminde, insan tanrı kılığında olunca yakınlaşmalar, kaynaşmalar daha kolay, daha sıkı oluyordu, insan doğadan, gerçek yerinden koparılmamış, tanrılar'la yaşamaktan bıkmıştı. tanrı'yı insandan, insanı tanrı'dan ayıran, araya korkulu uçurumlar, nitelik ayrılıkları, aykırılıkları sokmak düşünce bakımından ilerleme olsa bile insanı yerinden yurdundan etme, yaban ellere salmadır düpedüz."

    ilginç değil mi? tam da benim bu başlık altında savunduğum diğer görüşlerime zıt ve benim entirilerim açısından kabul edilmesi hakikaten zor bir ifade. son cümleyi yeniden yazayım; "..tanrı'yı insandan, insanı tanrı'dan ayıran, araya korkulu uçurumlar, nitelik ayrılıkları, aykırılıkları sokmak düşünce bakımından ilerleme olsa bile insanı yerinden yurdundan etme, yaban ellere salmadır düpedüz."

    tabi bu ifadeyi okuduğumda, ki devamında da öğretisini destekler başka şeyler söylemekte ismet zeki bey, aklıma bir şey geldi; yanılmıyorsam dün bir entiri girmiştim. şimdi baktım #10059892 no 'lu entiri, evet dün girmişim, papa'nın müslümanları rahatsız eden şu güncel konuşmasıyla ilgili. orada roma 'nın adım adım nasıl hiristiyanlaştığından bahsetmiştim; edward gibbon 'ın meşhur the decline and fall of the roman empire eserinden birebir alıntılar vermiştim; papa 'nın "*** yeni ne getirdi? ... kan tanrıyla bağdaşmaz... eli kılıç tutan ***.. " ifadelerinin çıktığı kapı "*** kan dökmüştür." idi, bu sert eleştiri *** coğrafyasından tepki gördü ben de bunun üzerine değişik bir bakış açısı olur diye, roma 'da hiristiyanlığın yayılmasından örnekler vermiştim bizzat gibbon 'ın dilinden. orada bakınız, ismet zeki bey 'in daha insancıl bulduğu paganizmin, iskenderiye 'de çöküşü nasıl tasvir ediliyordu; “..hıristiyanlarla payenler, silahsız olarak, kentin büyük alanında toplandılar. hepsinin önünde imparatorun buyruğu yüksek sesle okundu iskenderiye put tanrılarının yıkılmasıyle ilgili bölüm okunurken hıristiyanların şiddetli alkış sesleri yükseldi. payenler ise, iç yıkıntısına uğrayarak, düşmanlarının saldırısından korunmak için ivecenlikle çekilip uzaklaştılar. teofilus, malzemenin ağırlığı ve sağlamlığından başka hiçbir güçlükle karşılaşmadan tapmağın yıkımını gerçekleştirdi. bu güçlük ateşli arşöveki, yapının temellerini olduğu gibi bırakmaya zorladı ve geniş bir ala-na yayılan yıkıntılar öylece yığılıp kaldı. daha sonra bir bölümü temizlenerek oraya, aziz şehitler onuruna bir kilise kuruldu. –trajik sonuca bakın- çok değerli iskenderiye kitaplığı yağma edilip yıkıldı. ondan yirmi yıl sonra, henüz dinsel bağnazlığın sağduyularını bütün bütün karartmadığı anlaşılan seyirciler boş rafları görerek üzüntü ve tiksinti duymuşlardı. çok sayıda ve yeniden meydana getirilemeyecek biçimde yitirilmiş bulunan eski eke (dehâ) yapıtları, hiç değilse ta pmakları sonraki kuşakların görgü ve öğreniminde yararlanılması için yıkımın dışında tutulmalıydı. yüksek aşamalı papazların ateşliliği ya da açgözlülüğü, utkusunun ödülü haline gelen zengin ganimetlerle doymuş ve yatışmış olmalıydı. altın ve gümüş küçük heykellerle vazolar özenle eritilir ve öbür eşyalar da kırılarak sokaklarda rezilcesine sürüklenirken teofilus, putperest râhiplerce yapılan kandırmalar ve işlenen suçları, mıknatıstan yararlanmadaki ustalıklarını, içi boş bir heykele gizli yöntemlerle insan yerleştirmelerini, dindar kocaların ve kanağan kadınların güvenini kötüye kullanarak işledikleri cinayetleri ortaya dökmeye çabalıyordu. bu suçlamalar, imandan nasibi olmayan boşinancın kalleş ve çıkarcı ruhuna çok uygundur. ama, yenik düşmanına sataşmak ve onu gülünç duruma düşürmek için çaba harcadığı zaman bu ruha güvenmemek gerekir. düşünmelidir ki, bir hileyi uzun süre başarıyla yürütmeye oranla utanç verici bir ma-sal uydurmak çok daha kolaydır. serapis'in çok büyük heykeli tapmağın ve dinin yıkıntıları arasına gömüldü. çeşitli madenlerden olan plaklar hep birden, tapınağın yan duvarlarına değen tanrıçanın görkemli yüzünü oluşturmaktaydı. serapis, elinde bir asâ olduğu halde oturmuş du-rumdaydı ve bu görünüşüyle jüpiter'in olağan simgelerine çok benziyordu; şu ayrımla ki, onun başında bir sepet ya da künk bulunuyor, sağ elinde bir canavar simgesi tutuyordu. başı ve vücudu üç kuyrukla uzanan bir yılanın kuyruklarından biri bir köpek, öbürü bir aslan, ve üçüncüsüyse bir kurt kafasıyla son buluyordu. inanarak savunuluyordu ki, bir ölümlü bu dehşetli yüce tanrıya saygısızlıkta bulunursa gök ve yer yüzü o anda birbirine karışacaktır. baltalı bir asker merdivenden çıktı. o sırada hıristiyanlar bile bu girişimin sonucundan kaygı duyuyorlardı. asker, serapis'in yanağına baltayla sert biçimde vurdu. yüzü yere düştü. ama gök gürlemedi, gökler ve yeryüzü düzenlerini ve dinginliklerini korudular. utkuyu kazanan asker vurmalarını sürdürdü. koskocaman put tanrı paramparça oldu. ayak takımından olan insanlar onun kol ve bacaklarını iskenderiye sokaklarında sürüyerek dolaştırdılar. amfiteatr'da gövdesi ateşe verildi. çok sayıda yurttaş, hıristiyanlığa geçmek için koruyucu tanrılarının güçsüzlüğünü görerek karar verdiler.” ve bu, ırak'ta saddam heykelini yıkan ıraklı vatandaşlar ve amerikalı askerlerin, tarihe not düşen o gününü, o resmi anımsatmıştı bana. düşünebiliyor musunuz, serapis yıkılıyorlar, hiristiyanlık, iskenderiye 'de bu kadar kolay güçleniyor, insanlar sadece iskenderiye 'de değil, adeta dinin merkezi roma 'da da benzer şekilde dinlerini değiştiriyorlar, hatta roma 'daki durum daha vahim paganizm açısından, hani insansever pagan toplumları bir gün yaşamadılar ki, bir hafta, bir ay, bir yıl, on yıl, bir yüzyıl yaşamadılar ki, binlerce yıl süregelen, aynen bu başlıktaki ifade gibi, bir süreci yaşadılar, mitosları uygarlaştı, insanlaştı. insani kazanımlar bir günde oturmadı, tıpkı serapis düştüğünde de benzer bir insani kazanımın olması, saddam heykelinin yıkılmasından sonra da çoğu ıraklının dişleri ve bombaları kanlı emperyalist amerika ile birlikte trajik bir şekilde ülkeye demokrasi geldi diye sevinmeleri yanında mutlaka ama mutlaka bir ilerleme söz konusudur.
    insani kazanımları, ölümü değil de yaşıyor olmak gerçeğini düşünme yoluyla insanlaşabilir insan, insan belki amerikalilarin irakli kadinlara vibrator yollamasi ile insanlaşmaz, tiksinç verici emperyalist varlığından ötürü globalizmin de lekelenmesine sebep olan abd 'nin her türlü psikolojik aşağılamasıyla insan insanlaşmaz ama başlarındaki diktatörün, kanlı saddam'ın heykelinin yıkılması da bir nevi insanlaşma sürecidir, sakın ola ki mevcut işgalin savunucusu olduğum düşünülmesin, karşısındayım, humanizma algım ve anlayışım başka türlüsünü kabul edemez, ama serapis kültünün yıkılması gibi saddam rejimi de yıkılacaktı, yıkılmalıydı.

    peki konuyu bu kadar güncelleştirdikten sonra, yeniden paganizmin neden bu kadar kolay yıkıldığına dönelim; aslında paganizm şöyle svaunuluyordu yaşlı adam simmakue tarafından; gibbon'ın eserindeki alıntı şöyle; "«pek saygıdeğer hükümdarlar, vatanın ulu babaları, aziz gayretler içerisinde, kesintisiz sürmüş olan yaşıma ve başıma saygı gösteriniz. pişmanlık duymadığıma göre, kutsal saydığım tapınmalarımı sürdürmeme dokunmayınız. özgür doğduğum için, bırakınız kuruluşlarımdan yararlanayım. dinim, tüm dünyayı egemenliğimin altına almamı sağladı. inançlı tapınmalarım hannibal 'i kapımdan, galyalıları capitolium 'dan kovdu. benim yaşlılığıma bu kıyıcı haksızlığı mı yapacaktınız? bana önerdiğiniz düzeni -hiristiyanlığı- tanımıyorum, ama şunu biliyorum ki, yaşlılığımı düzeltmek isterken haksız ve hiç de onurlu olmayan bir girişimde bulunulmaktadır.»" benzer bir savunma da filozof eunapius 'dan; bu filozofa göre; insan bilincinde yer alan tanrılar söküp atılmış, onların yerlerine –buraya dikkat- sırtlarında kırbaç izi bulunan şehit adındaki köleler yerleştirilmişti! bunlar pagan savunmaları peki ya hiristiyanlar tapınakları kiliseye çevirip, pagan toplumu hiristiyanlaştırırken, hristiyan imparatorun da buyruklarıyla simmakue 'ni ve koca bir halkı -onlara göre dinsizleştiriyorken- tek tanrı ve onun oğlu isa'ya yönlendiriyorken, neden bu kadar başarılı olmuşlardı, bunun da cevabı işte başlıktaki süreç kavramında. ismet zeki bey 'in göstermek istediği pagan toplumundaki insanseverlik hadisesi aslında yozlaşmıştı, insanlar roma 'da ahlaki çöküntüyü her yüzyılda yaşadılar, adım adım köklerinden, o virtus ve pietas larından, milli ülkülerinden kopmaktaydılar, velev ki augustus 'un reformlarını geçin o konuda baya bir konuştum, neredeyse her devlet adamı her edebiyatçı bu bozulmadan şikayetçiydi, latince metinlerde hep karşımıza çıkar, roma 'daki soysuzlaşma, ismet zeki bey 'in insansever pagan anlayışının artık işlemediğini, çağın gerçeklerine uymaya ayak dirediğini görmemek imkansız, putperestler çaresizdi, inançları artık çökmeye yüz tutmuştu, hatta direnecek güçleri yoktu. zaten gibbon 'ın şu sözlerine bakarsanız, durumun netliğini daha iyi kavrayabilirsiniz; "..bu yüce değerli anıt yapılar (hiristiyanların vahşetle yakıp yıktığı pagan yapıları) hıristiyanlığın utkusuyla kazanılan ganimetler olarak korunabilirdi. sanatların gerileyişinde bu yapıtlar ve süslemeler, mağazalarda, el sanatlarında ve kamuya açık yerlerde kullanılabilirdi. tapınakların duvarları zamanla ve hıristiyan törenleriyle yeterince temizlenmiş olacağından gerçek tanrı inancı putataparlığın anısını da silmiş olabilecekti. ne var ki, uzun süreden beri öylece kalmış dururlarken putperestler, ikinci bir julianus' un çıkıp kendi tanrılarının tapmak ve sunaklarını yeniden yaşama kavuşturacağını gizliden gizliye umuyor ve bekliyorlardı. imparatorlar üzerinde baskılı bir hal alan bu tür yalvarmalar hıristiyan reformcularını, boş inancın kökünü kazıma yolunda karara varmak zorunda bıraktı. imparatorların kimi buyrultularında daha yumuşak duygular benimsenmiştir. ama soğuk davranış ve ilgisizlik bunları yararsız kılmıştır ve, kilise büyüklerince yönlendirilen açgözlülük ve hareketlilik salgınına karşı güçlü bir engel olamamışlardır."

    çok açık değil mi? barbar hiristiyanların, hadi ismet zeki bey gibi yazayım, insansever pagan toplumunda yaptığı kültürel ve sosyal cinayetler, barbarlıklar göz önünde tutulduğunda, salt burada ismet zeki bey 'e hak vermek istiyorum, bu da iki ileri 'den sonraki bir adet geri adımım olsun.
hesabın var mı? giriş yap